15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden sekiz yıl geçti. Siyaset, sosyoloji, felsefe gibi teorik zeminler bu hadiseyi uzun uzadıya tartıştılar. Öte yandan gazetecilik gibi pratik alanlarda da hem Türk medyası hem de yerel basının darbe günlüğü incelendi. Akademi, Türkiye tarihinde bir benzeri görülmemiş bu hadisenin üzerinden görece kısa bir zaman geçmesine rağmen onlarcası tez hacminde olmak üzere sayısız yayın ortaya koydu. Bu hareketliliğin altında doğal olarak incelenecek malzemenin bolluğu yatıyordu. Milletin tamamının kaderine tesir eden 15 Temmuz gecesi, öncesi ve sonrası ile tartışılmaya, yorumlanmaya oldukça müsaitti. Türk edebiyatı ise birbirine bağlı bir biçimde hem akademide hem de metin üretiminde bu hareketliliğin hızına kapılmaktan kendisini korudu. Kendisini korudu ifadesini bilinçli bir biçimde kullanıyorum. Bu hareketliliğe ayak uyduramadı, bu hareketliliğin hızına yetişemedi demek de mümkündü. Henüz o kanaatte değilim. Akademi zaten üretilen metinler üzerinden kendisini inşa eden bir alan olduğu için ortada dişe dokunur bir 15 Temmuz edebiyatı yokken tespit, tahlil ya da teklifte bulunamayacaktı. Birkaç makale ve yüksek lisans seviyesinde bir tezden öte akademide bir kıpırdanma görülmedi.
Edebiyatın, büyük politik, sosyolojik hadiseler karşısındaki tepkileri mahiyet bakımından farklılık gösterir. Eli kalem tutanların bir kısmı can havli, tez canlılık, vitrin düşkünlüğü, iktidar zafiyeti, ideolojik körlük, hatta saf ve masumane hislerle kendisini ortaya atar ve bir çırpıda metinler üretir. Bunların tarihe çok erken bir tanıklıktan ve hadiseleri kayda geçirmekten öte bir katkısı, anlam ve değer bakımından yoktur. Tarihe tanıklığın önemsiz olduğunu asla iddia etmiyorum. Yıllar sonra kütüphane raflarında bir durumu anlamaya çalışanlara, büyük nispette doğrulanmaya muhtaç olsa da, belgeler bıraktıklarını kabul ediyorum. Fakat edebiyatın aslî kaygısı bunların çok ilerisindedir. Edebiyat, bir sanatçının eserlerini ele almak için o sanatçının ölümünü bekleyecek kadar kişi ve eserlere kayıtsız görünmeyi, içindeki muhabbeti gizliden sürdürmeyi tercih eden muhafazakar bir yapıdır. Tıpkı bunun gibi sosyolojik, siyasî hadiseleri edebiyatın bir nesnesi hâline getirmek için de bütün enkazın kalkmasını, son dumanın dağılmasını bekler. Bunun aksi durumlar da olmuştur. Hem tez canlı davranıp hem nitelikli metinlerin ortaya çıkarıldığına da tanıklık etmişizdir.
Türk edebiyatının politikleştiği on dokuzuncu asır ortalarından bu yana edebiyatçının tarihyazıcılığı vazifesi üstlendiğini, bir vakanüvis kimliğine büründüğünü biliyoruz. Ancak yazılan metinlerin çoğu fıkra mahiyetinde gündelik yazılar olmuştur. Ziya Paşa’nın devleti selamete çıkarmak için yazdığı meşhur rûyası gibi metinler oldukça azdır. Orada gerçek bir kurgu ve edebiyat görürsünüz. Ama şöyle dönüp baktığımızda harpler cereyan ederken yazılan romanların ne bir edebî değerinden söz edersiniz ne de müelliflerinin edebiyat tarihinde bir mevki işgal edecek iktidar gösterdiğini görürsünüz. İttihatçıların halk desteğini kazanabilmek için bir dolu edebiyatçıyı Çanakkale cephesine taşıdığını, oradan dönen hikâyelerden sadece Ömer Seyfeddin’in metinlerinin yaşadığını da biliyoruz. Çünkü Ömer Seyfeddin, Sirkeci’den trene binen kalabalığın arasına zaten bir kalem sahibi olarak katılmıştı. Öte yandan II. Abdülhamid’in darbe ile hal edilip sürgüne gönderilmesinden sonra padişahın kahramanı olduğu ve birkaç yıl içerisinde yazılan elli civarında piyesin hangisi bugün hatırdadır. Kalemin yükünü bir an bile çekmemiş kişilerin heyecan, telaş ve yeni iktidara yaranma güdüsüyle yazdıkları şeylerdir bunlar. Bugüne hiçbiri kalmadı. Kalıcılığa engel şeyin sadece sıcağı sıcağına kalem kuşanmak olmadığını gösterecek sayısız numune de var. Bunun için 12 Mart ve 12 Eylül romanlarının ilk baskı tarihlerine bakmak yeterli. İsimlerini anmayacağım ancak darbe edebiyatını şekillendiren metinlerin büyük kısmı tanıklık edebiyatının da imkânlarından istifade ile darbelerin ilk beş, çoğunluğu ilk on yılında yazılmış. Bugün pek çoğu yeni baskılar yapıyor, muhatap buluyor. Az önce edebiyatın hadiseler karşısındaki tepkilerinde mahiyet farklılıkları vardır derken bir de bunu kastediyordum. Edebiyatta rüşdünü ispat etmiş kişilerin nitelikli metinler ortaya koymaları için uzun uzadıya beklemeye muhtaç olmadıklarının delili bu romanlar. Neticede gerçek edebiyat kendi hareket sahasını yaratarak zaman içerisinde derinleşmeyi de bilir. Burada darbeler üzerinden kalıcılık ve nitelik meselesini tartışırken Türkiye’de sol düşüncenin kıyıma uğradığına inanılan darbelere işaret ettim. 12 Mart ve 12 Eylül romanları diye edebiyat tarihinde bir kavrama bürünen bu darbelerin arasında neden 27 Mayıs ve 28 Şubat’ı sayamadığımızı sorgulamam gerekiyor. Üzerinden altmış seneden fazla bir zaman geçtiği hâlde bir 27 Mayıs romanından bahsedemeyişimizi, Adnan Menderes gibi bir figürün neden romanının yazılamadığını düşünmeliyiz. 27 Mayıs’ı konu alan romanların büyük çoğunluğu darbeden on yıllar sonra o da sol-liberal sanatçılar tarafından yazılmış. 28 Şubat için de değişen bir şey yok. Neredeyse üzerinden otuz yıl geçtiği hâlde bu darbeye doğrudan maruz kalan edebiyatçılar da dahil olmak üzere birkaç roman ve hikâyeden öte kimseden bir şey okumadık. Bu durumda ortaya yeni bir sorun çıkıyor. Müslüman, muhafazakar, milliyetçi, dindar nasıl tarif ederseniz edin Türkiye’de sağ görüşe mensup gerçek sanatçılar tarihî, politik hadiseleri edebiyatlarının bir malzemesi olarak görmek istemiyorlar. Bu 15 Temmuz için de geçerli. Darbe girişiminin üzerinden sekiz yıl gibi görece az bir zaman geçtiğini söyleyerek bir 15 Temmuz edebiyatı için beklemek gerektiğini iddia edenlerin hayal kırıklığına uğrayacağı muhtemel görünüyor. Ne yazık ki bu darbe girişiminin ısrarla toplumun her kesimi tarafından reddedildiği, bu girişimin belli bir kesime değil özellikle demokrasiye olduğu imajı öne çıkarılsa da 15 Temmuz Türkiye’de birilerinin yerde bıraktığı bir kurgu olarak görüldü ve reddedildi. Bunu başta bir kesimin edebiyat dergilerindeki sessizlikten gördük. Ancak ne yazık ki şunu itiraf etmeliyiz. 15 Temmuz Türkiye’de sol düşünce ve sanata vurulan bir darbe olsaydı bugün birkaç rafı dolduracak nitelikli romanlar okuyacaktık. Bunu çok uzağa gitmeden Gezi olayları için bile söyleyebiliriz. On yıllar sonra kütüphane raflarındaki “gezi” kitaplarına bakanlar bunun gerçekten bir direniş olduğuna inanacaklar. Aksini iddia eden, bu anarşiyi çökerten karşı bir edebiyat bile üretilmedi çünkü. 15 Temmuz’un gerçek muhataplarından da henüz bir ses yok. Edebiyatın ketum bir tabiatı olduğuna ben de inanıyorum ancak buradan nitelikli bir 15 Temmuz edebiyatı çıkacağına ihtimal vermiyorum. Bu iç karartıcı manzaraya rağmen sekiz yılda Türk edebiyatının hep hepine kayıtsız kaldığını, üretilen metinlerin tamamının niteliksiz olduğunu iddia edecek değilim. Değerleri hakkında hüküm vermeden ortaya konan dergilerin ve romanların neler olduğunu hatırlamaya çalışacağım. Şunu da akılda tutuyorum. Bir yerde niteliksizliğin büyük kalabalığı oluşturması nitelikli metinlerin doğumunu daima engeller.
15 Temmuz 2016 günü yaşananlardan sonra edebiyat, kültür dergilerinin çıkan ilk sayıları güçlü bir biçimde bu ihanete ve katliama karşı olduklarını, devletinin ve milletinin yanında durduklarını kapaklarından iç sayfalarına kadar gösterdiler. O aylardaki sayıların içerikleri hakkında Firdevs Türker Uğuz’un hazırladığı yüksek lisans tezinde epey ayrıntı bulmak mümkün. Türk Edebiyatı, Cins, Dergâh, Postöykü, Temmuz, İzdiham, Fayrap, Karabatak, Aşkar, Mahalle Mektebi gibi dergilerde meydan okuyan kapaklarla karşılaştık. Fayrap’ın sayfalarındaki bir mülakattan kapağına taşıdığı “Kurşun sesleri geliyordu, yaklaşalım dedik...” sözünü özellikle buraya kaydetmek istiyorum. Türkiye’nin edebiyat dergileri de bu inançla yayınlar yaptılar. Türk edebiyatına emek veren bir kısım dergilerin de bu süreci sessizlikle karşıladığına tanıklık ettik. Varlık, Kitap-lık, Notos darbe girişimine ya sessiz kaldı, ya da 15 Temmuz’a gelen sürecin iktidar tarafından sorumlularını aramayı tercih etti. Bir de, o süreçte tutuklanan arkadaşlarının savunmasını yaptı. Dergilerde 15 Temmuzla ilgili çıkan şiir ve hikâyelerde o gecenin maddî tarafının baskın olduğu görüldü. Ya gerçek kişiler metin kahramanı yapıldı ya da tanklar, köprü, kurşun sesleri, TRT anonsu gibi belge değeri taşıyan unsurlar metinlere alındı. Benzin istasyonlarına koşanlar, ATM kuyruklarına girenler de dergilerdeki bu metinlerde karşımıza çıktı.
Öte taraftan belediyeler başta olmak üzere birtakım kurumlar yarışmalar tertip ettiler. Bunların en öne çıkanı Bahçelievler Belediyesi tarafından düzenlenen 15 Temmuz Roman Yarışması’ydı. Ali Söyler’in Gündoğarken Bir Gül Solunca romanı burada birinci oldu. Ahmet Özkan, Kemalettin Çalık, Alperen Akçay da ödül aldılar. O yarışmadan merhum Recep Seyhan, Jüri Özel Ödülü ile ayrıldı. Ebu Cehil Karpuzu adlı dosyası bu yılın başında Hece Yayınları tarafından okura sunuldu. Ödüllü diğer romanların da yayınevleri tarafından basıldığını hatırlatalım. Safiye Çetinkaya, Serra Erdoğan, Bünyamin Gürel, Yusuf Dursun, Harun Çolak, Sara Gürbüz Özeren de 15 Temmuz romanı yazan diğer isimlerden. Bunlara Erbil Işın’ın bir çizgi romanını da ilave edebiliriz. Ali Erkan Kavaklı ve Bahadır Yenişehirlioğlu da 15 Temmuz romanları kaleme alan iki edebiyatçı. Yenişehirlioğlu’nun Kara Güneş romanına geçmeden önce şiir vadisinde ortaya çıkan birikime bakmak istiyorum. Cevat Akkanat’ın hazırladığı 15 Temmuz Direniş Şiirleri Antolojisi (Sultanbeyli Belediyesi Yayınları) benim bu yazıdaki birtakım iddialarımı destekliyor. 379 sayfalık antoloji darbeden iki ay sonra Ekim 2016’da yayımlanmış. İki ay içinde dergilerde tespit edilen ve şairlere ısmarlanan şiirlerle yaklaşık 400 sayfalık bir kitap ortaya çıkmış. Aynı süratle hareket eden kalemlerden biri de Bahadır Yenişehirlioğlu. Aralık 2016’da yayımladığı romanı Kara Güneş hakkında 15 Temmuz romanları arasında temsiliyeti olduğu için ayrı bir başlık açmayı uygun gördüm.
Kara Güneş, Manisa’nın bir kasabasında yaşayan Kadir, Ebubekir ve Züleyha’nın ilk gençlik yıllarından başlayarak onların 15 Temmuz gecesine uzanan macerasını anlatıyor. Bir de Hasan öğretmen var. “Hizmet” hareketinin mensubu ve bu üç arkadaşı “Altın Nesil”e kazandırmak için çabalayan biri olarak romanda karşımıza çıkıyor. Roman, 15 Temmuz gecesi köprüde yaşananlar, Ebubekir’in yıllar sonra avukat kimliğiyle İstanbul günleri ile Manisa’da geçen ilk gençlik günleri arasında gidiş-gelişlerle ilerliyor. Üç çocuğu himayesine alan Hasan öğretmen, tipik, potansiyel bir FETÖ’cü. Kurnaz, riyakar, hain, aynı zamanda kendisini, kendi gerçek adını kullanmayacak kadar gizlemeyi başaran birisi. Bu çocuklardan, ileride de avukat olacak Ebubekir, Hasan öğretmenin iç yüzünü çözebildiği için onlardan ayrılıyor. Kadir ve Züleyha ise İstanbul’a malum evlerde okutulmak üzere gönderiliyor. Kadir, bir gözünde ciddi bir arıza olmasına rağmen asker oluyor. Onu 15 Temmuz gecesi millete köprüde kurşun sıkarken görüyoruz. Züleyha, ablalar kafilesine karışıyor. Romanının sonunu ise hepimiz o gece gördük.
Kara Güneş, 15 Temmuz edebiyatı içerisinde bu ihanetin Anadolu kasabalarında nasıl palazlandığını ve daha önemlisi insanın trajik tarafını edebiyatın bir malzemesi hâline getirmesi bakımından dikkat çekiyor. O geceden sonra hepimiz, daha çok medya yolu ile karşımızda nasıl bir örgüt olduğunu anlamaya çalıştığımız günlerde şaşkınlık verici bir hayli şey duyduk. Bunların neredeyse tamamının romanda yer aldığını görüyoruz. Örgütün, ortadan kaldırmak istediği bir kişiye, o kişinin bütün itibarını sarsacak bir iftirayı nasıl attığını biliyoruz. Abla evlerinden uzaklaşmak isteyen kızların duygularını gizlice öğrenip, akşam sohbetlerinde o duyguları vaaz konusu hâline getiren hocaların keramet sahibi olduğunu düşündürmek de bu yapının hilelerindenmiş. Tesettürü terk etmenin keyfiliği, katalog evlilikleri, başkasının hukukuna tecavüz ederek kadrolara girmeyi meşrulaştırmaları, maç kurasında öğretmenin yalana başvurması, imamefendi sigara içiyor diye onun doğru adam olmadığını çocuklara yüklemesi, sokakta başka örgüt içinde başka isimler kullanmaları gibi onlarca fenalık romanda işleniyor. Ebubekir’in hakikati gören babasının Erbakan hayranı olması, namazında niyazında bir öğretmen, o giderse yerine komünist bir öğretmen gelir diye köylünün Hasan’ı sahiplenmesi, çocuklara “Hocaefendi’nin şeceresi hakkında kimsenin işine yaramayacak ezberler yaptırılırken Ebubekir’in sevdiği kıza Cemal Süreya’dan şiirler okuması, “Hocaefendi”nin resminin öptürülmesi gibi ayrıntılar da romanda yer alıyor. Kara Güneş’in bütün bunları kullanırken bir edebiyat metni olmaktan uzaklaşmadığını vurgulamak gerekiyor. Sadece külliye diye kurgulanan bir mecliste oldukça kitabî cümlelerle konuşulması, romanın farklı yerlerinde ayet ve hadislerden alıntı yapılması kurguyu başka yere çekiyor.
Niceliğin baskın olduğu bir 15 Temmuz edebiyatı var ortada. Sekiz yılda yirmi civarında roman, ilk birkaç ayda yüzlerce şiir yazılmış. Bunların tanıklık vazifesi üstlenmek gibi bir değeri var. Belki de büyük tarihî darbelerin edebiyatını ortaya koymak için bu yeterlidir. Belki de 15 Temmuz edebiyatı çoktan şekillenmiştir. Fazlasını beklemek beyhude bir çabadır.