|
|
Yeni sömürgeciliğin dinamikleri
Amerikan devleti, global hammadde akışı üzerindeki hakimiyetini su götürmez tarzda pekiştirmek; Soğuk Savaş sonrası büyük oyuncuların payını minimumda tutmak istiyor. Ancak böyle yaparak kendi millî şirketlerinin kazancını azamide tutacak, böylece vergi bazını genişletecektir. AB; Çin, Rusya ve Japonya'nın yeni bir Körfez Savaşı'na karşı çıkması bu yüzdendir. ABD, Ortadoğu'da, hatta Avrasya'nın bütününde ne arıyor? Jeopolitik ve jeokültürel hedefleri bir yana bırakıp sadece ekonomik kazanımları hesaba katacak olursak, başta petrol olmak üzere, dünyanın belli başlı hammadde yataklarını sürekli denetim altında tutmak; böylece mevcut ve müstakbel rakiplerine karşı rekabet üstünlüğünü devam ettirmek! İktisatçıların çoğu, herhangi bir modern sanayi ekonomisinin karşı karşıya olduğu en temel iktisadî problemin 'dünya pazarlarında rekabet etmek' olduğu fikrinde ittifak etmektedir. Özellikle üçkutuplu bir "rekabetçi bloklar" dünyasına doğru hızla gitmekte olduğumuz, daha az rekabetçi ekonomilerinse bu bloklardan birine 'yanaşmaya' çalıştıkları ifade edilmektedir. Bütün iktisatçılar bu görüşte değil, pek tabii. Mesela Paul Krugman'a göre, dünyanın önde gelen ulusları birbirleriyle önemli bir iktisadî rekabet içinde değildirler; ayrıca, bunların başlıca iktisadî problemlerinden hiçbiri dünya pazarlarında rekabet etmedeki başarısızlıklarına atfedilemez. Dünyanın öncü ekonomilerinin iktisadî hastalıklarından ötürü dış rekabeti suçlamak yerine, bu ekonomilerin iç işleyişlerine eğilmeliyiz. Sorunların çoğu yerli imalattır!
'Kazan kazan rekabeti'
Malcolm Dunn ise, ulusların iktisaden rekabet ettiklerini, fakat bunun şirketler arası rekabetten farklı olduğunu ileri sürerek Krugman'ın görüşüne karşı çıkıyor. Dunn'a göre, asıl tehlike sistemin rekabetçi tabiatından gelmektedir: Sistem, kurumsal bir rekabetçi yapı kurmayı iktisat politikasının önemli bir görevi haline getiren 'istikrarsızlaştırıcı kuvvetlere' kucak açmaktadır. Krugman, rekabet gücüne dair kriterlerin yanıltıcı olduğunu söylüyor. Mesela, bazıları lehte bir ticaret dengesi ile kişi başına hayat standardının bir ölçü olduğunu ileri sürüyor. Krugman'a göre, bu tanımların açıklama güçleri sınırlıdır ve tecrübî bakımdan yanlıştırlar. Çünkü sadece dış ticaretin çok büyük bir rol oynadığı ekonomiler için (mesela Almanya) söz konusu edilebilirler. Birçok iktisatçı, bir ülkenin kişi başına hayat standardının ancak o ülke şirketlerinin rekabetçi konumlarının öbür ulusal ekonomiler zararına kuvvetlendirilmesiyle ilerletilebileceği görüşüne sahipken, Krugman uluslararası ticaretin (merkantilistlerin iddia ettikleri gibi) sıfır-toplamlı bir oyun olmadığına işaret etmektedir. Lester Thurow'nun ileri sürdüğü "kazan-kaybet" rekabetine karşılık, Krugman önde giden ekonomiler arasında bir "kazan-kazan" rekabetinin olduğunu söylemektedir.
Rekabet, temelde siyasîdir!
Dunn, çok haklı bir yaklaşımla, Krugman'ın meselenin "politik" veçhesini gözden kaçırdığını ve bu yüzden yanlış bir noktaya saptığını ileri sürmektedir. Bütün ülkelerdeki siyasî elitler güç kazanmak ve statülerini ilerletmek isterler; bu durum, o ülkelerin hem iç hem dış işleriyle bağlantılıdır. Devletler (veya onların siyasî elitleri) ekonomilerini, siyasî çerçevede tanımlanmış ulusal çıkarları kollamak için ihtiyaç duydukları ekonomik araçların başlıca kaynağı olarak telakki ederler. Vatandaşlarından vergi talep ederek toplum kaynaklarının bir kısmını tekellerine almış olurlar; ticaret partnerlerinden gümrük vergisi alırlar; bütçelerini finanse etmek üzere iç ve dış sermaye piyasalarından borçlanırlar. Ulusal sanayilerini çeşitli yollarla teşvik ederler; ülkelerini uluslararası işletmeler için çekici hale getirmeye çalışırlar. Bütün bunlardan maksat, ülkedeki ekonomik birimlerin daha fazla üretim yapıp kazanç elde etmeleri; devletin de bunlardan o ölçüde fazla vergi toplayabilmesidir. Vergi bazı ne kadar genişse, siyasî elit o kadar fazla siyasî-askerî harcama yapabilir ve başka ulusların siyasî elitlerine söz geçirebilir. Günümüzün siyasî-iktisadî rekabetinin anlaşılmasını güçleştiren husus, ulusal ekonomik potansiyelin yerli temelinde meydana gelmiş olan değişimdir. Eski merkantilist devletlerin aksine, "ulusal ekonomi" terimi bugün artık sadece merkezî ülke içinde olan şirketleri içine almıyor. Kıstas, ülkenin GSMH'sına katkıda bulunan her türlü iktisadî faaliyettir. Yani bir bakıma yerli ve yabancı şirketler arasındaki klasik ayırım muğlaklaşmıştır. General Motors'un Almanya'daki kolu OPEL, en az Volkswagen kadar bir Alman şirketi sayılabilmektedir. Siyasî elit için önemli olan, siyasî sınırlar içindeki iktisadî faaliyetlerin kendini uzun vadede ne ölçüde kudretli kılacağıdır. Yani, millî çıkarlar bugün artık beynelmilelci bir tarzda takip edilmektedir. ABD siyasî eliti, Krugman'ı değil, Dunn'ı haklı haklı çıkaracak tarzda hareket ediyor. Amerikan devleti, global hammadde akışı üzerindeki hakimiyetini sugötürmez tarzda pekiştirmek; Soğuk Savaş sonrası büyük oyuncuların payını minimumda tutmak istiyor. Ancak böyle yaparak kendi millî şirketlerinin kazancını azamide tutacak, böylece vergi bazını genişletecektir. AB; Çin, Rusya ve Japonya'nın yeni bir Körfez savaşına karşı çıkmaları bu yüzdendir. ABD, Irak'ta sadece yeni bir Ortadoğu haritası çizmiyor; küresel sistemin müstakbel oyuncularını elden geldiğince çaptan düşürmek istiyor. Uzun vadeli maliyetini fazla hesaba katmadan!
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |