UİP kuruluş amacını ıskaladı mı?

04:0021/01/2025, Salı
G: 21/01/2025, Salı
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.

Arş. Gör. Mustafa Yanç / Bartın Üniversitesi

2012 yılının güz dönemi yenice başlamış, bizler doğup büyüdüğümüz toprakların uzağında, gurbet içinde gurbetin getirmiş olduğu şaşkınlıkla Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Arapça hazırlık sınıfında oturuyoruz. Anavatanımız olmasına rağmen hepimiz Türkiye’deki bir üniversitede ilk dersimize başlamanın heyecanını yaşıyoruz. Hocamız tanışma mahiyetinde birkaç cümle sarf ettikten sonra sessizliğimize karşılık “Arkadaşlar beni anlıyor musunuz?” diye sormuş, dünyanın muhtelif köşelerinden geldiğimiz için Türkçe anlamadığımızı düşünmüştü. Oysa biz ailelerimizden ve hocalarımızdan aldığımız eğitim gereği söz hakkı tanınmasını beklemiştik.

Bizler 2006 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hayata geçirmiş olduğu UİP (Uluslararası İlahiyat Programı) projesinin Bursa’daki ilk öğrencileriydik. Projenin fikrî öncülüğünü üstlenmiş değerli büyüklerimiz yurt dışında yaşayan gurbetçi gençleri Türkiye’de yüksek din eğitimi-öğretimi veren kurumlarda öğrenime tabi tuttuktan sonra dilini, kültürünü, yaşantısını bildiğimiz coğrafyalarda istihdam etmeyi hedeflemişlerdi. Bu çok iyi düşünülmüş bir projeydi. Çünkü dünya siyasetinde günden güne Müslümanların aleyhine gelişen olaylar Türkiye’den din görevlilerinin getirilmesini zorlaştırıyordu. Hatta tamamen engelleneceği de öngörülüyordu.

TEMELİMİZ YOK SAYILDI

UİP’e ve bizlere bağlanan ümitlerin boşa çıkmaması için elimizdeki imkânları seferber ederek ve azimle çalışarak mezun olduk. Fakat gerek yurt içinde gerekse yurt dışında istihdam edildiğimiz ve tam da meyve vermeye başladığımız şu günlerde yeterliliğimiz sorgulanır oldu. İmam Hatip ortaokul ve liselerinden mezun olmadan sadece üniversitede dinî eğitim ile tanıştığımız zannıyla temelimizin olmadığı iddia ediliyordu. Oysa bizler, ezanların yerine kilise çanlarının yankılandığı topraklarda küçük yaşlardan itibaren Allah’ın kitabını ve Resulünün (sas) sünnetini öğrenebilmek için resmî eğitim saatlerinden sonra Kur’ân kurslarında akşam saatlerine kadar eğitim görmüştük. Bir kısmımızın göğsü hafız olmanın haklı sevinciyle kabarırken, kimimiz düzenlenen dinî bilgiler ve Kur’ân-ı Kerîm’i güzel okuma yarışmalarında rakipleriyle boy ölçüşebilmek için gece gündüz çalışıyordu. İlerleyen gençlik yıllarımızda ise Kur’an kurslarının bizlere sunduğu eğitimin üzerine bina edebilmek için tefsir, hadis, kelam, İslam tarihi, hitabet, Arapça gibi çeşitli ilimlerde mesafe aldık. Üstelik bu eğitimi Türkiye’de yetişmiş ve yıllarını eğitime adamış, değerli hocaların dizlerinin dibinde elde etmiştik. Fakat geldiğimiz noktada “temeli olan hocaların yetersiz öğrencileri” diye anılır olduk.

Peki UİP’in ve dolayısıyla bizlerin eleştirilmesinin sebepleri neydi? İlahiyat eğitimimiz boyunca aldığımız ve azimle takip ettiğimiz dersler bize gerekli eğitimi sağlayamamış mıydı? Yoksa İstanbul, Ankara, Bursa ve Konya gibi eğitim hayatımız boyunca misafir olduğumuz şehirlerde kendi çabalarımızla edindiğimiz özel eğitimde mi eksiklik vardı? Beş yıllık ilahiyat eğitimi neticesinde hala kendisini yeterli görmeyip 3 yılını Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uzun süreli hizmet içi eğitimine feda eden arkadaşlarımız mı yetersiz kaldılar? Veyahut lisansüstü eğitime devam edip yetiştiği ülkeye geri döndüğünde yükseköğretim hayalleri kuran dostlarımız mı?

GURBETTEKİ MİNİK RUHLARIN BU GENÇLERE İHTİYACI VAR

Akla gelen sorulardan bazıları Diyanet Vakfı’nın çabalarıyla günümüzde halen sürdürülen projenin yetersiz olduğu kanaatine nasıl varılmıştı? Türkiye’de doğup yetişen din görevlisini yabancısı olduğu coğrafyada görevlendirmeyi gerektirecek sebepler nelerdi? Yetiştiği ülkenin günlük yaşantısına, diline ve kültürüne vakıf olan UİP mezunu kardeşlerimizin hangi açıklarını kapatacaklardı? İkinci memleketi olan yabancı topraklarda ailesi ve bütün sevdiklerini geride bırakarak sadece Allah’ın dinine hizmet edebilmek amacıyla hicret edenler şimdi neden istenmiyordu? Oysa onlar göreve geldikleri andan itibaren ana dillerinin yanında yabancı dillerde vaaz ve sohbetler verebilme, hutbe irad edebilme kabiliyetine sahiplerdi. Allah’ı tanımayan insanların İslam’ın nuruyla aydınlanmalarına vesile olduklarında çocuklar gibi mutlu oluyorlardı. Yurt dışındaki resmi okullarda kurtarılmayı bekleyen minik ruhları Hz. Peygamberin (sas) en güzel ahlakıyla tanıştırıyorlardı.

EMANETİ EHLİNE VERMEK

Her şeyi bir kenara bırakıp elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim. Bu anlatılan faaliyetler sınırlı bir süreyle yurt dışına gönderilen, orada bulunduğu dönem boyunca ülkenin kültürü ve diline hâkim olamayan, hal böyle olunca da çok sınırlı bir kitleye hitap edebilen görevlilerin eliyle sürdürülebilecek midir? Veyahut mevzubahis ülkede yetişmiş, toplumumun her tabakasına, din, kültür, dil ayırt etmeksizin hitap edebilen, toplumun ihtiyaçlarından haberdar olan, kendinden ve eğitiminden emin olanlar mı idame ettirilebilir? Anavatanımızdan gelen elleri öpülesi muhterem hocalarımız geçmişteki 40-50 yıl boyunca gurbetçi dedelerimizin, ebeveynlerimizin ve bizlerin dinî gereksinimlerini karşılamışlardır. Fakat teknolojinin insanı pençelerinin arasına aldığı ve insanlığın yeni arayışlar peşinde olduğu günümüz dünyasında dil, kültür ve sosyal hayata dair kazanımlar dinî bilgi ve pedagojik formasyon ile birleşmediği sürece elle tutulur bir sonuca ulaşmak hayalperestlikten de ötedir. Cümlelerimizi sözlerin en güzeli olan Kur’ân’a kulak vererek sonlandıralım. “Muhakkak ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bu emriyle size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve her şeyi hakkıyla görür.” (Nisa, 4/58)



#UİP
#Diyanet
#Toplum