|
|
Cumhuriyet gazetesi, "Lojman meselesi"nde yürüttüğü bürokratik muhalefetten sonra şimdi de "bürokratları siyasi iradenin politikalarını uygulamaya ve engel çıkarmamaya" davet eden Tayyip Erdoğan'ı manşetten "bürokratlara gözdağı vermekle", "bürokratları tehdit etmekle" suçladı. 20 Kasım tarihli Cumhuriyet'in bu manşeti ve üç birinci sayfa haberi, her fırsatta "Demokrasiden ve halktan yana" olduğunu " savlayan" bu gazetemizin gönlünün gerçekte başka sevdalarda olduğunu gösteriyor... dalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) milletvekilleri-nin "halktan izole edilmiş" Meclis lojman-larında oturmayı reddetme kararına karşı Cumhuriyet'in yükselttiği muhalefet bayrağını "hüzün verici" bulduğumuzu hatırlayacaksınız... Gazete, bu karardaki sembolik siyasi değeri hiç görmeyerek önce "güvenlik", ardından "Çarşaflılar, şalvarlılar gelecekti, yüzleri açığa çıkacaktı, onun için vazgeçtiler, takiye bu" gerekçeleriyle muhalefet etmişti hani... "Emekten, demokrasiden, halktan yana" olduğunu her fırsatta "savlayan" bu gazetemiz şimdi de birinciden bile daha hüzün verici bir muhalefet bayrağı açıyor; adeta "devletten, bürokrattan yana" bir gazete olduğunu haykırıyor... Cumhuriyet'in (20 Kasım) "Bürokrata gözdağı" manşetine ve aynı gün haber sayfalarında oraya buraya serpiştirilmiş olarak duran haberlerine bir göz atarak gerekçelendirmeye çalışalım iddiamızı... Önce "Bürokrata gözdağı" manşeti... İsterseniz, haberin spotunu aktararak Erdoğan'ın bürokratları nasıl "tehdit ettiğini" (evet, haberin devamında bu da var) öğrenerek başlayalım: "AKP lideri, bürokrasideki hiçbir kurum ve bireyin hükümetin ufkunu daraltma çabasına girmemesi konusunda uyarıda bulunarak artık alışılmışın dışında bir dönemin başladığını söyledi. Bürokratlara 'Bizi iyi takip edin, hızımıza yetişin' diye seslenen Erdoğan 'ayakbağı olacaklar bunun bedelini ödemeyi şimdiden düşünsün' dedi..." Her şeyden önce şunun üzerinde durmalıyız: Tayyip Erdoğan, partisinin ilk grup toplantısında Cumhuriyet'in de haberde belirttiği gibi "milletvekillerine, bakanlara, bürokratlara ve Başbakan Abdullah Gül'e uyarılarda" bulunmuşken, Cumhuiyet neden "bürokrat meselesi"ni öne çıkarmıştır? Evet, Cumhuriyet'teki meslektaşlarımız, öbür gazeteler "uyarıları" bir demet halinde sunarken, kendilerine bu editoryal tercihi yaptıran "duygu ve düşünceler" üzerinde biraz düşünseler fena mı olur? Günlerdir gazetelerde "Türk bürokratlarına karşı ilk altı ayda bir şeyler yaptın yaptın, yoksa hiçbir şey başaramazsın" diye "uyarılar"da bulunuluyor, belli ki Tayyip Erdoğan da bunun farkında ve seçilmiş bir partinin başkanı olarak daha ilk adımda bürokrasiye görevlerini ve sınırlarını hatırlatıyor. Söyler misiniz ne var bunda ve bu neden bir "tehdit" olmaktadır? Tabii biz bu soruyu, demokrasilerde devlet bürokrasisinin temel görevinin "seçimle iktidara gelmiş bir hükümetin saptadığı politikaları yerine getirmekten ibaret" olduğu varsayımını esas alarak soruyoruz soruyoruz... Sonra o kelime tercihi: "Gözdağı..." (Unutmayın, haberin içinde "tehdit" de var...) İlhan Selçuk, seçimin ertesi günü gazeteye atılacak manşet konusunda genç yazıişleri elemanlarıyla tartışırken, onlara "Cumhuriyet'te yorumlu manşet atılmaz" dediğini yazmıştı. Peki, şimdi tehditli, gözdağılı bu manşeti ne yapacağız? 20 Kasım tarihli Cumhuriyet'in birinci sayfasında dolaşmaya devam edelim... Bülent Arınç'ın Meclis Başkanlığı'na seçilmesi, üst başlıkta "devlet sorunu"na bağlanarak sunuluyor: "Türbanlı eşiyle Sezer'i uğurlayacak..." Hemen altında, Erdoğan'ı "geleneksel Türk dış politika çizgisi"ne davet eden şu haber spotu: "Hiçbir resmi sıfatı olmamasına karşın AB ülkelerine yönelik gezilerini sürdüren Erdoğan, geleneksel Türk dış politika çizgisinin dışına çıkıyor. KKTC'de Türkiye'nin AB üyeliğini Kıbrıs sorununa bağlayarak resmi söylemi terk eden Erdoğan, önceki gün de Atina'da Dışişleri bürokratlarının toplantılara katılmasını istememesi REFAHYOL döneminin başbakanı Erbakan'ın Libya ziyaretini anımsattı..." (Bu haber, CHP İstanbul Milletvekili Onur Öymen'le yapılan ve "Devletten gizli görüşme olmaz" başlığıyla sunulan söyleşiyle destekleniyor.) İşte böyle... Cumhuriyet'e kalsa hükümete falan hiç ihtiyaç yok... Bürokrasi var, yetmezse "kırmızı kitap" da çağrılır yardıma, ülke "geleneksel" çizgide güzel güzel yönetilir... Siz söyleyin, bu muhalefet tarzıyla "solda ve ilerici" olma iddiası bağdaşabilir mi? (A.G.) 'İclâl'in doğurması bir Vatan meselesi midir?
Yanlış anlaşılmayalım diye önce dileğimizle başlayalım: Bebeğe Allah uzun ömürler versin, analı babalı büyütsün... Vatan gazetesi yazarlarından İclâl Aydın, bütün Vatan okurlarının sabırsızlıkla beklediği doğumu yaptı ve "kendisi gibi gamzeli bir kız çocuğu" doğurdu. Yeni anne, yeni baba ve bütün Vatan okurları doğumu 20 Kasım'da bekliyorlardı; bebek aceleciymiş, beklenen tarihten iki gün önce dünyaya gözlerini açtı... Aranızda Vatan'a arada bir bile olsa göz atanlar varsa, "İclâl"in doğumunun gazetenin ilk sayısından beri üzerinde durduğu temel meselelerden birisi olduğunu muhakkak hatırlayacaklardır. Ne güzel, mutlu bir anne, güzel bir çocuk, mutlu bir baba, mutlu akraba ve arkadaş çevresi, mutlu bir Vatan ailesi.... Hepsi iyi güzel de, "İclâl"in doğum yapması Vatan okurlarını niçin bu kadar yakından ilgilendiriyor? Ya da daha doğrusu ilgilendiriyor mu? Vatan'ın 19 Kasım tarihli sayısının neredeyse bir tam sayfasının "İclâl"in doğumuna ayrılmasını sağlayan gazeteciliğin adı ne gazeteciliği acaba? (K.B.) 'Akademiler' kimin uzmanlık alanına girer?
Radikal yazarı Mehmet Ali Kışlalı'nın 19 Kasım tarihli yazısı "Akademilerin havası" başlığını taşıyor. ("Hangi akademiler?" diye sormayacaksınız herhalde.) Merakınızı gidermek için, dolgu malzemesi görevi gören satırları atlayıp işin özüne gelelim. "Akademilerin havası" şöyleymiş: "Genelde yaptığım gözlem, geniş bir camiada oldukça hissedilir bir kaygı havasının esmekte olduğunu gösteriyor." Hemen ardından şu sakinleştirici satırlar: "Tabii bu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün açıkça ifade ettiği gibi, seçim sonuçlarını meşru karşılama dışına kayan bir kaygı ifadesi şeklinde olmuyor. " Yazıda ne tür "kaygı ifadeleri"nin geçerli olduğu konusunda bilgiler de var, ama tümü tahmin edilebilir şeyler olduğu için ("AK Parti'liler türbanlı eşlerini orduevlerine getirecekler mi" vb.) ayrıntılara girmiyoruz. Biz asıl, "hava"nın aktarılmasına geçmeden önce kaleme alınan şu "incelikli" satırlara dikkatinizi çekmek istiyoruz: "AKP seçimi kazandıktan sonra, kimi meslektaşın askeri çevrelerde estiğini düşündükleri havayı, kendi eğilimleri istikametinde yansıtmaya gayret ettiğini okuyorum. Bu yaklaşımın ne okurlara re de yeni iktidar sahiplerine yararlı olmayacağını düşünüyorum." Şu birkaç satırda ne kadar çok şey gizli, farkında mısınız? Ama ne yalan söyleyelim, biz en çok "kimi meslektaş"ın oturduğu yerden haber üfürdüğünü ima eden ve o işler bizden sorulur demeye getiren incelikli gazetecilik eleştirisinden hoşlandık… (A.G.) 'Barış neden medyada yer almıyor?'
Artık "onlarda da öyleymiş canım" diye teselli mi bulursunuz, yoksa "biz insanlar niye böyleyiz" falan diye tefekküre dalma vesilesi mi sayarsınız, bilmeyiz... "Basında savaş, kıyım ve şiddete büyük yer ayrılırken barış haberlerinin önemsenmemesi" sadece Türkiye'de değil, dünyada da bir sorunmuş… Cumhuriyet'teki (18 kasım) "Medyada barışın adı yok" başlıklı haberden, Fransa'nın Verdun kentindeki Dünya Barış Merkezi'nde dünyanın her yerinden gelen katılımcıların barış ve medya ilişkisini tartıştıklarını" öğreniyoruz. (Zaten bu haber de büyük gazetelerin hiçbirinde yer bulamamış kendine.) "Barış ve Medya" başlıklı toplantının ana konusu ise "Barış neden medyada yer almıyor?" olarak tespit edilmiş. Toplantıda konuşmacılar "yılın savaş muhabiri" ödülüne karşılık "barış muhabirliği ödülü"nün adının bile geçmediğini; yazılı ve özellikle de görsel basında her gün savaş, katliam, saldırı, silahlı eylemlere ait bilgi ve görüntüler ana haber bültenlerinde yer alırken, barış, hatte ateşkeslerin bile küçük başlıklarla ya da TV'lerde spotlarla yansıtıldığını; ayrılıkçı, "kinci" medya grupları hiç finansman zorluğu çekmezken, az sayıdaki "barış" medyasının ciddi mali sıkıntılar içinde bulunduğunu anlatmışlar… Gözünüzden kaçmasın diye aktardığımız bu haberi, size son günlerde "televizyon ve savaş" temasını işleyen karikatürleriyle öne çıkan Kâmil Masaracı'nın (Cumhuriyet) peşpeşe çizdiği üç karikatürün eşliğinde sunuyoruz. Eminiz, siz de çok beğeneceksiniz. (A.G.) 'Vakti gelince' yapmak...
Milliyet'ten Can Dündar'ın 19 Kasım tarihli yazısından: Erdoğan'ın ikide bir, hariçten davul tokmaklamak istemis sorun yaratmayacak mıdır? Hükümetin başarılı olması halinde hepten yıldızı parlayacak Gül, vakti gelince emaneti gerçek sahibine iade etmekte zorlanmayacak mıdır? Hükümet başarısız olursa Erdoğan, 'Bana vermediniz de ondan' deyip faturadan kurtulmayacak mıdır? Bütün 'kardeşlik' görüntüsüne rağmen, ilk günden 'Ben emanetçi olmam' diyerek kişiliğini ortaya koyan Gül ile 'Başbakanlık bir koordinasyon makamıdır' diyerek koltuğu -kendine- yontan Erdoğan arasında muhtemel bir otorite çatışmasının ipuçları görünüyor." Meslektaşımız bizi affetsin ama, biz sözünü ettiği "ipuçları"nı henüz göremiyoruz! Aslında Dündar'ın yaptığı, bize, memleketimizde çokça karşılaştığımız "niyet mukakemesi" durumunu hatırlatıyor. Hani ortada "fol yok yumurta yok"ken "Haaa efendim, onlar mutlaka böyle yapacaklardır!" diye söze giren muhakeme tarzını.... Bu sakıncalı muhakeme tarzının devasını da hatırlayacaksınız: Bu tarz değerlendirmeleri vakti gelince yapmak. Bu husus zaten Milliyet yazarının satırlarında da mevcut: "Vakti gelince". Evet "vakti gelince", acele etmeye ne gerek var... (K.B.) Sıra geldi 'serbest atışlar'a...
Radikal gazetesinden Mine Kırıkkanat'ın 20 Kasım tarihli yazısından: "(...) Dün Hürriyet gazetesinde Abdullan Gül'ün, 'dikensiz bir gül' koklarken fotoğrafını gördüm, seçim sırasında Tayyip Erdoğan'ın da gül falan attığını hatırladım ve birden bire... Korkuyla ürperdim. (...) Neden gül önemli derseniz, kırmızı gül, Hırıstiyanlığın sembolüdür, İsa'nın kanını simgelemekle kalmayıp, o kanı akıtan haç anlamına da gelmektedir düpedüz. Umberto Eco'nun Katolik Kilisesi'ni konu ettiği kitabına 'Gülün Adı' başlığını koyması boşuna değil, Fatih de 'tesadüfen' gül koklarken resmini yaptırmış değildir. (...) Fatih, Hırıstiyan dinine geçmeye karar verdiği için zehirlenerek öldürülmüş olabilir. Sakın bizim İslami/demokratik sentez hükümeti; gül koklar, AB kapılarına seferiyiz diye oruç tutmaz namaz kılmazken, ipin ucunu kaçırıp 'hırislami' bir demokrasi sentezine ulaşmasın?" Dedik ya; sıra geldi "serbest atışlar"a! (K.B.) Biz bıktık ama Turhan Selçuk bıkmadı!
Turhan Selçuk ünlü bir çizerimiz; tanımayanımız var mı? Selçuk'un çizgileri son yıllarda Cumhuriyet gazetesinde yayımlanıyor. Gazetenin "Söz çizginin" adlı köşesinde ülkede ve dünyada olup bitenleri bir de Selçuk anlatıyor.... Hatırlayacaksınız, bu ünlü çizerimizin köşesinde en sık karşılaştığımız konu "çarşaflı kadın" figürü. Olabilir, kendisini "laik-cumhuriyetçi" cenahın militan bir üyesi olarak gördüğü için söylemek istediğini "çarşaflı kadınlar"dan hareketle anlatmayı tercih ediyor. Olmasına olur da, insan yeni bir örneğiyle gazetesinin 20 Kasım tarihli sayısında karşılaştığı "karikatür"ü görünce sormadan edemiyor: Ne bu şimdi? Bu çizgiler bize ne anlatıyor? Bu ne demek? Nereden icabetti? Bu çizgilerden hareketle ne düşünmemiz isteniyor? Bir olay bu derece de karikatürize edilebilir mi? Tamam, çizimler güzel olmasına güzel de, bu "karikatür"ün mesajı ne? Bir çizerin bu derece "saplantılı" olması uygun mudur? En iyisi ince-ledikten sonra siz karar verin... (K.B.)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |