Vatanından sürgün edilen Filistinli şair Mourid Barghouti, üniversiteden mezun olduğunda diplomasını asacak bir duvarının bile olmadığını fark edince eşyâ ile bağını sorgular. Şairin eşyâ ve mekânla kurduğu ilişki hakikatte bir zaman ilişkisidir. Ona kendine ait olan değerleri, hatıraları hatırlatan nesnelere her rastlayışında kendi ifadesiyle “zamana ait yamalar” üzerinde hareket eder.
Hatıra, duygu ve hislerle ilgilidir. Ruhta izi kalan, ruha ilmek atan, iç dünyamızı sarsan, talan eden yahut içimize nakış gibi işleyen her şey hatıradır. Hatıralar hafızada yaşar, umulmadık ve beklenmedik anlarda ortaya çıkar. Hatırlayınca varlığının derin katmanlarına yerleşmiş olan hisler yeniden uyanır. İşte hatırlamayı sağlayan bu şey, hafızanın gücünden ibaret değildir. O an göze değen, kulağa çalınan, dile gelen şeyler hatıraların canlanmasını sağlar. İnsan, sevdiği bir mekândan, yerinden ve yurdundan sürgün olmuş olsa orası içinde yaşamaya devam eder. İnsan, bir mekânı içinden terk ederse mecburen orada bulunsa da oradaki insanlardan ve nesnelerden çoktan ayrılmış olur.
MÜHÜRLEYİP DE ZAMANA EMANET BIRAKTIKLARIMIZ
Simone Weil, “Hatırada, nesne zamanın içine yerleştirilir” der. Hatırayı hatıra yapan, geçmişte kaldığı hâlde şimdi, şu anda hissedilmesini sağlayan hatıranın ilişkilendiği nesnelerdir. Kitabın arasında unutulmuş bir mektup, eski eşyaların arasından çıkan bir mendil, bir zamanlar ağrıyı dindiren bir ilaç, kendisine sarılınca iyi hissettiren bir koku gibi yıllar sonra da bir vesileyle duyulan, görülen ve hissedilen bu nesneler, insanı ışık hızıyla geçmişe götürür. Eşyâ en iyi hatırlatıcıdır ve hatıranın en sadık muhafızıdır. İnsan hatırasını unutmamak için onu hatırlatan nesneleri saklar. Günün birinde der ki “Bu bana filancadan ya da şöylesi bir olaydan yadigâr.” Yadigâr, bir kimseden veya bir olaydan da kalabilir yahut unutulmak istenmeyen şeyi, bir nesnenin varlığıyla mühürlemek suretiyle zamana emanet olarak da bırakılabilir. Sevinçler, huzurlu anlar ama en çok da kederler ne zaman ayaklanırsa insan için hüzün saatleri de o zaman başlar. Yadigâr genellikle bu saatlerde sığınılan bir teselli kaynağıdır.
Hatıraların yaşaması için insanın sadece hafızaya değil, mekâna da ihtiyacı vardır. Hatıralar hem mekân ve eşyâyla hem de zamanla mukayyettir. Zaman, mekân ve eşyâ hatırayı kayda alır, geleceğe aktarır. Zaman birden insanla konuşan, mekân birden insana sirâyet eden, eşyâ birden insana sırdaş olan bir dile dönüşür. İnsan, geçmişteki mutluluk anlarını hatırladığında onu sağlayan şartları eğer gücü ve takati yetiyorsa yeniden yerine getirmeye çabalar. Geçmişteki üzüntülü ve kederli anlarını da mümkün mertebe zihninden kovmaya çalışır, bir yandan da şimdiki ânına bir güç kaynağı olması için onları yeniden hatırlar. Geçmişte aşılması güç olan ve üzüntü veren şeyler, insanın bugününe bir direnç kaynağıdır. Hatıralar, insana her şeyin muvakkat olduğunu söyler. Her şey geçicidir. Yarına ve yanına kalan, insanı insan yapan hatıralarıyla neler yaptığı, hangi ipleri dokuduğu, kendine o iplerden ne tür desenler ördüğü, emek verdiklerinin uğruna kaç zincir attığıdır.
MÜLTECİNİN LÜGATÇESİNDE HER KELİMENİN BAŞKA BİR ANLAMI VARDIR
Yerinden olmak, sürgün ve tehcir edilmek insanın mekân, eşya ve zamanla ilişkisini etkiler. Sürgün edilmiş, mülteci duruma düşmüş insanın hafızası, yerleşik insanın hafızasından çok farklı işler. Donuk ya da sevecen bakışlar, neşeli bir yüz, anlam arayan gözler, herhangi bir nesnenin üzerini süsleyen kanaviçeler, yırtılmış ayakkabılar, başa veya omuza dökülmüş bir şal, yersiz ve yurtsuz biri için çok sesli, çok çağrışımlı ve çok anlamlıdır. Sürgün insanın lügatçesinde her kelimenin, her nesnenin muhakkak başka anlamları, başka mecazları vardır.
Evinden, vatanından, yurdundan sürgün edilen Filistinli şair Mourid Barghouti, üniversiteden mezun olduğunda diplomasını asacak bir duvarının bile olmadığını fark edince eşyâ ile bağını sorgular. Hafızası onu her seferinde bir nesnenin kuytusuna ve orada yaşadıklarına götürür. Yabancı bir evde, başını yastığa koyduğunda o andan itibaren çocukluğuna bir seyrüsefere çıkar. Şairin eşyâ ve mekânla kurduğu ilişki hakikatte bir zaman ilişkisidir. Ona kendine ait olan değerleri, hatıraları hatırlatan nesnelere her rastlayışında kendi ifadesiyle zamana ait yamalar üzerinde hareket eder. “Zamana ait yamalar” diye nitelendirir çünkü hiçbir zaman kendine ait bir mekânı, sahip olduğu bir eşyâsı olmamıştır. Çocukluğunu yaşadığı mekânlar sanki hiçbir zaman olmamış, zaman nehrinde bir karabatak gibi arada görünüp kaybolmuştur. Şair, yumuşak bir yastıkta çocukken çalı dikenleriyle kanayan ellerini ve dirseklerini hatırlar. Çalıların arasına karıştığı o tatlı vakitleri ister. Sürgün hayatı, hiçbir zaman tam manasıyla bir mekânın ruhunu solumasına izin vermemiştir. Ruhunun parçaları arasında, kendine ait bir duyarlılık ve sorumluluk içinde mekânda değil, zamanda yaşamayı öğrenmiştir. Eşyânın ruhunu kavrama maharetini geliştirmiştir. Şair Barghouti için yastıklar, her gece mürekkepsiz bir şekilde yazdığımız hikâyelerimizin ilk müsveddesini taşır. Muhasebe yaparak, geçmişe giderek, düşler kurarak sürekli suladığımız, beslediğimiz hafızamızın tarlasıdır yastıklar. Baş, yastığa koyulduğu andan itibaren sorgulama başlar. Yastık, insanın kendini müdafaa ettiği ya da hüküm giydiği mahkeme salonudur. Vicdan muhasebesi de yastıktadır, sessiz dualar, dilsiz acılar ve yakarışlar da. Sürgün insanın bir yastığı varsa onun için hâlâ umut ve gelecek de var demektir.
PENCERE ÖNÜNDE TERK EDİLEN UNUTMABENİ ÇİÇEKLERİ
İnsanın kendine ait bir mekânının olmayışı, onu daimi bir gurbet hissine sürükler. Kendini bir yere ait hissedememek ya da henüz kendine ait bir şeye rastlamamış olmaksa insanı daimi bir arayışa mecbur bırakır. Bazen bilinmeyen sebepler yüzünden bazen de alenî sebeplerden ötürü insan yerinden ve yurdundan olur. Şair Barghouti, kutsal kitaplarını referans alarak Filistin’in her karış toprağında eşsiz zulümler işleyen Yahudiler yüzünden bedevî bir hayata mahkum olur. Sürgün hayat, bedevîlikle eşdeğerdir. Oysa hakikatte bedevî olmayan, kültürü, birikimi, ruh olgunluğu, kendini geliştirmişliğiyle son derece medenî olan biri için sürgün hayatı, çile demektir.
Sürgün hayatların düzeni, rutini olmaz. Kendine ait bir kütüphane oluşturma lüksü olmaz. Evler ve mobilyalar arasında göçüp durur, bir kahve fincanına dahi sahip olamaz. Yatak örtüleri, perdeler, pencere önünde mecburen terk edilen sardunyalar, unutmabeniler, çiçekler… Sürgün insan, istese de onlardan hiçbirini gittiği yere götüremez. Çünkü gittiği veya gideceği yer de ona ait değildir. Sürgün insanın aniden gelişen seferleri vardır. Bir mekâna tutunamaz, bir mekâna bağlanamaz. Bir mekâna bağlanması acısını artırmaktan, bir kez daha sürgün olmaktan başka bir işe yaramaz. Her mekânı da bir otel gibi kullanmak zorundadır. Bir bakıma sürgün hayatı, bilinci açık olan insana faniliği ve her şeyin gelip geçiciliğini tattırır. Eşyânın pratik yönünü dikkate almayı, her adımını stratejik atması gerektiğini öğretir. Şair Barghouti sürgün bir hayatı, ömrü boyunca bir alın yazısı gibi taşıyacağını idrak edince tadına vardığı bütün eşyâ nimetlerinin ruhunu esir almasından sakınmayı temenni eder. Olur da bir eşyâya, bir mekâna gönlünü kaptırıp hülyalara dalarsa hayat ona başka ıstıraplar verecektir.
Evinin adresine, musluktan damlayan su sesine, çekmecelerinin tozlarına kadar tüm varlığı elinden alınmış, onu kendisi yapan her şeye el konulmuş biri olarak ve gittiği her yerde bir yabancı olduğunu unutmayarak başka bir yerde iyi bir yaşam süreceği umuduyla yürür sürgün kişi. Hayatın ona bilmediği, anlamadığı, tanımadığı bir üslupta konuşan diline zamanla alışır, alışamasa da alışmış gibi yapar. Hayatı kendisine göre değil, kendisini içine itildiği hayat şartlarına göre ayarlar. Sürgün insanın, takvimleri de kırgındır. Doğum tarihi, okula başladığı yıl, mezun olduğu sene, evlilik tarihi… Artık hiçbir özel günün şahsi takvimde bir manası kalmamıştır. Sürgün kişi, yerinden edilmiş olmanın kesinliği ve geri dönemeyişin kederiyle bütün yılları işgal edilendir.
KEDERİN DİLİ ÇOK SESSİZ BİR ALFABEYLE KONUŞUR
Nurdan Gürbilek, sürgünün bir seçim olmadığını, insanın başına gelen bir şey olduğunu söyler. Yerleşiklik duygusunu bir kez yitirince, insana mesken olan yer ayağının altından bir kez kayınca başa gelen sürgün sebebiyle insanın mekân arayışı da başlar. Her insan, sürgün olmaya adaydır. Günün birinde her insan evinden, yuvasından, sevdiği bir kalpten, vatanından, konuştuğu dilden, kendini iyi hissettiği bir mekândan sürgün edilme duygusunu yaşayabilir. Kendisi dışında gelişen mücbir sebeplerle yaşamayı çok sevdiği, yaşamaktan memnun olduğu yerden olabilir. Sürgün olmanın maddi ve manevi boyutları vardır. Fiziki şartlar itibariyle yerinden olan bir insan, manevi anlamda sıkıntılar yaşayabilir. Manevi anlamda yerinden olan bir insan, psikolojik olarak sağlam olsa da başını koyacak, rahata erecek bir yer bulamayabilir. Çok sevilen bir dostun dilinden ve kalbinden ırak düşmek de bir nevi sürgündür yahut kişinin annesini kaybetmesi de. Bir insan, annesini kaybedince her yerde ona dair bir şeyler arar. Sevilen bir varlığı yitirmek ona ait ve onunla ilgili her şeyin yerini de yitirmek, onun güzelliklerinden sürgün olmaktır. Çünkü ne yaparsa yapsın hiçbir insan tekinde annesinin kendisine verdiği sevgiyi, merhamet ve şefkati bulamayacak hatta hiç kimse ona annesi gibi kızamayacaktır. Sevilenle kurulan bağ öyle kuvvetlidir ki insan onu kaybedince onunla geçen en zahmetli zamanlarını dahi özler ve arar.
6 Şubat 2023 tarihi, bütün Türkiye için bir çeşit sürgün gibiydi. Deprem bölgesinde olmadığı ve sevdiklerinden haber alamadığı için kendini çok uzakta bir yerde hissedenler ile deprem bölgesinde evinden, yurdundan, ailesinden, ekmek teknesinden ve en önemlisi hatıralarından olanların kendilerine ait bir yerde ama hiç kimsesiz ve çaresiz hissetmesi kelimenin tam anlamıyla bir sürgün hâliydi. Depremin enkazı ve yıkıntıları kaldırılırken yitiğini arayan insanlar, insanın eşyâ ile ünsiyetini, mekân ile bağını ve sevdiklerine ulaşma, onlardan haber alma çabasını ince bir kederle anlatmıştı. İnce bir keder diyorum çünkü bu kederin dili, çok sessiz bir alfabeyle konuşur. Acı çekmiş bir insanın sessizliği kadar güçlü bir dil yoktur. Tek bir ifadesinde, kelimesinde ve duruşunda nice hikâyeler gizlidir, elbette duymasını ve dinlemesini bilene. Enkazda kitaplarını arayan genç bir kızı, kitaplarının peşine düşüren his, kitaplarıyla kurduğu bağdı. Genç kızın kitaplarına olan bağlılığı, onun eşyâ ile kurduğu ünsiyeti can alıcı bir şekilde anlatıyordu. Deprem kargaşasında, can pazarında gözlerinin nuru kitaplarını araması, onun için bir direniş, bir teselli, bir tutunma refleksiydi. Eşyâ ve mekân, insan gibi fânidir ama insanın hafızasını, sabrını, direnme ve dayanma gücünü diri tutan da eşyâ ve mekân bilincidir. Var olmak, bir yerde olmayı gerektirir. İnsan var olmak, varlığını sürdürmek için bir mekâna muhtaçtır. Mekân, insanın varlığının tamamlayıcısıdır. Mekân varsa insan, insan varsa mekân vardır. İnsansız mekânın ruhu ve anlamı yoktur.
KİMLİK COĞRAFYADAN DAHA BÜYÜK BİR KADERDİR
Şair Barghouti, yıllar sonra sürgünde ilk kez kendi harçlığıyla bir eşyâya, Sefiller kitabına sahip olur. Bir kitaba sahip olmanın kıymetini ancak okuma eylemine kendini vermiş zihinler idrak eder. Kitap okuyan, bir var oluş bilinci kazanır, düşünce ufukları örer ve yalnızlığını zenginleştirir. Okuyan insana en dar geçitlerde bile en geniş kapılar açılır. Sürgün hayat, Barghouti’ye eşyânın ve mekânın ruhunu okuyan bir meleke kazandırır. Her mekânda annesinden bir iz, çocukluğundan bir esinti arasa da vatanının ona verdiği emniyet duygusunu hiçbir yerde bulamaz. Eşyâ ve mekân Barghouti için öyle bir derinlik kazanır ki kendisi gibi sürgünde olan kardeşi vefat ettiğinde onun çocuklarına “Beni evinizde ihtiyacınız olduğu zaman elinize alıp bakabileceğiniz bir kâmus, bir lügat olarak görün” der. Kendi varlığını bir eşyâ ile konumlandırır.
Kimlik ve pasaport, sürgün insan için yalnız kendini tanımlayan ve kim olduğunu gösteren bir belge değil, can sıkıcı süreçlerden geçme, belki de bazen kim olduğunu gizleme, nereye ait olduğundan utanma belgesidir. Sınırlarda ve havaalanlarında güvenlik onayı için bekletilen çoğu zaman da filanca millete mensubiyeti sebebiyle, ırkçı bir tutumla geçiş onayına izin verilmeme gerekçesidir. Sürgün insanın, kimlik ve pasaportu yüzünden başkalarının güvenliğini tehdit etme unsuru taşıdığına hükmedilir. Kendi güvenliği tehlikede olan sürgün kişi, başkalarının güvenliğini tehlikeye atmakla itham edilir. Kimlik ve pasaport, sürgün kişiye neden o coğrafyaya, o ırka, o millete, o kültür ve inanca sahip olduğunu sorgulatan bir işkence mekanizmasına dönüşür. Belki de eşyânın en ağırı, insanın kendisinin seçmediği ama sistem tarafından boynuna bir ikaz işareti gibi asılan kimliğidir. Sistem tarafından mimlenmiş bir kimliği ömür boyu taşımak zorunda olmasıdır. Kimlik, insanın aidiyeti, soyu, nesebi ve kökleridir; aidiyetinden utanç duyması gereken bir eşyâ değildir. Eğer coğrafya kaderse kimlik denilen şey, coğrafyadan daha büyük bir kaderdir. Coğrafya nihayetinde aşılabilir, insan yerleşik olduğu bir coğrafyadan taşınabilir ama kimlik ne atılır, ne satılır, ne de inkâr edilir.
Sürgün yersiz yurtsuz kalan, kimliği gasp edilendir ve ama yine sürgün, topraktaki köklerine sıkı sıkıya tutunan bir bitkiden yeni sürmüş, filiz vermiş olandır.