AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Bu söyleşiyi yayımlayacak bir televizyon aranıyor

" Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum..."

Hasan Cemal, "Kürtler" adlı kitabı çerçevesinde kendisiyle Radikal'de bir söyleşi yapan Neşe Düzel'e "Eğer biz gazeteciler, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları tam anlatsaydık, bu ülkede belki bir şeyler değişirdi" demişti. Düzel, o dönemde Diyarbakır Cezaevi'nde üç yıl yatan ve siyasetle hiç ilgisi bulunmayan Selim Dindar'la yaptığı söyleşinin "neden"ini anlatırken hatırlatıyor bunu… Sonra şöyle devam ediyor: "Ama medya bu dönemde de yaşanan o korkunç vahşetle yüzleşmeye pek yanaşmıyor… Halbuki Diyarbakır Cezaevi, Kürt sorununda büyük dönemeçlerden biri. Bugün Avrupa Birliği'ne üye olabilmek için yeni uyum yasaları çıkarırken, aslında neleri değiştirmeye çalıştığımızı, hangi konularda çağdaş dünyayla uyumlu olmaya uğraştığımızı anlamamız, bunu anlayabilmek için de son 20 yılda yaşamış olduklarımızı iyice görmemiz gerekiyor. Çünkü kendi insanımıza neler yaptığımızı, ne acılar çektirdiğimizi farkettiğimizde, değişmemiz gerektiğini daha iyi göreceğiz…"

Bu korkunç söyleşiyi okuyup bitirdiğinizde anlıyorsunuz ki, "değişmemiz gerektiğini" hiçbir teorik açıklama, hiçbir siyasi-sosyolojik tahlil bundan daha iyi anlatamaz. Ve gene anlıyorsunuz ki, vakit hâlâ geç değildir ve o günleri bize anlatmaya başlayacak bir yayıncılık, bu ülkenin demokratikleşmesi için tayin edici önemdedir… Radikal ve Neşe Düzel sağ olsunlar, onlara ne kadar teşekkür etsek az olur ama bu gazetenin eti ne budu ne? Öyleyse hadi bakalım bu ülkenin büyük televizyonları ve büyük kanalları… Hadi cesaret… Biz buraya Selim Dindar'ın henüz 20 yaşındayken Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadıklarından çok küçük bir bölüm alabiliyoruz… Büyük medyada yayın meselesine gelince: Ümitli değiliz ama gene de bekliyoruz…

"Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu… Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. (…) Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum.

"Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. (…) Cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir 'Komutan Co' vardı. Benim cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve çömelmiştim ki, Komutan Co'nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona 'komutanım' diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , 'İşte komutanınız' diye tanıtmıştı. Komutan Co'ya tekmil vermemiz emredilmişti.

(…)

"Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.

"Tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum..."

"ÖZEL HABERLER"

Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız, "Özel Haberler" başlıklı haftabaşı yazısında (23 Haziran) sadece gazetesinde yer alan haberleri sıralıyor...

Bu 'Başka yerde yok"lardan birisi de şuymuş:

"Geçen haftanın iki önemli açıklaması medyada gereken ilgiyi görmedi. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur ile Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon, 'hassasiyetlerini' açıklama gereği duydular. İrticai örgütlenmeye dikkat çeken Eruygur, özetle şöyle diyordu:..."

Genel yayın yönetmeni çok haklı; gerçekten de sözü edilen iki açıklama geçen hafta sadece Cumhuriyet'in birinci sayfasında (hem de okkalı bir biçimde) yer alıyordu.

Peki şimdi bir "gazetecilik" sorusu: Ortada onlarca gazete dolaşırken iki komutanın "irticai örgütler" temalı bu iki açıklaması niçin sadece Cumhuriyet'te yer alıyordu? Bu iki açıklama Cumhuriyet dışında medyada "gereken ilgiyi" niçin görmedi? Bu haberler gazetenin gerçek "özel haberleri" olmadığına göre (çünkü haber ajansları bunları her yere dağıttı), niçin sadece sadece Cumhuriyet'te "özel haber" muamelesi gördü?

Peki diğerlerinin "kayıtsızlığı"nı nasıl açıklamalı acaba? "Bıktıkları", "tekrardan kaçmak" istedikleri, "zamansız buldukları", yoksa hepten "gereksiz buldukları" için mi?

Yıldız'ın ve gazetesinin görmek istemediği herhalde şu: AB filan derken Türkiye de değişiyor... Ve bu değişim tabii olarak "Eski Rejim"in "özel haber" kriterlerini de yavaş yavaş değiştiriyor... (K.B.)

Meğer, 'Türk demokrasisinin farkını sergilemek için'miş…

Hürriyet Okur Temsilcisi Doğan Satmış'ın, bazı haberlerin "haber değeri"ne ilişkin değerlendirmelerini okumak çok güzel oluyor. Bunlar temel olarak ikiye ayrılıyor: Yazıişlerinde o haberle ilgili olarak yayımdan önce yapılan tartışmaların aktarıldığı değerlendirmeler ve Satmış'ın "okur temsilcisi" olarak kendi değerlendirmeleri…

Geçtiğimiz hafta birinci kategoriden bir örnek aktarmıştık size… Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, İspanya'da AB üyesi ülkelerin dışişleri bakanlarının eşleriyle birlikte "domuz yavrusu kızartmasıyla ünlü lokantaya gitmemesi" haberine ilişkin değerlendirme… Satmış, Hürriyet'in neden meselenin üstüne gidip olay çıkardığını anlatırken, yazıişlerinde "ağır basan görüş"ü "Türkiye AB'ye üye olduğunda bu tür davranışlar sorun yaratacak" diye özetlemişti…

23 Haziran tarihli Hürriyet'te bu kez "Başbakan'ın eşinin türbanı" ile neden uğraşıldığının gerekçesi açıklanıyor (anlayabildiğimiz kadarıyla bu, okur temsilcisinin kendi yaklaşımı).

"Temsilcinin notu"ndan önce Ender Bakcan adlı okurun kısa mektubunu okuyalım isterseniz… Şöyle diyor Hürriyet okuru Bakcan:

"Başbakan'ın eşi Emine Hanım'ın türbanı için 'Tek Türbanlı Emine Hanım' başlığı atmanızı anlayamadım. Benim eşim de türbanlı ve Türkiye'yi çok seviyor. Türkiye'nin bütünlüğünde gözünüz mü var? Cevap bekliyorum."

Bilmeyenler için hatırlatalım: Hürriyet, Başbakan Erdoğan'ın Malezya gezisinde, Malezya Başbakanı ve eşiyle Türk Başbakanı ve eşini gösteren bir fotoğraf yayımlamış, fotoğraftaki öbür Malezyalı devlet yetkilisi eşlerinin de başlarının açık olmasına gönderme yaparak manşetten "Tek türbanlı Emine Hanım" demişti… Söylemeye bile gerek yok ama haberin baştan sona "Biz Batılı olabilmek için ne mücadeleler verdik, şu hale bakın" makamında olduğunu da bilgi olarak ekleyelim…

Okur temsilcisinin cevabı:

"Bu konuda birkaç okur daha mektup yolladı. Bazı okurlar, haberlerin kasıtlı olduğunu iddia etti, bazıları da 'Türbanlıların reklamını yapmayın' diye eleştirdi. (Hürriyet'in "bazı" okurları da bir âlemmiş yani –Kronik Medya). Oysa o haberde, Türkiye'ye göre dini açıdan daha tutucu olan, hatta şeriat hükümleri uygulanan ülkelerde bile, cumhurbaşkanı-başbakan eşlerinin, kadın bakanların türbansız olduğu vurgulanmak istenmişti. Bu aslında Türk demokrasisinin de farkını sergileyen haber değil mi?"

Yani Hürriyet diyesiymiş ki, "Bakın onlar dini açıdan daha tutucu ülkeler ama oralarda demokrasi olmadığı için tolerans da yok. Oysa bizde, gördüğünüz gibi, bir Başbakan eşi rahatlıkla türbanıyla resmî gezilere gidebilmektedir."

Bize kalırsa, Doğan Satmış kendini Hürriyet'in "bazı" okurlarından gelecek mektuplara hazırlamalı. Ne yani, onlar şimdi "Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz" diye yazsalar haklı olmayacaklar mı? Bir de, o haberden çıkarılabilecek tek anlamı çıkartarak köşelerinde "Ne bu rezalet" yazıları yazan Hürriyet yazarları var. Artık onlar ne yapar, bilemeyeceğiz…(A.G.)


24 Haziran 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED