Çocukluk kayıp ülke. Çocukluğum, damarlarımdan bir trenin hızla geçip gitmesi. Açık denizde, suyun yüzeyine sıçrayıp sonra tekrar bilinmez derinliklere dalan bir yunus balığının tekrarlanamaz güzellikteki raksı. Çocukluğum, beyaz tülbent kokusu, sobanın üzerinde çıtırdayan mandalina kabuğunun rayihası, pencereden boşalan kar aydınlığı, ama en çok annemin yüzü, annemin sesi.
Çocukluk tuhaf şey. Büyüyünce farkediyor insan bir zamanlar çocuk olduğunu. Çocukluk denen ülkeden sürgün olunca anlaşılıyor, geride kalanların nasıl esrarengiz, mucizevi, romanı yazılası, heykeli dikilesi sûretlere büründüğü. Rüzgârın taşıdığı bir kokunun, bir yaprağın ayasına vuran gün ışığının, bir ince tınının nerelere alıp götürdüğü, götürüp de geri getirmediği her yetişkinin malûmu. Büyüyünce hepimiz biraz Proust, biraz Woolf… İçimizde hep geçmiş zaman şarkıları çalan bir plak, döndükçe ilmek ilmek çözen hüznü, damardan değil sîne-i sad pareden. Hepimiz biraz Itrî, biraz Haşim… Hepimiz, melâli anlayan bir neslin âhından nasipli.
Bunca uzun girazgâhı, bir hatıranın burukluğuyla yazdım, ancak bir rüyayla kıyaslanabilecek kadar güzel bir fotoğrafın ruhumu titreten sızısıyla. Kalbim kadar geniş bir kadrajdan çekilmiş, ebedî bir hevesin fotoğrafı bu: Annem elimden tutmuş, ortanca ablamın peşisıra yürüyoruz. İstikametimiz komşu mahallede bir ev. Benim başımda üzerinde rengarenk çiçekler olan, küçük, pamuklu bir başörtüsü. Çenemin altından düğüm atılmış. İçimizde derin bir huzur. Bu huzur cisme bürünse, mübarek Kâbe'yi örten mübarek örtünün yaldızlı işlemesi olur, o kadar masivadan uzak, o kadar maveraya yakın yani. Vardığımız yerde safalar getirdinizlerle karşılanıp, salonun baş köşesine buyur ediliyoruz elbet. İlk ikram, ev sahibesi teyzenin hoşnutlukla aydınlanan yüzü ve tebessümü. Evin her köşesi teyzelerle, ablalarla, ihtiyar nineciklerle dolu, hepsiyle tek tek musafaha yapıyor ve adeta yere basmaktan imtina edermiş gibi güvercin adımlarıyla ilerleyip, buyurulan yere usulca oturuyoruz. Herkeste ilahî bir sükût var adeta. Bekliyorlar fakat neyi? Çocuk zihnim, pek güzel bir şeyi bekleyenlerin gizli neşesini yakıştırıyor herbirinin gözlerine. Fazladan tek bir kelime sarfedilmiyor neredeyse, sözler, tavırlar gayet tasarruflu, hatta kımıltılar dahi. Başlar ekseriyetle öne eğik, en yaşlısında bile bir taze nergis edası. Cami gibi kokuyor kırlentler, minderler, kadınların nefesleri bile.
Nihayet sessizlik bozuluyor. Ablam, benim güzel, naif Figen ablam Kur'an okumaya başlıyor. Dalga dalga yayılıyor sesi, bana kalırsa ta uzaklardaki dağlara, köpüklü dalgalara çarpıp geri geliyor; dağlardan kuş seslerini, dalgalardan ummanın zikrini de ödünç alarak üstelik. Usulcacık okuyor, usulcacık devriliyor kayalar, usulcacık yaratılıyor dünya yeniden. Bir bebek belli belirsiz gülümsese uykusunda, annesine cihanı armağan etmiş olmaz mı?
Bitiyor eşsiz belagat, kadınların takdir cümlelerinden anlıyorum ki bir aşırmış ablamın okuduğu. Kur'an'ın güzelliği, gözleri dünya zevklerine karşı körleştiren bir başka tamaha sürüklüyor kadınları: daha fazlasını istiyorlar, hep vecdle dinlemek, hep mest olmak istiyorlar bu kevser pınarından. Kırmıyor ablam. Herkesin kucağında bekleyen o eşsiz kitabın sayfaları çevriliyor ve ablam, yedi kıraatın bilmem hangisiyle başlıyor yine okumaya. Ben kâh kadınların yüzlerini inceliyorum kâh Kur'an sesine kulak veriyorum. Hani bir deniz, günün farklı saatlerinde farklı renklere bürünür, gölgelenir, puslanır, bulanır, durulur; tıpkı öyleler, sokakta görseniz çarçabuk 'herhangi biri' vasfıyla yaftalayacağınız, ayrıcalıklı ve özel bir iç dünyaları olduğuna asla hükmetmeyeceğiniz bu kadınlar. Örme yelek giymiş kimisi, çoğu basma eteklikli, adeta sadelik abidesi her biri. Tülbentlerindeki binbir renkli oyalar, simalarını çiçeğe çevirmiş yalnız. Çiçekler, fakat arıya karşı öylesine bir istiğna hali. “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” der gibiler. Minderlerde, kanepelerde oturmuyorlar da Arafat Dağı'nın eteklerinde, Süleyman Mabedi'nin eşiğinde geziniyorlar sanki. Sanki her biri birer Meryem, birer Hatice.
İçlerinden birkaçını tanıyorum: Şu siyah hırkalısı Asiye teyze. Kızıyla yaşar, torunlarıyla ilgilenir, oğlanları hayırsız çıkmış. Yine de bedbin değil, derbeder değil, hatta mesut denebilir. Kandillerde lokma döktürüp dağıtır bütün mahalleye, sevabı cemi cümle ölmüşlerin ruhuna gitsin diyerek. Okuma yazması bile yok, seçimlerde muhtemelen partisini ambleminden tanıyıp mührü basıyordur, zaten bütün siyasi bilinci de seçimlerde sadakatle inandığı partiye oy vermekten ibaret. Zayıf, kuru bir kadın, ama burada devleşmiş sanki. Tevekkülle ve Rabbine duyduğu minnetle büyümüş elleri, kalbi. Bir dernek başkanından daha cevval, bir akademisyenden donanımlı görünüyor bu saadet meclisinde. Oysa bildiği tek şey var: Kocakarı imanı. Ötesi yok. Evvelce bir nokta olan ilmi çoğaltmaktan yana günahsız, aslına sadık, emanete sadık. “Gül olanın aslı güldür, Peygamberin nesli güldür. Hey Allah'ım beni senden ayırma, İlahi gülü bülbülden ayırma!” Yazacak olsa, bütün bilimsel makaleleri, tezleri, kuramları, bildirileri bu birkaç cümleden ibaret olur eminim. Onunki öyle bir ilim. Basit, gösterişsiz fakat alabildiğine derin. Pardesüsünü giyip buraya gelmek üzere, evvela sağ ayağını atarak kapıdan çıktığı vakit, “Bismillah” demiştir, yolda “Estağfirullah” çekmiştir, burada da “Elhamdülillah” diyor hâl diliyle. Hepsi bu. Vehimler, hafakanlar yok ruhunda, şüphenin zehirli sarmaşığına dolanmamış kalbi. Yağmurun yağışından bile ibret dersi çıkarır. Şu fani imtihan dünyasında, en büyük ızdırabı başkasının derdi, tesellisi ise derdin sahibinin de yücelerden yüce bir sahibi olması.
Bir topluluğun ruhunu vareden şey nedir gerçekten? Mekânın hususiyetleri mi? Benzer duyarlıklar mı? Ortak arzular yahut kaygılar mı? Birden fazla insanın bir aradalığından bir meclis olmaya doğru giden yolu hangi vasıtayla aşmak mümkündür? Ortak bir gayeyle mi? Her bir fert tarafından ehemmiyetli görülen bir 'mesele'nin varlığıyla mı? Asiye teyze, duydum, vefat etmiş evvelki sene, fakat yaşasaydı ve ona sorsaydım bu soruları, şöyle derdi sanırım: “Allah imanla göçmeyi nasip etsin kızım, gerisi fuzûli. Bir tek iman, derde şifa.” Şuna katiyetle inanıyorum: Müslüman bir toplumun harcına muhakkak Kuran tilaveti karışmıştır. Haftayı Cuma okumalarıyla arıtıp yuyan, yılı mukabelelerle yuyup temizleyen, ömrü eli başına yettiğinde hacla, değilse Peygamber toprağının hasretine döktüğü yaşla ve tevbeyle temizleyip nihayete erdiren kadınlar, bana bugün bütün “uzman”lardan daha fazlasını öğretiyor.
Kalbimin hengâmesinde, kalemin telaşında, fonda hep bir ezgi. Canım ablam söylerdi. “Hafız kızım! Fatıma anamıza komşu olasın!” dualarına gark olacak güzellikte, âh ne dokunaklıydı o günler:
“Kimseye derdin söyleme / Halin şikayet eyleme / Sabretmesi zordur amma / Mükafat var sabredene”