AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Enerji politikaları

Bir enerji politikasının belirlenmesinde rol oynayan parametreler bellidir: Ülkenin genel olarak ekonomik durumu, kullanılabilir enerji kaynaklarının durumu, hükümetin çevre konularındaki duyarlığı, hükümet politikalarının belirlenmesinde dikkate alınması gereken uluslararası antlaşma ve standartlar -özellikle çevreyle ilgili olanlar.

"Türkiye'nin bir enerji vizyonu yok" ya da "Türkiye'nin bir enerji politikası yok" kabilinden değerlendirmelere sıkça rastlanır. Bu değerlendirmelerin doğruluğu bir yana kendi kendimize soracak olduğumuz soru, gerçekten de üzerinde ittifak edilecek olan, ülke gerçekliklerine dayalı, rasyonel ve mutlak olarak doğru tek bir enerji politikası belirlemek mümkün müdür? En azından çevreci iddia ve yaklaşımları dikkate aldığımızda görülecek olan şey herkesin üzerinde kolayca ittifak edecek olduğu bir enerji politikasını belirlemenin pratikte mümkün olamayacak olduğudur. Örneğin, nükleer enerji yönünde belirtilecek bir tercih birçokları tarafından şartların gereği rasyonel bir tercih olmaktan çok 'politik bir tercih' olarak nitelenecektir. Yine yerli kömür kullanımına dayalı enerji santrallerinin kurulup işletilmesine de, sunduğu belli avantajlara rağmen belli bir çevre duyarlığıyla karşı çıkılabilecektir. Dolayısıyla şu söylenmelidir: Uygun ve doğru tek bir enerji politikasından söz etmek her zaman mümkün değildir. Her iktidar, ülkenin içinde bulunduğu şartların da yönlendiriciliği içinde kendi politik yaklaşımlarının da rol oynadığı belli tercihlerde bulunur. Örneğin, çevresel olumsuz etkilerine rağmen belli bir yörenin kalitesi düşük kömürünü kullanan termik santralın işletimi bu işletmenin hem yöresel bir istihdam imkanı yaratması ve hem de yerli bir kaynağın kullanılıyor olması dikkate alınarak tercih edilebilmektedir. Diğer taraftan, 'temiz' bir enerji olmasına rağmen nükleer enerji güvenlik gerekçesi ve teknolojisi için 'dışarı'ya büyük paralar ödenmesi gerektiği ve gelişmiş ülkelerin bile aslında henüz tam olarak çözememiş olduğu 'atık sorunu' -ki bu aynı zamanda çok pahalı bir sorundur- dikkate alındığında artık tercih edilmemesi gereken bir yol olarak görülebilmektedir. Bir enerji politikasının belirlenmesinde rol oynayan parametrelerse bellidir: Ülkenin genel olarak ekonomik durumu, kullanılabilir enerji kaynaklarının durumu, hükümetin çevre konularındaki duyarlığı, hükümet politikalarının belirlenmesinde dikkate alınması gereken uluslararası antlaşma ve standartlar.

Erdoğan hükümetinin dikkat ve tercihleri

Türkiye borç yükü altında bir ülke. Her iktidar kadar bu iktidarın da elini kolunu bağlayan ve tercihlerini yönlendiren bir durum bu. Büyük bir borç yükü altında bulunuyor olması ve büyük bir işsizlik problemini yaşıyor olması kendiliğinden Türkiye'nin yerli enerji kaynaklarını önemsemesini gerekli kılıyor. Bugünkü Sayın Enerji Bakanımız'ın konuşmalarında da haklı olarak bu gerçeğe vurgu yapılmaktadır. Buradaki kritik nokta, şu anda çalıştırılmakta olan verimsiz santralların özelleştirilerek -gerekiyorsa sıfır lira karşılığında- verimliliğinin ve standardının yükseltilerek işletilmesinin devamının sağlanmasıdır. Bu santralların özelleştirilmesinde asıl amaç bu işletmelerin satılmasından devletin para kazanması değil, bu işletmelerin standardının ve veriminin yükseltilerek daha düşük maliyetli ve kaliteli elektrik üretiminin ve buralardaki istihdamın devamının sağlanması olmalıdır.

Aslında, belki her hükümetin ve enerji bakanının, ve genelde de enerji sektörüne ilgi duyan herkesin enerjiyle ilgili kafasında bir master plan vardır belli belirsiz de olsa; en azından belli temel tercihleri vardır. Ama, bir taraftan da içinde bulunulan şartların dayattığı birtakım tercihler ve günü kurtarma kaygısı vardır. Çok keresinde içinde bulunulan şartların -önceki iktidarlar döneminde bulunulmuş yanlış ve yersiz taahhütlerin bağlayıcılığı da dahil- acil gereklerine cevap verme ihtiyacı zihinlerdeki master plan uygulamalarının hep tehir edilmesini zorlar. Yani, bir benzetmeyle söylersek, komada bulunan bir hastanın geleceğiyle ilgili çok esaslı planlarınız var belki; ama içinde bulunulan an için esas olan şey hastanın nefes alıp vermesinin devamını sağlamak ve bu arada genel durumunda kısmi iyileşmeler sağlamaktır. Türkiye de içinde bulunduğu ekonomik şartları itibariyle bir bakıma böyle bir durumdadır. Hasta şu anda hâlâ solunum cihazına bağlı. Solunum cihazı IMF reçeteleridir. Ama şükür ki hastanın durumunda iyileşme belirtileri görünür olmuştur. İşbaşında bulunan Enerji Bakanımız'ın öncekilerle karşılaştırıldığında genel bir enerji politikasının oluşturulması konusunda daha dikkatli ve kararlı olduğunu görmek zor değildir. Sayın Bakan Güler enerji politikasının çerçevesini oluştururken hiçbir yerli kaynağı ihmal etmek istemeyen, dahası yerli ve yenilenebilir kaynakların çoğaltılmasını isteyen dikkat ve yaklaşımlarıyla -arama çalışmalarına da ivme kazandırılarak- dikkat çekmektedir. Genel perspektifi itibariyle Sayın Bakan'ın savunuyor göründüğü politika yenilenebilir enerji kaynaklarını değerlendirme hedefindeki özel sektör girişimlerini özendirmeyi ve bir biçimde desteklemeyi öngörmektedir. Diğer taraftan, doğal gaza bağlı kombine ve kojenerasyon santrallerinin de ekonomik yatırımlar olarak dikkatten uzak tutulmadığı görülmektedir. Sayın Bakan nükleer enerji konusunda ihtiyatlı ve ölçülü bir 'evet' derken asıl gelecek hedefi olarak ufka hidrojen enerjisini koymaktadır. Burada Sayın Nejat Veziroğlu'nun bir önerisinin altını çizmek yerinde olur sanıyorum. Veziroğlu orta vadeli bir hedef olarak linyit kömürü bulunan yerlerde bu kömürü kullanarak temiz yakıt olan hidrojen elde eden tesisler kurulmasını -tabii ki özel sektör eliyle- ve bu elde edilen hidrojenin enerji üretiminde ve diğer alanlarda kullanılmak üzere boru hatları vasıtasıyla ülkenin dört bir yanına dağıtılmasını öneriyor. Altını çizmiş olduğumuz yerli kaynakların kullanımıyla ilgili olarak bu yerlilik boyutunu belki biraz açmak gerekiyor. Sayın Hilmi Güler'in 'yerli kaynaklar'a sıkça vurgu yapması, içine kapanmış ve dışarıyla ilişkilerini koparmış bir Türkiye arzusunun ifadesi değildir. Yerli kaynakları önemsemenin temelinde borç yükünden kurtulma -ki bu bir tür bağımsızlığın altını doldurmak anlamına gelir- sürecinde yerli kaynakları daha etkin ve yoğun kullanmanın yol açıcı olacağına olan inanç yatmaktadır. Yerli kaynakların yoğun ve etkin kullanımı dışarıya daha az para çıkmasını sağlayacak olduğu gibi yerel işgücünün istihdamında da olumlu rol oynayacaktır. Çok büyük ölçüde ithal edilmekte olan doğalgaza olan bağımlılığının artmakta olduğunu görmenin bu bağlamda çok mutluluk verici olmadığını söylemek de tabii ki yanlış değildir.

  • YUSUF YAZAR / YAZAR

    Türkiye'nin ve dünyanın geleceği bilişimdedir

    Bilişimdeki gelişmeler küresel ölçekte acımasız rekabeti de beraberinde getirdi.

    Birçok işte kemiyet değil keyfiyet önem kazanır oldu. Bilişim dünyasındaki gelişmeler bazıları için yıkım olurken bazıları için ise başarıda sıçrama aracı haline geldi.

    Her devrin sunduğu avantaj ve dezavantajları vardır. Aklını kullanarak avantajları yakalayan kişi ve kurumlar yükselmekte, diğerleri ise maalesef yerinde saymakta hatta gerilemektedirler. Elinde çok önemli cevherleri (genç beyinleri) bulunduran Türkiye ise çağın sunduğu en büyük fırsat olan bilişim teknolojisinden yeterince faydalanamamakta ve Üçüncü Dünya ülkesi konumunda kalmaktadır. Günümüzün sermayesi olan bilgi için bilgisayar teknolojisinden istifade etmek ve rakiplerimizi geride bırakmak hayati önem arzetmektedir.

    1990'lı yıllarda bilgisayar ağındaki hızlı gelişmeyle birlikte dünya sanal olarak bir ekrana sığarken bunu değerlendiren firmalar ürünlerini dünya çapında pazarlamaya başladılar. Ülkeler arası fiziksel sınırların kalkmasıyla birlikte, isteyen ve yeterli altyapıya sahip kişi ve kurumlar fırsatları iyi değerlendirebilmektedirler. Dünya devi Microsoft'un sahibi Bill Gates bunun en güzel örneklerindendir.

    Bilişim sayesinde bugün devlet kurumlarının çoğunda çalışan personelin bir yıllık maaşıyla sistem elektronikleşebilir. Elektronikleşen sistem sayesinde personel iş yapmadan evde yatsa ve devlet aynı maaşı personeline ödese bile devlet kârlı duruma geçebilir. Çünkü personelin kullandığı bina, servis, ofis, elektrik ve su vs'ye gerek kalmayacaktır. Bu durum özel kurumlar için de sözkonusudur.

    Dünyada kıyasıya bir rekabetin yaşanması, kapitalizmin ve emperyalizmin çirkin yüzleri nedeniyle siz isteseniz de istemeseniz de birileri bilişim teknolojileri sayesinde hızla ilerliyor. Dolayısıyla Türkiye de bu teknolojiden istifade etmek suretiyle genç beyinleri harekete geçirip bütün dünyaya hizmetlerini sunmanın yollarını aramalıdır. İki yıl önce ülkemize gelen bir Hintli'nin bilişim konusunda bizim bilgisayar kursu ile yaptığı iş görüşmesinde söylediği bir sözü unutamamaktayım. Hintli dedi ki; "eğer dünyada bilişim sektöründe çalışan Hindistanlılar bir an için işlerinden ayrılsalar dünya bilişimi çöker". Bu doğru olmayabilir fakat sağlanan bu psikoloji her şeyin üstündedir. Halkın psikolojik olarak bu şekilde yönlendirilmiş olması bile büyük bir başarıdır. Görüştüğümüz Hintli, Hindistan'daki bir bilgisayar kursunun temsilcisi idi. O kurumun 42 ülkede 2500 şubesi vardı. Şube sayısı ile her şubenin sahip olduğu öğrenci sayısını dikkate aldığınızda ne kadar büyük bir potansiyelin olduğu ortaya çıkıyor. Akılsız başın derdini ayaklar çeker. Fakat günümüzde sadece ayaklar çekmiyor ne yazık ki. Bedenimizin yanısıra çoluk çocuğumuz ve gelecek nesillerimiz de ıstırap görüyorlar.

    Bilişimdeki gelişmeler genç nüfusa sahip Türkiye için iyi değerlendirildiğinde, büyük bir şans olarak karşımıza çıkıyor. Fakat ülkemiz insanlarının bu şansı aramaları gerekiyor. Armut piş ağzıma düş devri bitti. Devir, mantıklı ve bilgili hareketle bilgisayarı iyi bir araç olarak değerlendirme devridir.

    Devir ne petrol, ne bor devridir. Devir, eğitim devridir. Eskiden okuma yazma seferberliği vardı. Şimdi ise bilgisayar öğrenme ve doğru kullanma seferberliği var.

  • MUSTAFA TOROS / MÜHENDİS

    Üniversitelerde kayan yıldızlar

    Peki bu insanları üniversitelerden atmak çözüm mü? Bence değil. Evet onlar suçlu, ama onların bu duruma düşmelerine sebep olanlar daha mı az suçlu?

    Üniversite olaylarıyla ilgili yıllardır yazılan makaleler, yazı dizilerini hepimiz okumuşuzdur. Benim fikrim, bütün bu yazılar hazırlanırken, sözkonusu öğrencilerin içinde bulundukları psikolojik durumun ve mevcut yaşam şartlarının yeterince irdelenmediğidir. Bu insanların da, tıpkı diğerleri gibi arzuları, hayalleri, ulaşmak istedikleri bir hayat standardı var. Ancak ümitleri ve imkanları için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Çoğu Anadolu'nun muhtelif yerlerinden gelmiş insanlar. Büyük şehirlerdeki eğitim imkanlarından yoksun kaldıkları için, pek de revaçta olmayan, okumayı hiç istemedikleri, mezun olduklarında dar gelirli insanlar arasına katılacakları bölümleri kazanabilmişler. Alışamadıkları, içinde bocaladıkları hatta bazen boğulduklarını hissettikleri şehir hayatının mağdur insanları onlar. Bu durum; gelecek kaygıları, ümitsizlikleri, mağdur edilmişliğin getirdiği isyan ve öfkeleriyle, bir de içinde bulundukları yaşın heyecanıyla birleşince olaylara karışmaları ve kullanılmaları kaçınılmaz hale geliyor. Eğitimdeki eşitsizliği gidermesi, mağdur ve öfkeli insanların ortaya çıkmasını önlemesi gereken YÖK, 2000 yılından itibaren edebiyat fakültesi mezunlarının öğretmenlik yapma haklarına son verdi. Edebiyat, tarih, coğrafya, felsefe gibi bölümlerden mezun olan öğrenciler için artık neredeyse yapılacak hiçbir meslek yok. YÖK'ün konuya yönelik politikaları bununla sınırlı değil. Üniversitelerdeki kavgaları önlemek için pratik bir çözüm getirildi. 2001 yılında, sadece İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden 21 sağ ve sol görüşlü öğrenci atıldı. Peki bu insanları üniversitelerden atmak çözüm mü? Bence değil. Evet onlar suçlu, ama onların bu duruma düşmelerine sebep olanlar daha mı az suçlu? Onlar bizim ülkemizin insanları. Okullarından atılmış ve geleceklerinin karartılmış olması, bizim de hayatımızı zorlaştırır. Ben üniversitelerden atılan gençleri kayan yıldızlara benzetiyorum. Her biri kendine özgü yetenekleri, hayalleri ve arzularıyla parlayan birer yıldız...

  • AHSEN OLCAY / ENFORMASYON UZMANI

    'Meslekî eğitim'de tercih sorunu

    İnsan hayatında önemli dönüm noktaları vardır: Eğitim göreceği okulun belirlenmesi, meslek seçimi, evlilikte eş seçimi gibi. Bunların içinde en önemlisi meslek seçimidir.

    Meslek, bir kişinin hayatını sürdürmesi, ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için kazanç elde ettiği uğraştır. Günümüzde insan yaşantısında meslekten elde edilen kazanç önemlidir. Çünkü insanların yaşam standardını bu kazanç belirlemektedir. Buna bağlı olarak meslek seçiminin önemi de artmaktadır.

    Ülkemizde meslek seçimine gereken önem verilememektedir. İlköğretimde meslek seçimi konusunda öğrenciler yeterince bilgilendirilmemekte ve yönlendirilmemektedir. Bunun sonucu olarak ilköğretimi bitiren gençler, ortaöğretim kurumlarına tesadüfen kayıt yaptırmakta, bilinçli bir meslek seçimi yapamamaktadırlar. Eğitim sistemimizde mesleki eğitim ortaöğretimde başlamakta, yüksek öğretimde devam etmektedir.

    Yüksek öğretimde de durum farklı değildir. Yapılan araştırmada halen üniversitede okuyan öğrencilerin %70'inin okudukları bölümü sevmedikleri görülmüştür. Ülkemizde meslek seçimi ve mesleki eğitim tercihinde bazı belirleyeci unsurlar vardır: Ailenin isteği, çevrenin baskısı, arkadaşlardan ayrılmama duygusu, çok para kazanma, tutkusu, toplumsal prestij vesaire... Burada gözden kaçan önemli bir nokta vardır: O da öğrencinin mesleki yeteneği ve meslek sevgisidir.

    Yeni düzenlemeler şart

    Gelişmiş ülkelerde meslek seçimi bizde olduğu gibi tesadüflere ve özentiye bırakılmamıştır. O ülkelerde ilköğretim aşamasında öğrenciler, uzman kurullarca çeşitli şekillerde değerlendirilmekte, kendileri için en uygun meslek belirlenmektedir. Bu kurulun kararını mahkemeler dahi değiştirmez. Onların eğitim sistemi, verimsiz, mutsuz ve sürekli iş değiştiren insan yetişmesine izin vermemektedir. Orada her meslek sahibi ilgili meslek okulundan mezun olmaktadır.

    Aynı yöntem bizim ülkemizde de uygulanmalıdır. Çünkü eğitim sistemimizin amaçlarından biri de üretken insan yetiştirmektir. Ülkemizin içinde bulunduğu şartlar gözönüne alınırsa üretkenlik ve kaynakların verimli kullanılmasının bizim için ne derece önemli olduğu görülür.

    Gelişmiş toplumlar sanayi atılımları ile kalkınmıştır. Sanayi atılımı için ara eleman da denilen kalifiye eleman gereklidir. Kalifiye iş gücü ancak mesleki eğitimle yetiştirilir. Dolayısıyla mesleki eğitime gereken önem verilmelidir.

    Mevcut eğitim sistemimiz içinde mesleki eğitim oranı %35'tir. Bu oran gelişmiş ülkelere göre çok düşüktür. Bugün İspanya'da bile mesleki eğitimin eğitim sistemi içindeki oranı %60'tır. Ülkemizdeki bu durum tersine çevrilmeli, mesleki eğitim okullaşma oranı %35'lerden %65'lere çıkarılmalı ve mesleki eğitim için gerekli yatırımlar yapılmalıdır.

    Dünyadaki gelişmiş mesleki eğitim modelleri incelenmeli ve gerekli araştırmalar yapılmalıdır. Ayrıca bu konuda kamuoyu oluşturulmalı; hem öğrenciler hem de veliler bilgilendirilmelidir. Bütün bunların ülkemizde gerçekleşebilmesi için ilk önce meslek eğitiminin alt yapısını oluşturmak gerekir. Bu alt yapı için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı, mesleki eğitimin kuralları belirlenmelidir. İş alanlarına ancak meslek eğitimini tamamlayanlar yerleştirilmelidir. Bu şekilde gençlerin mesleki eğitime yönelmeleri teşvik edilmelidir.

  • MEHMET KORKMAZ / EĞİTİMCİ




    Bu sayfada yayımlanan yazılar, seçici bir kurul tarafından incelenmekte ve Yeni Şafak'ın genel politikasına uygun yazılara yer verilmektedir.



  • 9 Haziran 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED