AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

Y A Z A R L A R
'Yolsuzluk siyaseti', sınıf ve ideoloji

Enerji sektöründeki yolsuzluklar Bakan Hilmi Güler'in deyimiyle "moral bozucu" boyutlara ulaşmış. Bakan'ın Meclis Yolsuzlukları Araştırma Komüsyonu'nda yaptığı açıklamaya göre, yolsuzluk milyarlarca doları buluyor. Özellikle 1990 sonrası enerji sektöründe uygulanan yanlış politikalar ve yolsuzlukların bu ülkeye maliyeti yaklaşık 40 milyar dolar.

Bir yanda "su zenginiyiz" diyerek Manavgat suyunu yurtdışına satmak için kurulan tesislerin müşterisi olmadığı için bekletildiği bir ülkede hidroelektrik santrallerindeki suyun enerji üretmeden boşa akıtılmasına şaşmamak gerekir. Mavi Akım Projesi'nde, Türkiye'nin doğalgaz kullanabilme kapasitesinin çok üstünde bir miktarı alma, kullanamadığının parasını ödeme (al ya da öde) garantisiyle yapılan anlaşma ülkenin geleceğini adeta ipotek altına alındığı gün yüzüne çıkıyor. Burada yolsuzlukların dökümünü verecek değilim. Ancak, bu vesile ile 'yolsuzluk siyaseti' üzerinde durmanın tam zamanı.

Türkiye'de ekonomi ve ülkenin kaynaklarını, kalkınma stratejilerini karmaşık ilişkilerin belirlediğinden hemen herkes kuşku duyar. Bu tercihlerde uluslararası sistemin dayatmaları, siyasi çıkar gibi faktörlerin belirleyici olduğu ve bunu da faturasının hep halkın sırtından ödetildiğinden yakınırız. Fakat, enerji sektöründe olduğu gibi bu yanlışlıkların 'moral bozucu' faturasının boyutları hiçbir zaman gündeme getirilmez. Örneğin, Manavgat suyunun İsrail'den başka (zaten proje bunu amaçlıyordu) alıcısı olmadığı için atıl bekletilmesi, sonunda da İsrail'in istediği fiyattan satmaya icbar edilmesindeki ideolojik dayatmayı az çok kestirilebilir. Ancak teknoloji, enerji, ulaşım, üretim gibi stratejik kararların alınmasında ne türden tercihlerin, güç ilişkilerinin, süreçlerin devreye girdiğini kestirmek halkın gözünde karmaşık sorunlar olarak durur. Tüm bu süreçleri 'dünya sistemi'nin Türkiye'ye biçtiği rol ve çizdiği sınırların belirlediğini söylemek komploculuk yapmakla suçlanmanız için yeterli sayılabilir. Oysa 'memleketin geleceği' ile 'memlekete biçilen geleceğin nasılı' arasında doğrudan ilişki olmadığını söylemek için olup bitenleri bilmemek bir yana bu ülkede farklı bir hayatınız olması gerekir.

Kalkınma stratejilerinin, kaynakların (insan ve doğal kaynaklar) kullanımına ilişkin kararlarda uluslararası ekonomi-politik ne kadar belirleyici olmuşsa iç politikanın, ideolojik kaygılar da o denli belirleyicidir.

Kısaca Türkiye'nin geleceğine ilişkin stratejik kararlarda iki temel faktör belirleyici olmuştur: Uluslararası sistemin Türkiye'ye biçtiği rol ve iç politikadaki ideolojik tercihler.

İdeolojik tercihler konusu iç politikayı, dolayısıyla çürüyen bir sistemin getirdiği ahlaki yozlaşmaya işaret eder. İdeolojik tercihler sınıfsal çıkarları beraberinde getirmiş; ideolojik seçkincilik sınıfsal ayrıcalıkların korunmasını esas alan ekonomik modelleri, sektörleri ve hatta teknolojileri belirledi, bu zamana kadar.

Demiryolu ya da rejim sorunu

Enerji sektöründeki moral bozucu yolsuzlukla başladığımız örneklendirmeyi felaket boyutlarına ragmen bir türlü moralimizi bozmayan(!) ulaşım sektörüyle sürdürelim. Avrupa'da, Türkiye'den başka, her türlü taşımacılığın bu kadar dengesiz olarak karayoluyla yapıldığı bir ülke yok. Demiryolu ulaşımı neredeyse Osmanlı döneminden kalma altyapı ile sürdürülüyor, daha doğrusu süründürülüyor. Demiryolu ile karayolu taşımacılığı arasında yapacağımız basit bir kıyaslama, karayolu taşımacılığındaki ısrarın nasıl ve ne türden ekonomik, ahlaki, ideolojik nedenlerle yapıldığına ışık tutabilir. Bir kere, ulaşım sektöründe şu faktörlerin değerlendirilmesi gerekir: enerji, teknolojik yeterlilik, birim taşıma maliyeti ve güvenlilik unsuru.

Türkiye, ithal ettiği her biri canavar kesilen kamyon ve otobüsler yerine demiryoluna ağırlık verseydi sonuç şöyle olacaktı. Teknolojik olarak yerli üretimin karşıladığı, birim fiyatının çok ucuz olduğu, binlerce insanın hayatına mal olan trafik kazalarının minimum düzeye indiği, enerji olarak da en azından daha ucuz ve yeterli olduğumuz bir alana yatırım yapılmış olacaktı. Şimdi ise hâlâ kuramadığımız bir otomotiv sektöründeki teknoloji, kullanılan enerji(petrol), her ana yenilenmek isteyen yedek parçasıyla tam olarak dışa bağımlı durumdayız. Birim fiyatın pahalı oluşu ve zaman kaybı ayrıca hesap edilmeli. En önemlisi binlerce insanın ölmesi ve sakat kalmasıyla sonuçlanan trafik sorunu tam bir milli felaket halinde önümüzde duruyor.

Tablo bu kadar açıkken demiryolunun atıl bırakılıp karayoluna yönelmemize neden olan gerekçe ekonomik mi, yoksa ideolojik midir? Ulaşım sektöründe yapılacak stratejik değişim bile rejim sorunu haline getirilebilir.

1990'lardan sonra yapılan enerji sektöründe yapılan yatırımlarda uygulanan yanlış politika ve yolsuzluklar bu boyutlara varırken aynı yıllarda Türkiye'yi çağın gerisine götürmek isteyen, 'gericilik'le mücadele de doruk noktasına ulaşmıştı..

Küreselleşmenin farklı ekonomik ve politik ilişkileri devreye soktuğu dönemde Türkiye'ye daha değişik roller biçilmiş görünüyor. Statükonun direnişi ile küresellik taraftarlığı arasında sıkışmadan, yeni ilişki biçimlerini anlamak ve anlamlandırmak zorundayız. Statükonun karşısındaki her söylem bize "gül bahçesi vaat etmiyor".


24 Haziran 2003
Salı
 
AKİF EMRE


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED