|
|
Aydın Doğan, yok etmek istediği Sabah Grubu'nu satın almak için BDDK'ya mektup yazdı... İşte kartelin derdi... Medyada tek güç olmak için her yola başvuran Doğan Grubu, batırma taktiğinde başarılı olamayınca Sabah Grubu'nun TV ve gazetelerini ele geçirmek için 500 milyon dolarlık teklif verdi..." Hürriyet ve Sabah genel yayın yönetmenlerinin sert polemiğine neden olan haber, Akşam gazetesinde (11 Ekim) bu başlık ve spotla yer aldı... Haberin flaşında, "kartelin derdi" biraz daha açılıyordu: "Sabah ve Çukurova gruplarının Yaysat'tan; Atv'nin BİMAŞ'tan ayrılmasıyla medyadaki dağıtım ve reklam pazarlama tekeli kırılan Aydın Doğan, bu grupları dize getiremeyince ele geçirme operasyonuna başladı. AKŞAM, Doğan'ın sahibi olduğu Milliyet gazetesinde önceki gün Sabah Grubu'na karşı başlatılan şaibeli kampanyanın altında, bu grubu ele geçirme operasyonunun yattığını ortaya çıkardı." Akşam'ın verdiği bilgilere göre, "Doğan, ekim ayı başında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu'na (BDDK) bir mektup göndererek, 500 milyon dolar karşılığında SABAH ve ATV başta olmak üzere 7 gazete, bir televizyon kanalı ve bir dergi grubuna talip" olmuştu. Bu önemli haber, son iki haftadır süren "gruplararası çatışma ve ipliğini pazara çıkarma" haberleriyle aynı kaderi paylaştı: Okurlar, haberin doğruluğundan emin olamadılar. Fakat ertesi gün (12 Ekim) Ertuğrul Özkök bir yazı yazdı ve haberin doğru olduğunu kabul etti. Aydın Doğan gerçekten de "bir konsorsiyum" adına Sabah Grubu'nu satın almak için teklif vermişti. Özkök'e göre haber doğruydu ama, eksikti. "Bir teklifin perde arkası" başlıklı yazının birinci sayfa anonsunda mesele şöyle özetlenmişti: "Devlete 5 milyar dolar borcunu ödemeyenler şimdi BDDK'ya verilen 500 milyon dolarlık teklifin güya metnini yayınlıyorlar. Ama kendi işlerine gelen bölümünü. Evet, BDDK'ya bir teklif verildi. Ama bu teklifte iki çok önemli madde vardı... 1) Aydın Doğan bu konsorsiyum içerisinde yüzde 20'den fazla hisse sahibi olamayacak. İstenirse bunu da devredecek. 2) Teklif verilen yayın kuruluşlarının editoryal bağımsızlığı konusunda güvence verilecek. Ayrıca aynı güvence çalışanlarına da verilecek." İçerde, aynı fikir "yüzsüzlük o hale gelmiş ki" gibi bazı suçlama sözcükleri eşliğinde sürdürülüyor, teklifin Akşam'da yer almayan iki unsuru bir kez daha hatırlatıldıktan sonra toplumun teklifçilerin safında yer alması gerektiği fikri savunuluyordu. Şöyle ki: "Söyler misiniz bunda yadırganacak, ayıplanacak ne var? Adamlar devletin 5 milyar dolarını batırmışlar, utanmayacaklar... Aydın Doğan bu şirketlere 500 milyon dolar teklif vermeye utanacak... 1.1 milyar doları devlete takan adamlar, ayda 200 bin dolar gibi cep harçlığıyla bu şirketlerin üzerine oturmaya çalışacaklar, Aydın Doğan bir konsorsiyum adına 500 milyon dolar teklif vermeye utanacak... Bir ülkede utanmama ve yüzsüzlük, teklif verme cesaretini piyasadan kaçıracaksa bunun hesabını bizim değil toplumun sorması gerekir." Ergun Babahan'ın cevabına geçmeden önce, Ertuğrul Özkök'ün "yazılmayanı yazdığı" bölümde yer alan olgusal bir problemi aktaralım, ardından cevaplanmaya muhtaç olduğunu düşündüğümüz bir-iki soru soralım: Önce olgusal problem... Özkök'ün, Akşam'ın haberinde yer almadığını söylediği iki önemli noktadan daha önemli olanını bir kez daha hatırlayalım: "Aydın Doğan bu konsorsiyum içerisinde yüzde 20'den fazla hisse sahibi olmayacak. İstenirse bunu da devredecek." Özkök böyle diyor ama anonsun hemen yanında, "Sabah'a 500 milyon dolarlık teklifin tam metni" başlıklı haberde "İstenirse bunu da devredeceğine" ilişkin hiçbir unsur yer almıyor. Mesele ancak Ertuğrul Özkök'ün köşesine gidince anlaşılıyor. Burada, yüzde 20'lik sınırın belgede yer aldığı hatırlatıldıktan sonra, "icabında onu da devredecek" faslı "BDDK Başkanı'na söylenilen bir başka nokta daha var..." diyerek aktarılıyor. Burada altının çizilmesi gereken kelimenin "söylenilen" olduğunu siz de anlamışsınızdır. Yani: Aydın Doğan'ın yüzde 20'yi istendiği takdirde devretmesi meselesi belgede yer almıyor, bu "sözlü" olarak iletilmiş BDDK başkanına... Bu noktadan, Özkök'ün argümanlarının zayıf olduğu noktalara geçebiliriz... Her şeyden önce şunu sormak gerekiyor: Teklifte yüzde 20'lik hisse sınırının olmasının ya da onun dahi icabında devredilebileceği şartının ne önemi var? "Konsorsiyum"daki "yaratıcı, girişimci, öncü akıl" belli ki bizzat Aydın Doğan'ın kendisi... Bu durumda fiilen onun içinde olup olmamasının ne önemi var? (RTÜK tartışmaları sırasında bizzat gruptan yükselen gölge sahip-gerçek sahip itirazlarını hatırlayın; mümkün yani böyle şeyler...) İkincisi: Bu "konsorsiyum" kim allah aşkına? Kimler tarafından oluşturulduğu neden açıklanmıyor? Üçüncüsü: Mademki hiç utanılacak bir teklif değildir bu, hatta karşı çıkanlara toplumun hesap sorması gereken "cesur", halkın çıkarlarını gözeten bir teklifle karşı karşıyayız... Eh, haber değeri de apaçık olduğuna göre, Doğan Grubu neden bu kutsal teklifi verilir verilmez haberleştirmemiştir? Neden teklifin bir gazetede "yalan-yanlış" fâş edilmesi beklendikten sonra bu işe girişilmiştir? Son soru: Ertuğrul Özkök, şu editoryal bağımsızlık konusunda verilen sözlere gerçekten inanmakta mıdır? Mesela "konsorsiyum" grubu satın alsaydı, Sabah'ta gene "İş-Doğan ortaklığının, hisselerinin bir bölümünü, bir süre önce satın aldığı POAŞ'a devredeceği ve böylece zararın bir bölümünü POAŞ'ın hisse senetlerinin sahiplerine yıkacağı" haberini okuyabilecek miydik? Yarın: Ergun Babahan'ın Ertuğrul Özkök'e üstüste iki yazıyla verdiği cevap... Babahan'ın argümanlarının zayıf noktaları ve bu tartışmada daha net bir şekilde cevaplaması gereken sorular... (A.G.)
Akşam gazetesinden İzzet Sedes'in "Kürt devleti sırrı..." (15 Ekim) başlıklı yazısından:
"Dünya Irak'la meşgul, her gün Irak ve ABD ile ilgili dünyada her türlü haber yayınlanıyor. Bush'un yakında bir operasyona hazırlandığı, buna karşı Saddam'ın görevinin uzatılacağı, v.s. gibi.
Gazetelerde her gün, her türlü olasılık ve yorumlar yayınlanıyor, yalnız bir tek konuya değinilmiyor. Kuzey Irak'ta bir kürt devlet kurulacağı ve Kerkük'ün başkent olacağı.
Gazetelerimizde yayınlanan Kuzey Irak'la ilgili bu haberler hakkında dünya basınında tek bir satır yok. Çok garip değil mi? (...)
"Çok kritik bir bölgede yeni bir devlet kurulmak üzere iken bu sessizliğin özel bir nedeni mi var, yoksa basınımız mı durumu abartıyor? Doğrusunu isterseniz, bu konuda kesin fikir sahibi değilim.
Yabancı basını yakından izlediğim ve bu konuda gazetelerimizde yazılanlara benzer haberlere rastlamadığım için merak ediyorum. Dünya basınında şu ya da bu şekilde Irak'tan her gün sözedilir, her türlü yorum ve haberler yayınlanırken, 'Kuzey Irak'ta bir kürt devleti kurulmakta olduğuna' tek kelime ile dahi değinilmiyor. Garip değil mi?...
Nedir bu, ABD gizli servisleri bir oyun mu çeviriyor? Washington'un, kürtlerle iyi geçinerek onları Saddam'a karşı kullandığı, bu yüzden taviz verdiği biliniyor. Ayrıca, Ankara'yı, rahatsız etmek, ürkütmek ve Irak'a yapacağı müdahalede tam olarak yanına çekebilmek için, birtakım yanlış haberler mi sızdırılıyor dersiniz?..."
Aynı konuda aynı gün yayımlanan iki haber
Vatan (11 Ekim) gazetesi iyi bir habercilik örneği vererek Emniyet Genel Müdürü'nden özel bir mülakat koparmayı başarmış... Gazete mülakatı "Emniyet Genel Müdürü Önal Vatan'a konuştu" başlığıyla veriyor. Fazla ilerlemeden daha spottan anlaşılıyor ki, mülakatın merkezine Genel Müdür'ün AB Komisyonu'nun hazırladığı raporda da sözü edilen "işkence" meselesi hakkındaki açıklamaları yerleşmiş: "Kemal Önal, üyelik sınavında Türkiye'yi işkenceden çaktıran AB'ye '10 yıl önceki Manisa davasını önümüze koyuyorlar. Somut olay söylesinler. Üzerine gidip gitmediğimizi görsünler' diye cevap verdi". Görüyorsunuz, daha spotundan itibaren nasıl bir haberle karşı karşıya olduğumuz besbelli... (Aslına bakarsanız, işimiz Kronik Medya olmasa metnin tamamını okumaya da gerek yok!) Neyse... Muhabir soruyor: "AB raporunda Türk polisi suçlanıyor. İşkenceye karşı ne gibi önlemler alınıyor?" Tahmin ettiğiniz gibi Genel Müdür açısından cevaplanması çok kolay bir soru. Genel Müdür: "...Artık polisimiz suçluya ulaşmada sanıktan delile değil, delilden sanığa ulaşıyor. Tüm kamuoyunu temin ederim ki böyle bir olay bize intikal ettiğinde asla müsamaha göstermiyoruz...." Muhabir gecikmeden ikinci "canavar" sorusunu yetiştiriyor: "Buna rağmen iddiaların önünü kesemiyorsunuz?" Genel Müdür cephesinden bu soru ilkinden de "balık" bir soru... Cevap: "Bakın diğer Avrupa ülkelerinde, Amerika'da polis hakkındaki iddia ne kadarsa Türk polisi hakkındaki iddia da o kadardır. Eksiğimiz var, fazlamız yok. Bu konuda iddialıyız. Örnek olarak hâlâ Manisa Davası önümüze konuluyor. 10 yıl önceki bir olaydır. Orda suçlular varsa adli makamlar gereğini yapar. Yüce adalet gereğini yapacaktır. Bize somut olaylar söylesinler. Şurada, şu kişiye işkence yapıldı desinler. Bakın üzerine gidiliyor mu gidilmiyor mu....." Genel Müdür'ün açıklamasını fazla uzatmıyoruz, çünkü mesele yeterince anlaşıldı sanırız... Emniyet Genel Müdürü'nün Vatan'a "özel" mülakatı işte böyle başlayıp bitiyor. Şimdi soralım: Bu nasıl bir habercilik? Genel Müdür'den bir mülakat koparmayı başaran Vatan muhabirinin bir şeyleri anlamak gibi ciddi bir niyeti mi var, yoksa "laf olsun, mülakat dolsun" peşinde mi? Genel Müdür'ün insanı gülümseten açıklamaları karşısında anlamlı tek bir soru filan hak getire... Genel Müdür canının istediği gibi anlatırken muhabire düşen tek görev ses kayıt cihazını gözetmekten ibaret. Çok şaşırtıcı bir durum doğrusu. Muhabir hiç değilse, Genel Müdür'ün çok şikayetçi olduğu Manisa Davası üzerine birkaç soru soramaz mı? "10 yıl önceki" bu olayın hâlâ niçin sürdüğünü, duruşmaya çağrılan polis memurlarının adreslerinin nasıl olup da bir türlü bulunamadığını filan soramaz mı? Yok eğer bu gazeteciliğin adı "mülakat olsun da nasıl olursa olsun, yeter ki sayfa dolsun" gazeteciliği ise o başka tabii.... Siz şu güzel tesadüfe bakın ki, Vatan'da bu röportajın yayımlandığı gün Radikal'de de Saliha Çolak'ın "İskence yapan değil rapor tutan yanacak" başlıklı haberi yer alıyordu. Bu haberle Genel Müdür'ün Vatan'da yayımlanan açıklamaları yanyana konunca ortaya öyle traji-komik bir manzara çıkıyordu ki anlatılamaz.... Çolak, TBMM İnsan Hakları Komisyonu'nun Türkiye çapında cezaevleri, karakollar ve emniyet müdürlüklerini kapsayan incelemeler sonucu hazırlanan ve yaygın olarak işkence yapıldığını resmen belgeleyen raporların nasıl sonuçsuz kaldığını özetleyerek şöyle yazıyordu: "İşkence yaptığı iddia edilen kamu görevlilerinden hiçbiri yargı önüne çıkarılamadı ama seçimlerin hemen ardından raporları hazırlayan Komisyon Başkanları Sema Pişkinsüt ve Hüseyin Akgül, yargıya hesap verecek." Evet, işte size birbirinden çok uzak, birbiriyle hiç uyuşmayan iki farklı habercilik anlayışının ürünü iki haber.... Bir tarafta Genel Müdür'ün "Somut olay söylesinler. Üzerine gidip gitmediğimizi görsünler" şeklindeki açıklamasını haber başlığına taşıyan Vatan, diğer tarafta niçin işkence yapanın değil de rapor hazırlayanın "yanacağını" okurlara derli toplu açıklayan Radikal... Aynı konuda aynı gün yayımlanan iki haber bunlar. Radikal'in haberinde muhabir konusunu ciddiye alıp gerekli araştırmayı yaptıktan sonra klavyenin başına geçmiş, diğerinde Genel Müdür'ün açıklamalarına ulaşmak için zahmet edip muhabir göndermek yerine kargoyla ses kayıt cıhazı yollasanız da pek bir şey farketmez! (K.B.)
Münasebetsiz bir manşet
Vatan gazetesinin 15 Ekim tarihli manşeti: "Derya Tuna'ya üç kurşun / Sizce kim vurdurdu?" Ne "münasebetsiz" bir manşet bu böyle... Her şey tamam, okur olarak bir bu soruya cevap vermemiz eksikti... Kimin vurdurduğunu biz nerden bilelim! (K.B.)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |