Celâl Alî Ahmed tüm dünyaya haykırarak şu soruyu sorar: “İkinci Dünya Savaşı’nda ‘Dachau’ ve ‘Buchenwald’ toplama kamplarında Batılı faşistlerin fırınlarda yaktığı Yahudilerin günahının bedelini neden ben ‘Doğulu’ ödüyorum? Üstelik Batı’nın İsrail için yaptığı jestlerin faturasını ödemem de cabası.”
İsrail’in Elon Musk gibi etkili medya yöneticilerini ağırlayışı, propaganda tarihinde yeni bir yöntem değil. İranlı meşhur yazar Celâl Âl-i Ahmed de hayran olduğu İsrail’in gerçek yüzünü böylesi bir davette görmüştü. 1950’li yıllarda İsrail’in, Filistinlilerin topraklarına kuruluşunu uzaktan hayranlıkla izleyen sosyalist gençlerden biri de Celâl idi. Duygusal iniş çıkışlarıyla bilinen Celâl’in, bir molla olması beklenirken dinden kopup Marksist Tudeh Partisi’ne katılması da yine bu dalgalı karakterindendi.
Marksist Tudeh Partisi’nin, zamanla bir diktatöre dönüşen Stalin ve SSCB odaklı siyaseti ve partinin İran’ın iç meseleleriyle ilgilenmemesi, Celâl ve birkaç arkadaşının buradan ayrılıp Sosyalist Halk Partisi’ni kurmasına sebep olmuş ancak bu parti de tutunamamıştı.
KOLHOZ’DAN KİBBUTZ’A UZANAN ÜTOPYA
Bu romantik sosyalist grup, sosyalist bir devlet modelinin ukdesiyle İsrail’in kuruluşuna sevinerek oralardan yayınlar getiren Tahran’daki bir dükkânın müdâvimi olmuştu. Zamanla bu platonik hayranlık yüzünden, İran’da, “İsrail’in sosyalist köy sistemi temsilcisi”ne dönüşerek birlikte çıkardıkları İlim ve Zindegî’deki yazılar sebebiyle, mollaların tehdidine maruz kaldılar. Bizimkilerse bu tepkilere kulak vermek yerine, ütopik bir sosyalizm idealiyle, “Kolhoz’dan” (SSCB’de kolektif tarımla uğraşan birlikler) kalan ukdelerini “Kibbutz” (İsrail’de geleneksel olarak tarıma dayalı, tüm mülkiyetin ortak olduğu komün sistem) ile telafi etme peşindeydi; sosyalizmin çerçevesinde ama Stalin’in sisteminden uzak olan Kibbutz ile…
Yıllar sonra İsrail, farklı ülkelerden gazeteci yazarları davet ederek “sosyalist” görünümlü devlet yapılarını görücüye çıkardığında İran adına davetli yazarlardan biri de Celâl Alî Ahmed idi ve platonik aşkını yakından tanıma fırsatı bulacağı için son derece heyecanlıydı.
İlk günlerde, davetliler olarak Kudüs’te bir tepede Holokost’ta öldürülen Yahudiler adına dikilen Yed u Şem anıtına gittiklerinde, mersiyehânın yaktığı ağıtlara bile gerek kalmadan Celâl de Yahudilerin acısını derinden hissetmişti; fırınlarda yanan bedenler, yanan insan bedenlerinden yapılan cüzdanlar, gözleri çıkarılmış insan resimleri ve nicesini de…
BİR NEFRETİN UYANIŞI
Ancak birkaç gün içinde, eşi ünlü yazar Sîmîn Dânîşver ile gezinirken, Filistinlilerin yaşadığı acılara tanık olan Celâl, İsrail’in sosyalizm fondöteninin altındaki Siyonizm yüzünü görmeye başlar. Yetkililer Celâl ve eşini sürekli Filistinlileri aşağılayan ve onların en temel haklarını gasp etmeyi normalleştiren içeriklerdeki tiyatro, piyes, anma töreni gibi etkinliklere götürür. İsrailliler şimdi olduğu gibi o zaman da kendilerinden ve misafirlerinin bağlılığından o kadar emindir ki, yaptıkları zulümleri bir başarı öyküsü gibi ifşâ etmekten çekinmemektedirler.
Kudüs’te Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak katıldığı bir yemekte, Arz-ı Mev’ud hezeyanıyla dünyanın dört bir yanından İsrail’e getirilen Yahudilerden bahsedilirken Celâl, İsrail’e göç eden Yahudi sayısını, Araplar ve diğer ülkelerin dikkatini çekmemek adına, olduğunun kat be kat altında gösterdiklerini de fark eder. Yemekte, İsrailli yetkili kuruluş yıllarında eğitim sistemini ise şu şekilde özetler:
“1948 yılında ilkokuldan üniversiteye kadar olan öğrenci sayısı yüz 130 bin iken, bu sayı 1962’de 600 bine ulaşarak 5 kat arttı. Dünyanın dört bir yanından vaat edilmiş topraklara gelen Yahudiler, kültür farklarını gidersinler ve dilleri İbraniceyi daha iyi öğrensinler diye büyük bir eğitim seferberliği başlatıldı. Kadın erkek yetişkinler, 6 aylık bir eğitimden sonra öğretmen oldu ve böylece 1948 yılında nüfusun yarısını gayrı resmi öğretmenler oluşturmaktaydı. Bu denli büyük çaplı bir eğitim seferberliğinde sınıf, okul vb. sorun da yoktu. Çünkü zaten sosyalizmden ilhamla, tarıma dayalı bir sistemle kendini idame ettiren ‘Kibbutz’ ve ‘Moşav’ isimli yerleşkelerde kimse mal sahibi olmadığı için, yaşanılan bu yerler aynı zamanda sınıf vb. sosyal amaçlarla da kullanılabiliyordu. Zamanla öğrencilerin önceki eğitim ve kabiliyetine uygun bir şekilde gruplandırmalar da yapılmıştı. Ayrıca kadın- erkek her fert bir dönem askeri eğitim de almakla mükellefti.”
Gördükleri ve sezdikleriyle görüşü değişen Celâl, normalde heyecan duyacağı bu sistemden etkilenmez; kendi deyimiyle onun için bir nefretin doğuşu başlamaktadır artık.
DÜŞÜNÜRLERİ AVLAYAN REDWASHING SÖYLEMİ
Celâl Âl-i Ahmed belki çocukken aldığı dini terbiyenin de etkisiyle, diğer misafirlerden farklı bir tutum izler ve gezinin kalan kısmında fırsat buldukça İsrailli yetkilileri eleştirmeye, yaptıkları zulümleri yüzlerine vurmaya başlar.
İsraillilerin tahrif olmuş hurafelerle dolu dinleri için çabalarına tanık oldukça da Müslüman kimliğiyle yeniden barışır. İsrail meselesi Celâl için bir turnusol kağıdına dönüşmüştür. Bu süreçteki hayal kırıklığı İsrail ile sınırlı kalmaz, Sartre’dan Eugène Ionesco’ya kadar sevdiği pek çok entelektüelin de İsrail destekçisi olduğunu fark eder. Onunla birlikte dünyanın dört bir yanından davet edilen diğer yazar ve akademisyenler, İsrail’in sosyalist görünümüne kanmış kibbutz ve moşav sistemiyle büyülenmiştir.
Benzer bir şekilde İsrail’e davet edilen Türk gazeteci yazar Çetin Altan da bu büyülenmiş gruba dahildir. Altan, Bir Uçtan Bir Uca isimli gezi notlarını derlediği kitabında, İsrail’in sosyalist görünümüne tav olmuş bir portre çizerken özgürlükçü sosyalist İsrail’de, ortodoks Yahudileri de İsrail’in bir zenginliği olarak görür. Filistinlilerden bahsederken ise İsrail zulmünü görmezden gelerek, topraklarını satan geri kalmış insanlar olduklarını söyler.
BATI’NIN GÜNAHININ BEDELİNİ NEDEN BEN “DOĞULU” ÖDÜYORUM?
Celâl, İsrail notlarını değerlendirdiği Azrail’in Vilâyetine Yolculuk adlı eserinde, İsrail’e vilâyet diyerek aynı kökten gelen vilayet ve velayet kelimeleriyle adeta bir cinas yapar. Vilâyet/velâyet der çünkü kendini peygamberler kadar mübarek gören İsrail’in zamane evliyası (kurucu ve yöneticileri) velâyetle “aslında o kadar da” vaat edilmemiş toprakları işgâl ederek “vatan” olamayan bir “vilâyet” kurmuşlardır. Ve İsrailoğullarının yeni “evliyalar”ı, bu küçücük toprak parçasına sığdırmak için, New York ve dünyanın dört bir tarafına dağılmış milyonlarca Yahudiyi (aslında o kadar da vaat edilmemiş) bu topraklara davet etmektedir.
Celâl’in hemen tüm entelektüellerin övdüğü bir ortamda, bundan 60 yıl önce yaptığı şu tespit de çok önemlidir ve ne yazık ki hala güncelliğini korumaktadır: “Nazizm sebebiyle, Batı burjuvazisi, insan fırınlarında yanmış 6 milyon talihsiz Yahudi’nin karşılığında; Wall Street, yatırımcılar ve Rothschild iş birliğiyle, günümüzün 2-3 milyonluk Filistinli Arap, Gazze ve Batı Ürdünlüsü öldürülüp sürgün edilmektedir.”
Ve Celâl tüm dünyaya haykırarak şu soruyu sorar: “2. Dünya Savaşı’nda ‘Dachau’ ve ‘Buchenwald’ toplama kamplarında Batılı faşistlerin fırınlarda yaktığı Yahudilerin günahının bedelini neden ben ‘Doğulu’ ödüyorum? Üstelik Batı’nın İsrail için yaptığı jestlerin faturasını ödemem de cabası.”
İsrail vicdanı sızlamayan entelektüelleri redwashing söylemiyle avlasa da 60 yıldır bekleyen bu soruyu sorduran 75 yıllık zulmün bedelini elbet bir gün ödeyecek.