Fatma Barbarosoğlu’nun Profil Yayınları arasında çıkan Hakikat İncinmesin kitabı bizi yıllar önceki tefrika roman geleneğine götürüyor. Kitabın ilk bölümü Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde yayımlayan Barbarosoğlu’na bu defa soruları biz değil okurlarının sormasını istedik. Üç farklı okurdan aldığımız sorularla işte Hakikat İncinmesin kitabının ortaya çıkış hikayesi. atma Barbarosoğlu’nun Profil Yayınları arasında çıkan Hakikat İncinmesin kitabı bizi yıllar önceki tefrika roman geleneğine götürüyor. Kitabın ilk bölümü Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde yayımlayan Barbarosoğlu’na bu defa soruları biz değil okurlarının sormasını istedik. Üç farklı okurdan aldığımız sorularla işte Hakikat İncinmesin kitabının ortaya çıkış hikayesi.
Bir yanıyla sosyal sorumluluk projesi gibi benim için tefrika roman yayınlamak. Çünkü genç kalemleri bir imza olarak tanımak için gazetelerin yeniden tefrika köşeleri açmaları gerektiğini en iyi böyle anlatabilirim diye düşündüm. Diğer taraftan TUBİTAK ve Koç Üniversitesi gazete köşelerinde kalmış tefrika romanları Osmanlıca harflerden Latin harflerine aktarıp kitap olarak okuyucunun dikkatine sunan bir proje gerçekleştirdi. Bu proje kapsamında ortaya çıkan romanlarla eş zamanlı olarak ben de tefrika yayınlamaya başladım. 19. yüzyılda ve kısmen 20. yüzyılda tefrika romanların tamamı yayınlanıyordu gazete ve dergilerde. Ben sadece birinci bölümü yayınladım. Neden böyle yaptım?
Bunu moda teorisi ile açıklayabilirim. Biliyorsunuz eski kıyafetler otuz yılda bir tekrarlanır, ama asla birebir tekrar değildir bu. Bir taraftan tefrika yazan yazar deneyimini yaşamak istedim diğer taraftan da 21. yüzyılda yaşayan bireyin kendi içindeki yolculuğunun tefrika olarak bölünemeyeceğini düşündüm. Yazar bölümler halinde yayınlayabilir ama hızlı hayatın içinde okuyucu bu bölünmüşlüğü bütünleyemez diye düşündüm. Onun için ikinci ve üçüncü bölümü bütün olarak kitapta nazara vermeyi planladım.
Attila İlhan Hangi Edebiyat adlı kitabında genç yazarların yazdıklarından iz sürerek Türkiye’nin yakın tarihinin okunamayacağını halbuki eskiden bu okumayı yapmanın mümkün olduğunu söylüyor. Esasında ben şimdiye kadar tanık olduğum hayatın kaydını tuttum hem öykülerimde hem romanlarımda. Ama Hakikat İncinmesin’in tefrika bölümünü yazarken tam da o hafta ne olduysa onları dahil ettim metne. Gülnur Aybet’in Amanda Pour ile İngilizce konuşma performansı, Türkiye-Fransa maçında futbolcuların asker selamı vermesi ya da o hafta Cuma hutbesinde depremden korunma tedbirlerinin anlatılması gibi konular romana dahil oldu. Bu anlamda gündelik hayatın izini yeni tefrika romanlarla sürdürmek istiyorum. Hatta ikinci tefrikamın konusu bile belli. Onun için gözlemlerimi tamamlamaya çalışıyorum bir taraftan. Her şey nasibi ile...
Sağlık Meslek Lisesi’nde öğretmenlik yapan çok değerli bir hemşire/öğretmen de romanın tefrika edildiği dönemlerde “Müberra Hemşire sanki benim okul arkadaşım” dedi. Ben de onu, romanın ilerleyen sayfalarında hakikaten Müberra’nın arkadaşı Nesibe olarak romana dahil ettim. Bu anlamda Müberra Hemşire gerçek hayatta tanıdığım biri değil. Kalemime gelip yerleşti ve bana kendini yazdırdı. Yazarken, ben bu karakteri nereden inşa ettim, kim bu, diye hiç sormadım. Karakterimin peşi sıra yürüdüm. Roman bitti. Uzaklaştım. Niye ben anasız, babasız, devletin yetiştirdiği bir karakterin hikayesini yazmaya niyet ettim diye sorgularken buldum kendimi. Geçmişte beni çok yaralayan/yakalayan bir hikaye olmalı. Düşüne düşüne buldum o hikayeyi. Yıl 2009. Küçükyalı Çocuk Esirgeme Kurumu’nun iftarına gittik. Orada o kurumdan yetişmiş bir genç kız “Benim artık kirasını ödeyebildiğim bir evim var” dedi. Bizim için sıradan olan o cümle oradaki çocuklar için çok fevkalade bir şeydi. Çok etkilenmiş, günlerce kalbimde gezdirmiştim o anı. Sonra gelip roman kahramanım olacakmış meğer.
Bir genç kız ve üç kadın. Dört kişinin hayatı ilmek ilmek birbirinin içinden geçiyor. Acı, keder, gayret, ideal ve ... Romanın sonunda bütün hayatı yerle bir olmuş Evren/Lale Öğretmen var. Anasız babasız Müberra hayatını kurarken hayatının bir düzeni olan Evren/Lale Öğretmen sahip olduğu her şeyi yitiriyor. Neden böyle?
Fethi Gemuhluoğlu’na atfedilen bir cümle var: İnsan insanın gölgesinde yetişir. Ben o cümleyi roman boyunca kalemimde taşıdım, ilaveli olarak: İnsan insanın gölgesinde büyür, ama aynı zamanda insan insanın gölgesinde çürür. Sizin gölgeniz yeşerten büyüten gölge olsun, çürüten yok eden bir gölge değil.
Ailesine dair hiçbir bilgisi olmayan köksüz Müberra Yetiştirme Yurdu’nun müdürünün ve Sevda öğretmenin gayreti ile ve Kırşehir Baytok kitabevinin sahibi Ali Baytok’un onu kitapların dünyasına dahil eden ihtimamı ile hayata tutunuyor. Ama onca ideal sahibi, annesinin biriciği, babasının göz nuru Lale Öğretmen hiç işlemediği suçlar ile adını, yerini yurdunu değiştirmek zorunda kalıyor. Lale öğretmeni kimler çürüttü? İlk sorumlularından birisi kayınvalidesi, sonra eşi, sonra babasının yargılayıcı tutumu, sonra onun hakkında kim suç duyurusunda bulunduysa... Nihai olarak suçu ispatlanana kadar herkes masumdur ilkesini kim çiğniyorsa... Yani bütün bir toplum.
Bir yanıyla sosyal sorumluluk projesi gibi benim için tefrika roman yayınlamak. Çünkü genç kalemleri bir imza olarak tanımak için gazetelerin yeniden tefrika köşeleri açmaları gerektiğini en iyi böyle anlatabilirim diye düşündüm. Diğer taraftan TUBİTAK ve Koç Üniversitesi gazete köşelerinde kalmış tefrika romanları Osmanlıca harflerden Latin harflerine aktarıp kitap olarak okuyucunun dikkatine sunan bir proje gerçekleştirdi. Bu proje kapsamında ortaya çıkan romanlarla eş zamanlı olarak ben de tefrika yayınlamaya başladım. 19. yüzyılda ve kısmen 20. yüzyılda tefrika romanların tamamı yayınlanıyordu gazete ve dergilerde. Ben sadece birinci bölümü yayınladım. Neden böyle yaptım?
Bunu moda teorisi ile açıklayabilirim. Biliyorsunuz eski kıyafetler otuz yılda bir tekrarlanır, ama asla birebir tekrar değildir bu. Bir taraftan tefrika yazan yazar deneyimini yaşamak istedim diğer taraftan da 21. yüzyılda yaşayan bireyin kendi içindeki yolculuğunun tefrika olarak bölünemeyeceğini düşündüm. Yazar bölümler halinde yayınlayabilir ama hızlı hayatın içinde okuyucu bu bölünmüşlüğü bütünleyemez diye düşündüm. Onun için ikinci ve üçüncü bölümü bütün olarak kitapta nazara vermeyi planladım.
Sağlık Meslek Lisesi’nde öğretmenlik yapan çok değerli bir hemşire/öğretmen de romanın tefrika edildiği dönemlerde “Müberra Hemşire sanki benim okul arkadaşım” dedi. Ben de onu, romanın ilerleyen sayfalarında hakikaten Müberra’nın arkadaşı Nesibe olarak romana dahil ettim. Bu anlamda Müberra Hemşire gerçek hayatta tanıdığım biri değil. Kalemime gelip yerleşti ve bana kendini yazdırdı. Yazarken, ben bu karakteri nereden inşa ettim, kim bu, diye hiç sormadım. Karakterimin peşi sıra yürüdüm. Roman bitti. Uzaklaştım. Niye ben anasız, babasız, devletin yetiştirdiği bir karakterin hikayesini yazmaya niyet ettim diye sorgularken buldum kendimi. Geçmişte beni çok yaralayan/yakalayan bir hikaye olmalı. Düşüne düşüne buldum o hikayeyi. Yıl 2009. Küçükyalı Çocuk Esirgeme Kurumu’nun iftarına gittik. Orada o kurumdan yetişmiş bir genç kız “Benim artık kirasını ödeyebildiğim bir evim var” dedi. Bizim için sıradan olan o cümle oradaki çocuklar için çok fevkalade bir şeydi. Çok etkilenmiş, günlerce kalbimde gezdirmiştim o anı. Sonra gelip roman kahramanım olacakmış meğer.
Bu sorunun cevabını Müberra Hemşire de arıyor. Kurgusal bir metnin içinde yani romanda kurgu ile yalan arasındaki fark üzerine fikrini yoruyor. Kurgu, yazarın muhayyilesinden okuyucuya/seyirciye ulaşan bir anlatı. Gerçeğin damıtılmış bir temsili diyebiliriz kurgu için. Yalan bir şeyin temsili değil. Yalan bir şeyin bozulması. Talan edilmesi. Anlatmayı değil, muhatabını ikna ederek işgal etmeyi hedefliyor. Kurgu anlatan ile dinleyenin nihayet aynı frekans üzerinde gönüllü beraberliği. Yalan ise anlatanın dinleyeni kandırarak kendi hedefine varmak için bütün yolları mübah görmesi. Sosyal medya yalanları toplumsal yaşamı imha eden, kişilik haklarını ihlal eden, yalan üzerinden yönetmek isteyen bir tavrın göstergesi.
Bu sorunun değişik zamanlarda değişik cevapları olacaktır. Çünkü kişinin hakikat ile teması basamak, basamak. Ama hakikati inciten ilk basamak, ölümlü olduğumuzu unutuşumuz. Bu dünyanın geçici olduğunu yeterince idrak etmiş olsaydık kimse kimseye haksızlık edemezdi. Rikkatimiz ve dikkatimizle, hakikaten yeryüzünde Allah’ın halifesi olurduk.