Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB), yurt dışında yaşayan vatandaşların ve soydaşların geçmişte çekilmiş hatıra fotoğrafları ve hikâyelerini içeren göç temalı “Sandıktaki Fotoğraflar” adlı ödüllü yarışma düzenledi. Yarışmayla birlikte en değerli göç hatıraları gün yüzüne çıkarak, kitap olarak yayınlandı.
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Abdullah Eren, “Sandıktaki Fotoğraflar’ isimli çalışma, göç eden vatandaşlarımızın birbirinden farklı hâtıralarının sabitlendiği fotoğrafları ve bu fotoğraflara iliştirilmiş hikâyeleri tozlu sandıklardan çıkarıp tüm vatandaşlarımızın bilgisine toplu olarak sunmayı, böylece göç hareketliliğinin sosyolojik boyutlarını daha anlaşılır kılmayı amaçlamıştır. En önemlisi de, aksi hâlde yalnızca o vatandaşlarımızın çocuklarına ve torunlarına miras kalacak olan paha biçilmez hikâyeler ve hayat dersleri, böylece tüm ülkemize ve gelecek nesillere mâl olmuştur” dedi.
Otomobil fabrikasında içine kablo döşedikleri arabaları hiç süremediklerini anlatan Sağlam, “Ürettiğimiz arabaların hepsinin içindeydik ama hiç süremedik. Sabahtan akşama kadar fabrikada çalışıyorduk. Mesai sonrası ve tatillerdeyse caddelerde sokaklarda egzoz şanzıman değiştiriyor tamirat yapıyorduk” diyor.
Seyfi Sağlam’ın bir diğer anısı da 1972’de göç ettiği Almanya’dan Türkiye’ye yolladıkları fotoğraflarla ilgili. Sağlam, Türkiye’ye gönderdikleri fotoğrafları özellikle televizyon önünde poz vererek çekildiklerini anlatıyor: “Türkiye’de insanlar geniş evlerinde otururken bizim evlerimiz 40-45 metrekare idi. Ama televizyon hep baş köşede. Önünde çektirirdik fotoğrafları. Öyle ya Türkiye’ye göndereceğiz. Çekilen sefaletin perdelenmesiydi bu belki de.”
“Denildi mi ki bir belde İslam beldesi, gözlerimiz arar hilal-i ezan-ı Muhammed sesi” Türk toplumu olarak alın teri ile kazandığımız paralarla bugün 15.716 m2 kullanma alanı olan Köln Merkez Camii’ni inşa ettik.
Eşim ve arkadaşlarının bu faaliyetleri çok takdir gördü. Müzik grubu o kadar büyüdü ki artık Türklerin düğün ve özel günlerinde bile sahne almaya başladılar.
Dini bayramlar kış aylarına denk geldiğinde genellikle kimse memleketine gidemezdi. Bir buruk geçerdi o bayramlar. Ama eşim ve arkadaşları bayramlarımızı da şenlendirmeyi başardılar. Büyük salonlar tutulurdu. Şehirdeki Türkler -hatta daha sonra şehir dışından bile gelenler oldu- bir araya toplanıp bayramları kutlar, sıla hasretini böyle gidermeye çalışırdık. “Sıla” kelimesi hayatıma o kadar işlemiş ki sonra torunumun adını “Sıla” koydum.
27 yaşındayım. Bir çocuk var, diğeri yolda. Paraya ihtiyacım var yani. Ama yılmadım, ısrarla iş başvurusu yaptım. Sonunda işe aldılar. Fabrikadaki ilk gün hemen işlemlerimizi yaptılar. Fabrika giriş kartını verdiler. “Bununla girecen bununla çıkacan, mayışın buna göre hesaplanacak” dediler. Sonra bizi “Halle Halle” (kısım - kısım) dağıttılar. Bize de “ipsolan” çıktı. Yani elektrik montaj bölümü. Ufak tefek gördüler herhalde.
Bütün işimiz arabanın içinde. Kablo döşüyoruz. Arabanın içinde bi oyana bir bu yana, iki büklüm çalıştık. Kışın soğuk oluyordu. Mecbur evden getirdiğimiz minderlere oturup çalışıyorduk. 8 kişi bu bölümdeydik. Granada, Kapri … Günlük 800 araç çıkarıyorduk banttan. Ürettiğimiz arabaların hepsinin içindeydik ama hiç süremedik. Emekli olunca işte Ford sahibi olduk.
Sabahtan akşama kadar fabrikada çalışıyorduk. Mesai sonrası ve tatillerdeyse caddelerde, sokaklarda, egzoz, şanzıman değiştiriyor, tamirat yapıyorduk. Nadiren de olsa diğer Türk arkadaşlara ev ziyaretleri yapıyor, dertleşiyorduk. Çocuklar da bu sayede gezmiş oluyordu.
Türkiye’de insanlar geniş evlerinde otururken bizim evlerimiz 40-45 m2 idi. Ama televizyon hep baş köşede. Önünde çektirirdik fotoğrafları. Öyle ya Türkiye’ye göndereceğiz. Çekilen sefaletin perdelenmesiydi bu belki de.
Samsun Havza ilçesinin Ortaklar köyündenim. 1972’de Almanya’ya geldim. İlk defa 10 yıl sonra izne gitmek için araba aldım Mercedes. Ama ne Mercedes. Hanım hala o günleri hatırlatarak der ki; “O kadar rahattı ki bu araba, direksiyonda elma soyar bize yedirirdin”. Neyse... Bagajı yükledim, bagajda yok yok. Yolda yemek yapmak için tencere, tava ve piknik tüpü de arkada.
Yugo’ya (Yugoslavya) geldik. Karnımız acıktı. Bizimkiler (Türkler) anlaşmışcasına hepsi bir yerde ama uzak aralıklarla. Almanya’dan yanımızda getirdiğimiz ekmeklerin hepsi kurumuş, olmuş taş gibi. Yumurtalar da kırılmış zaten. Vardım bir dükkana. Anlaşamıyoruz bir türlü. Alamanca bilmiyor ki. Zor şer anlaştık, yumurta ve ekmek için, bu sefer de para geçmez. Allah’tan bagaj dolu, bişeyleri takas ettik, böylece anlaştık.
Vardım hanıma götürdüm malzemeleri. Bir menemen yaptı, parmaklarını yersin. Ondan sonra öyle lezzetli bir menemen daha yemedim. Zaten sonra Yugo karıştı, daha da karayoluyla memlekete gidemedik.
Drammes Tidende gazetesinin 14 Şubat 1970 tarihli sayısında bölgenin iş bulma dairesinin müdürü özetle, ‘Türkler olmasa fabrikalarımızın hali nice olurdu’ diye sormaktadır. Drammen’e ait dönemin gazetelerinde Türk işçilerin defalarca gündeme geldiği görülmektedir.