Vedâda kavuşmak, sürgünde hicret var

04:0016/01/2025, Perşembe
G: 16/01/2025, Perşembe
Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

İsrail, vedâ etmiş olmanın ıstırabını bir kez duysaydı, kimseye zulmedemez, insanlığın onurunu incitemezdi. Holokostla yüzleşmiş olsaydı, bugünkü zulüm çarkını ve kıyım makinesini işletmezdi. Çünkü yüzleşmek de kendinde olmasını istemediklerinle vedâlaşmaktır.

Hatice Ebrar Akbulut / Yazar

Vedâ sıradan bir ayrılma biçimi değildir. Vedâ ipleri koparmak, bir insanı ya da bir mekânı nefret ve sevgisizlikle geride bırakmak, onu bir daha hatırlamamak ve onunla bir kez daha karşılaşmamak üzere yolları ayırmak da değildir. İnsan birine vedâ ederken onu esenlikte bırakarak, o âna değin onunla geçen vakitlerin hatırasını koruyarak, onun sevgi ve muhabbetini kalbinde taşıyarak gider.

Vedâ, ayrılık ve uzaklık içerse de hiçbir mesafenin tesir edemeyeceği, dokunamayacağı bir kavuşmayı taşır içinde. Çünkü vedâ edenlerin dilinde birbirine karşı kötü söz, anlamsız bir bakış, kırıcı bir tavır olmaz. İçinde hüzün de olsa, yaşanmış birtakım olumsuzluklar ve kırgınlıklar da olsa vedâ dostluk iledir. Hoşça kal demektir, aklımdasın, seni unutmayacağım, bir gün karşılaşacağız, bir gün elbet buluşacağız, aramıza mesafeler girse de gönlümüz hep yan yana, gidiyorum ama hep aklımda olacaksın, bir gün elbet döneceğim o zamana dek hoşça bak zâtına gibi birçok vefâ, sevgi ve dostluk cümlesi eşlik eder vedâlara.

Zaten vedâ kelimesinden türeyen vedat kelimesi de sevgi, dostluk, muhabbet anlamlarına gelir. Seniyyetü’l-vedâ Medine’ye gelenlerin karşılandığı ve ayrılanların uğurlandığı tepenin adıdır. Vedâ eden uğurlanır, sonra yine karşılanır. Veda geçmişi unutmayış ama yeni olana da bir yer açıştır.

İsfehanî o meşhur sözlüğü el-Müfredat’ta vedanın çeşitli anlamlarına değinirken yumuşak kalplilik ve sakinlik anlamına geldiğini belirtir. Sözlüğe göre vedâ kelimesi ve ondan türeyen kelimeler, insanın kendi içindeki mücadeleyi terk etmesi, bir şeyle ilginin kesilmesi, yolculuğa çıkanın ardından iyi dileklerde bulunmak, misafiri uğurlamak, bir şeyi bırakmak gibi anlamları içerir.

HÜZÜN VE SEVİNCİN İÇ İÇE GEÇİŞİ

Kainatın işleyişi vedâlardan ibarettir. İnsanın yeryüzüne gelmesi ve yeryüzünden gitmesi de bir vedâdır. Yojiro Takita’nın yönetmenliğini yaptığı orijinal ismi Okuribito/Departures olan Son Veda filmi, insanın doğum ile ölüm arasındaki yolculuğunu dokunaklı bir şekilde anlatır. İnsanın çocukluğuna, mesleğine, yaşadığı yere vedâsını bir müzisyenin gözünden aktarır. Film son derece dramatik bir şekilde ölünün tabuta hazırlanırken geçirdiği safha ile açılır. Film daha en başından insan hayatının türlü vedâlarla yüklü ve henüz yaşanmamış vedâlara gebe olduğunu anlatır. Babası tarafından terk edilen müzisyen ne yaralı geçmişiyle vedâlaşabilir ne de çocukluğunun travmatik günlerini unutabilir. Hafızasıyla sürekli bir hesaplaşma ve kendini sağaltma hâlindedir. Çocukluğunda yaşadığı bir vedâ artık hep karşısına çıkacak, bir gün hayat kaynağı olan çellosuyla da vedâlaşacaktır. Son Veda filmindeki müzisyen ölümle hayatın, gözyaşıyla kahkahanın, üzüntüyle sevincin, yas ile mutluluğun iç içe geçtiğini söyler gibidir.

Heidegger üzerine uzmanlaşan ve ölüm üzerine düşündürücü metinler kaleme alan Françoise Dastur “Ölüm karşısında geri durmaktansa ölümü hesaba katan bir yaşam trajikomedisinde üzüntüyle sevincin, kahkahayla gözyaşının kavuşturulması gerekir” der. Büyümenin ve olgunlaşmanın belki de en zor yanı insanın yas tuttuğu ya da acı çektiği, ruhunu dayanıklı kılan moral kaynakları tükendiği hâlde kalabalığa karışmaya devam etmesi, bir şey yokmuş, bir şey olmamış gibi yaşamaya çalışmasıdır. Vedâ tam olarak bu çelişkinin kendisidir. Bir yanın kırılıp dökülürken bir yanın kendini sağaltmak, saklamak ve yol almak zorundadır.

ÇİÇEK TOMURCUKTAN AYRILIP FİLİZLENİR

İnsan konuşurken ağzından çıkan sözcüklerle vedâlaşır. Sanatçı bin bir sancıyla uykularını bölerek, kimsenin şahit olmadığı nice emekler vererek eserini tamamladığında onunla vedâşır. Yazar metnini yazarken aklından ve kalbinden sökün edip gelen her harf, her kelime ve her cümleyle vedâlaşır. Ağaç meyve verirken meyvesiyle vedâlaşır. Bir çiçek filizlendikçe, körpe dalları erginleştikçe sürgün verir, önceki hâliyle vedâlaşır. Vedâlar önce kırar, sonra yeni ve başka güzelliklere yer açar ve tabii başka zorluklara da. Her vedâ bir tecrübedir. “İnsanım” diyen herkesin başına ayrılıklar, üzüntüler, yaşamak istemediği acılar gelir. İnsan durduğu yerde yeşillenip serpilmez. Hiç kimse tecrübeler edinmeden kendisine uygun olan toprağı bulamaz. Yürek nice yaralar, yangınlar ve acı tecrübelerden geçer de ancak öyle bulur yolunu. Zahmetsiz hiçbir şey olmaz. Bir taraftan yaparken bir taraftan yıkılır, bir taraftan ilmek atarken bir taraftan sökülür, bir yandan çabalarken bir yandan direnç kırılır. Hayat yolculuğunda kendini onarmak için ruh hep mücadele içinde olmak zorundadır, değilse insandan geriye yalnız yıkılmak kalır.

SİSLERİN İÇİNDE YÜRÜMEK

Vedâlaşmanın türlü biçimleri vardır. Bazen haberlidir vedâlar, bazen ansızındır, bazen olacağı önceden bellidir, bazen de insan ona hazırlıksız yakalanır. Zorunlu vedâlar da vardır, insanın kendi hür istek ve iradesine dayanan vedâlar da. Refik Halit Karay’ın Sürgün romanındaki Yüzbaşı Hilmi Efendi’nin vedâsı gibi. Hilmi Efendi zaruri koşullar sebebiyle Türkiye’den ayrılmak zorunda kalır. Beyrut, Şam ve Halep’te sürgün hayatı yaşar. Nereye giderse gitsin sevdikleri aklındadır. Gördüğü her sahnede, karşılaştığı her olayda kendi memleketinden, kendi insanından ve sevdiklerinden izler arar. O izlerle teselli olmaya çalışır. Çünkü vedâ bir kez değil, binlerce kez yaşanır. İnsan fiziken bir yerden bir kez ayrılır ama o ayrılış kalbin odalarında her tekrarlanışında yeniden yankılanır. Daha farklı olabilir miydi, başka türlü olsa nasıl olurdu, o âna geri dönebilse elinden bir şey gelebilir ve şu anki vaziyetin seyrini değiştirebilir miydi diye düşünerek vedânın yol açtığı sürgün hayatıyla yüzleşir.

Her insan kendi ömrünün yolcusudur, bakacağı izleri kestirebilir, gideceği yolları araştırmaya vakit bulabilir ama sürgün kişi, kendi yolunun yolcusu olduğu kadar başka yolculara da tutunmak, onların izlerini takip etmek zorundadır. Sürgün insan çoğu zaman gideceği yolları kestiremez, dakik ve hızlı olmak zorundadır. Uzun uzadıya vedânın bıraktığı hüzünle meşgul olacak zamanı yoktur ama gittiği her yerde, durduğu her durakta kalbini sızlatacak bir duyguya kapılır. Vedâsı onunla her yere gelir. Hilmi Efendi’nin şu sözlerinde sürgün insanın her şeye bir vedâ ve hatır nazarıyla bakışı sanki resmedilir: “Gönülde bir de sevgi ve hasret taşıyan yolcu, vardığı yabancı memlekette yeni manzaralara baktıkça bu sevginin tazelendiğini ve oradaki mesafe uzadıkça hasretin taze bir kuvvetle tekrar canlandığını duyar, her değişiklik aşkın yeni bir hamlesine sebep olur.”

Her şeyden uzakta ve kalbi merak içinde kalan kişinin sevincinde de kederinde de buruk bir tat vardır. İyi haberler de kötü haberler de buruk ve kekre bir tat ile karşılanır. Hilmi Efendi, kendisi sürgün olduktan sonra ailesinin dağıldığı, biricik kerimesinin, her şeyden sakınarak büyüttüğü kızının istemediği bir hayata düştüğünü öğrenince içinde bulunduğu vaziyeti sislerin içinde yürümek olarak tasvir eder. Bu hâle düşen bir adam için gece olmuş gündüz olmuş, kış geçmiş yaz gelmiş fark etmez. Artık dünyanın tek bir aydınlığı, tek bir rengi vardır, o da sis. Hilmi Efendi bu sisi, tüten bir odun parçası gibi dumanını kendisiyle beraber gittiği her yere sürükleyecektir.

GÜZEL BİR YOL ACI DOLU DÖNEMECİ GEÇİNCE BAŞLAR

Sürgün olan, sığınmacı ve mülteci durumuna düşürülen, ev hissinden mahrum bırakılan insanlar her yolu bir ev bulma, her evi bir yurt bilme, her insanı sığınılacak bir umut olarak görme inancıyla sisli bir yolda yürür. Çünkü başka bir şansı, tesellisi, direnç kaynağı kalmamıştır. Bu şans bazen çok talihli bir yola dönüşür, bazen de ölüm, yolun kendisi olur. Kimliğinin her parçası geride kalarak, evini, yolunu, sevdiklerini, okulunu, insanı kendisi yapan her şeyi geride bırakarak, hiçbir güvence olmayarak bir bavula, hatta belki alelacele canını kurtarmanın telâşıyla bir poşete koyulan, sonunda taşımaktan usanınca bir yerde bırakılacak üç beş parça eşyâ ile ne olacağını bilmeden, hayat ne sunacak, nelerle karşılaştıracak kestiremeden bin bir umutla yürümek. Oruç Aruoba, “Her yerini, yeni bir yol kılmayı öğren, daha da iyisi, yolunu hep bir yer kılmayı…” der. Sürgün kişi, yersiz ve yurtsuzluğunu hiçbir yere koyamaz ama kendi içine sığdırır, sığdırmak zorundadır. Tıka basa dolu bir botun içinde karşıya geçerken kıyıya vuracağını bilse de vazgeçmez. Gittiği yerde öteleneceğini, dışlanacağını, sevilmeyeceğini bilse de dönmez. Çalıştığı işte mesaisinin karşılığını alamayacağını bilse de ayrılmaz. Sürgün insan yürüyüşünü bir yol kılmak, yoluna yer diye sığınmak zorundadır. Kendi içine sığdırdığı itilmişlik duygusuyla baş edebilmesinin tek yolu, bu duyguyu reddetmeden, onu kabul ederek yaşamasıdır. Kabul edince bütün zorlukların içinden güçlenerek çıkacağını, yitirse de yeniden bulacağını, ümitsizliğe düşse de sonra yine yola koyulup ümidin bin bir rengini kuşanacağını bilir. Çünkü bazen güzel şeyler kederli haberlerle, acı veren bitişlerle gelir. Güzel bir yolun başlangıcı, acı dolu bir dönemeci geçince görünüverir. Elem ve ıstırap dolu günlerin geride kalışını hüzünle karışık bir şükür içinde yâd edeceği zamanlar da gelir. Sürgünün lügatinde yılmak diye bir eyleme yer yoktur. Olabilecek vedâların en ağırını, en zorunu zaten yaşamıştır.

İNSANLIĞA DÖNME İMKANLARINI YİTİRDİLER

Zulümden kaçıp bir hicret yurdu arayan insanlar, gittikleri yerde vedânın belki de en acı yüzüyle karşılaştılar, hoş karşılanmadılar, onlara ilk olarak “Neden buradasın, git savaş!” denildi. Toplumun huzurunu bozan, hiçbir yerde istenmeyen, bir güvenlik sorunu olarak her yerden kovulan ve toplumdan izole edilen mülteciler mi bu dünyanın istenmeyen unsuru yoksa evleri bombalayan, sokakta oynayan çocukları doğrudan hedef alan, okul, hastane, sığınak, yetimhane, yaşlı, kadın, bebek demeksizin masum ve savunmasız insanları kendi topraklarında katleden ve kimseye de vereceği bir hesabı olmadığını zanneden sistem ve bu sistemin mimarları mı? İnsan kıyım mekanizmaları, yok ettikleri hayatlarla geri kalan insanlara şunu söyler: Hiçbir hukuki yola başvurma hakkınız yok, biz ceza alacak değiliz. Herhangi bir bebeği öldürmemiz sıradan bir durumdur. O bebeğin annesi ya da dünyanın geri kalanı olarak sizler, birer hak arayıcı ya da savunucu olarak karşımıza çıkamazsınız. Çünkü katlettiklerimizin hesabını verecek, onların yaşama hakkını ahlak ve etik çerçevesinde değerlendirecek değiliz.

Müflis vicdanlarıyla insanlığa işte bu mesajları verenler, hiçbir şeyle vedâlaşamazlar. 1947’de Filistin’e gelen Yahudiler, slogan ve pankartlarla şöyle demişlerdi: “The Germans destroyed our families, don’t you destroy our hopes.” Almanlar ailelerimizi yok etti, siz umutlarımızı yok etmeyin. Bu cümleyi haykıran Yahudiler, şimdi Filistinliler için “Bu hayvanımsı varlıkların hepsini yok edeceğiz” diyorlar. Zulmü tatmış olan, eziyet çekmenin, sürgün olmanın, haksızlığa uğramanın ne olduğunu bilen öteki olarak gördüğüne böylesine bir zulüm yaşatamaz. Bir zamanlar kendisi de bir yerlerin ötekisiydi. Bir zamanlar istenmeyen, yabancı ve yok edilmesi gereken bir unsur olarak görülen kendisiydi. İsrail, vedâ etmiş olmanın ıstırabını bir kez duysaydı, kimseye zulmedemez, insanlığın onurunu incitemezdi. Holokostla yüzleşmiş olsaydı, bugünkü zulüm çarkını ve kıyım makinesini işletmezdi. Çünkü yüzleşmek de kendinde olmasını istemediklerinle vedâlaşmaktır. İsrail, yaşamış olduğu zulümlerle seçilmiş ve biricik olduğuna inandı. Bu narsist ve patolojik inanç, onu başka hayatları mahvetme ve onları yeryüzünden silme konusunda azgınlaştırdı. Yani ondan insanlığa dönme imkânını aldı.

GÖÇMEN KUŞLAR YUVALARINA DÖNÜYORLAR

Yıllar süren bir direniş mücadelesinden sonra evinden ve yurdundan ayrılan insanlar, katil bir rejimin devrilmesiyle bir zamanlar vedâ ettikleri topraklara tekrar döndüler. Bunca işkencenin, sıkıntının ve zulmün üzerine bin bir umutla kenetlenerek düzen kurmaya başladılar. Mariana Oliver Göçmen Kuşlar kitabında “Bir yeri yeniden inşa etme arzusu, ne kadar değişmiş olursa olsun, oradan asla ayrılmama dürtüsünden farklı bir şey değil. Savaştan sonra çoğu kadın belki de taşların hâlâ sevdiklerinin kokusunu taşıdığı inancıyla şehirlerini terk etmeyi göze alamadı” der. Tarumar olmuş, dağılmış, eski hâlinden hiçbir eser kalmamış topraklarında sevdiklerinin kokusunu duyan Suriyeliler, içlerinde vedânın her türlü rengi ve acısıyla evlerini ve yurtlarını yeniden mamur ederek, yeniden hayat vererek bir insanlık hikâyesi yazıyorlar. İyice okuyabiliyor muyuz, iyice anlayabiliyor muyuz, bütün mesele bu…



#Toplum
#Aktüel
#Hayat