|
|
Saunadan çıkıp soğuk suya atlamak
Kriz sürecinde baştan beri cevabı aranan ve analizlerimize konu olan soru şuydu: Hükümet, bu ölçüde angaje olduğu savaş karşıtlığından savaş cephesine hangi manevrayla dönecek? Bu sorunun cevabı son derece önemliydi çünkü, Türkiye diplomatik adımlardan sonuç alınamadığı takdirde, frakını çıkarmakla kalmayacak postalları da giyecek bir ülkedir. Pasif de olsa savaş karşıtlığını sürdürebilmesinin imkanı yoktur. Bu nedenle, attığı her adımda bir siyasi iktidardan çok sivil toplum örgütü gibi sempatik ve uzlaşmacı görüntü sergileyen hükümetin bir sabah uyanıp ABD'nin yanında yer alma kararını hangi yöntemle açıklayacağı fevkalade önem arzediyordu. İlginç bir şekilde bu soruyu; barış diplomasisini yürüten Başbakan Abdullah Gül değil de Ak Parti lideri Tayyip Erdoğan cevapladı ve "Türkiye, kendi dışında oluşan şartlar dolayısıyla böylesine önemli bir karar noktasına gelmiş bulunmaktadır" dedi. Yani, istemeye istemeye de olsa ABD ile müttefiklik ilişkisi nedeniyle savaşın bir tarafı olma noktasına geldiğini ilan etti.
Rüya bitti
Yani Türkiye, bir süre sıcak buharlı saunada oyalanıp gevşedikten sonra, kendini buz gibi soğuk su havuzuna bıraktı. Rüya bitti, kâbus başlıyor.... Kâbusun başladığını yine bizzat Erdoğan'ın, "Artık vahim gelişmelerin çok yaklaştığı bir noktaya doğru gidilmektedir" sözünden anlıyoruz. Bir şeyi daha anlıyoruz ki Türkiye, bu saattan sonra ABD askerlerinin, uçaklarının ve lojistik faaliyetlerinin geçiş ve konaklama alanı olacaktır ve bütün bunlar üslerle sınırlı da kalmayacaktır. Eğer, ABD'nin istekleri ve bizim kabullerimiz makul bir sınırda yani, Türkiye'nin savaşın bir tarafı olarak tanımlanamayacağı boyutta tutulabilseydi Erdoğan da büyük ihtimalle dünkü konuşmasında dile getirdiği barışa angaje politikanını bittiğini ima etmeyecekti. Ama belli ki, yarın da güç durumda kalmamak için Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu gerçeği, kamuoyuyla ve partisinin grubuyla paylaşmak istemiştir. Erdoğan aynı zamanda, bugünden itibaren ilk kurşunun sıkılacağı güne kadar Türkiye'nin savaşta alacağı pozisyonu meşrulaştırmak ve izah etmek için kullanacağı politik enstrümanı da ilan etmiştir. Bu da kamuoyunun bir kızıl elma olarak gördüğü Musul-Kerkük'tür. Ak Parti lideri, "Türkiye'nin önceliği bir müdahale sonrasında Irak'ın, daha da özel olarak Kuzey Irak'ın alacağı şekille doğrudan ilgilenmektir" sözleriyle, ülkenin önüne bu hedefi koymuştur. Bu elbette bir fütuhat değil ama en azından oradaki statükonun, Barzani- Talabani ya da başka bir de facto oluşumunu denetimine girmesini engellemeyi hedeflemektedir.
Irak'ın toprak bütünlüğü
Asıl önemli olan Erdoğan'ın bunu ifade ederken, "müdahale sonrasında Irak'taki bugünkü yapının değişmesi ve yeni yapılanmaya gidilmesi halinde" ifadesine müracaat etmesidir. Yani, Türkiye'nin başını çektiği "Irak'ın toprak bütünlüğünün korunması politikası"nın da artık iyice zayıfladığını dile getirmesidir. Bu en az savaşın kendisi kadar önemsenmesi gereken bir durumdur ve eğer toprak bütünlüğü korunamayacaksa Türkiye'nin bu oyundan bırakın karlı çıkmayı, zarar görmeden sıyrılabileceğinin de bir garantisi yoktur. Özellikle, Hürriyet gazetesinin haberinde yazıldığı gibi, Türkiye ile bölgedeki Kürt grupların statüsünü eşitleyen bir protokolün varlığı doğruysa, durum daha da vahim görünmektedir. Habere göre, Türkiye ve Kürt gruplar Musul-Kerkük'e hiçbir şekilde girmeyecek, denetim ABD ordusunda olacak ve yine ABD T.C ile Kürtler arasında koordinasyonu sağlamak için irtibat görevlileri istihdam edecek. Bu tablo, Türkiye'nin savaş pastasından pay alma niyeti ve ABD'nin gözündeki startejik değeri açısından hiç de umut verici değildir. Görünen o ki, tarafı olmak zorunda kalacağımız bu savaştan pay alabilmek için her geçen gün daha fazla aktivite sergilemek ve daha fazla risk olmak zorunda kalacağız. ABD'nin tutumu Türkiye'yi buna zorlamaktadır ama yine bu tutumun bir sonucu olarak Türkiye'nin çizgiyi aşması da mümkün olamayacaktır.
Pastanın paylaşımı
Yani, Erdoğan'ın söylediği, "müdahale sonrası Irak'taki yapının değişmesi..." ihtimaline karşı uyanık olmak, ABD'nin Türkiye'ye biçtiği misyon gereği sanıldığı kadar umut vaadeden bir politika değildir. Esasen, Türkiye'yi vereceği destek karşılığında, "uğrayacağı muhtemel zararları telafisiyle yetinmek" çizgisinde tutmayı başaran Amerika'nın pastayı paylaşma niyeti de olduğunu söylemek de mümkün değildir. Tersine, pastanın etrafını boşaltmak için dikkatli ve titiz bir politika izlemektedir. Hükümeti, savaşın tarafı olmaya karar vermekten kadar yıpratacak olan da bu; yani, Türkiye'nin 1991 Körfez Savaşı sonrasında olduğu gibi bölgesel fırsatları uzaktan seyredip, herşey bittikten sonra zararları telafi etmek adına peşinde umutsuzca koşacağı kredi ve hibelerin hayaliyle kalakalmasıdır.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |