Fatma Barbarosoğlu, müzikle hikâyenin ritmini birleştiren eseri İçimdeki Sazlar Başka Söz Başka’da insanları, insanlar arasındaki ilişkileri, son zamanlarda iyice ‘sosyal’leşerek ‘cep’lere giren medyayı ve bu yeni kuvvetin insanî olmayan yüzünü ustalıkla resmediyor. Hayatın içinden süzülen metinler okuru yakalayıp şarkılara uçuruyor.
Kitap, sararmış yüzüyle öylece bana bakıyordu. Kapağında sarıyla uyumlu yeşil ve kırmızı çizimler. Kopmuş dallar, uçuşan kuşlar. Salkım söğüdün rüzgârla dansı ve derenin sükûnetli akışı. Uzaktan uzağa, koyun melemeleri. Oturup söğüde yaslanmışım. Ufka, tepesi karlı dağlara bakıyorum. Gün battı, batacak… Daha fazla dalmadan ‘tablo gibi’ (Neşeli Dallar Tablosu) kapağı olan kitabı kitaplığıma dahil ettim. Kapak ‘şiir gibi’ çünkü Mustafa Kutlu’nun 2019’da yapıp Fatma Barbarosoğlu’nun Gülnihal’ine hediye ettiği resim çalışmasından uyarlama.
Barbarosoğlu’yla tanışıklığım bundan yaklaşık 30 yıl öncesine, Dergâh Yayınları’nın Çemberlitaş’taki bürosunda gerçekleşen karşılaşmalarımıza ve her zaman heyecanla okuduğum hikâyelerine dayanıyor.
Yazarın kapağına meftun olup kitaplığıma kattığım İçimdeki Sazlar Başka Söz Başka (Profil Kitap, 2020) isimli eserini kimi evde kimi işyerinde kimi zaman da otobüste, kâh düşünerek kâh hayallere dalarak okudum. Sanırım bu okuyuş tarzı kitabın ruhuna da uygundu.
İlk hikâye kitabı (Acı Deniz) 1996’da yayımlanan yazarın, hikâye, roman, deneme, inceleme, araştırma, söyleşi türlerinde otuzdan fazla esere imza attığını, ödüller aldığını ve 1996’da, Yeni Şafak’ta başladığı köşe yazarlığını sürdürdüğünü birçok edebiyat meraklısı bilir.
Kitaba dönersek, eserin sonundaki iki sayfalık çizgili ‘notlar’ kısmını kim düşündüyse onu kutluyorum. Hikâyelerini okuyup unutana değil ‘ilgili olana’, ‘yazılanda kendini bulana’ ithaf etmiş Barbarosoğlu. İthaftan da anlaşılacağı üzere yazar bir manada okurun kendisi. Onunla iç içe. Alıyor, veriyor hatta küslükler araya giriyor.
Kitaptaki hikâyelerin hepsini olmasa da birkaçını özetleyerek başlayayım. İkinci hikâye Yarım Peçete dokunaklı bir metin. İki ağızdan ilerleyen hadiseyi şu cümle özetliyor: Bir peçeteyi bile ortasından paylaştık. Bir zeytini paylaştığımız günlerimiz bile vardır. Şimdi ben onunla hayatı, o benimle ölümü paylaşacak (s. 28). Saklana Saklana’ysa, üzerimize çevrili kameralar ve gözler hikâyesi. Sofrayı Tutan Melekler’in başlığı okuru yanıltmamalı. Hikâyenin baş oyuncusu sanal âlemde gerçeklik bulan bir hayat yaşıyor. Sihirli cümle şu: Bu ânı ebedileştirmem lazım (s. 53). Final de müthiş. Anneanne torununu ziyarete gitmiştir. Yemek için sofranın kurulmasını beklerken bayılır. Pembe Gelin sosyal medyasında hadiseyi şöyle özetler: Bendeki şansa bakın kankiler, anneannem bugün ilk defa evime geldi ve bayıldı. Böyle bir beğeni görmedim YANİ (s. 59). Münzevi, “İzah etmek insanı yorar” (s. 71), düşüncesindeki bir İstanbul yorgununun hikâyesi. Suriyeli İzi’ni ülkemize göçüp gelen misafirleri yok sayan ‘yerli’lere tavsiye ediyorum. Okuyup görmek lazım izi, izleri. Yakıcı tespitleri var yazarın. Şöyle konuşuyor kahramanının ağzıyla: Suriyeli deyip geçiyoruz. Hepsini bir kelime altında toplayınca acıları bize değmiyor (s. 77).
İnsanları, insanlar arasındaki ilişkileri, son zamanlarda iyice 'sosyal'leşerek 'cep'lere giren medyayı ve bu yeni kuvvetin insanî olmayan yüzünü ustalıkla resmediyor eser. Çoğunluğu kadınları ve o kadınların birbirine benzemeyen hallerini anlatan hikâyeler okuru yakalayıp şarkılara uçuruyor. Bu sebeple kitabı Türk sanat müziği eşliğinde okumak gerekir. Müzikle hikâyenin ritmini buluşturmak önemli.
“Artık hiç kimse münzevi olamaz hanımefendi” (s. 73), cümlesi neler söylüyor neler. “Sen kapitalizmin, modernizmin neresindesin?” diye sorarak başlıyor. Terk etme kaabiliyetinin olup olmadığını ölçüyor. ‘Kapsama alanı’na kapılıp kapılmayacağını sorguluyor. “Kapı önü değil, millet sahçesi sanki” (s. 25), cümlesinde görüldüğü gibi güncel de hep var satırlar arasında.
Tasvirleri sanatkârane: Tükenmiş tabii. Kara kalem resimmiş de sanki bir silgi dolaşmış yüzünde (s. 22). Mukayeseleri hayatın içinden: Sustuk. Beş durak sustuk (s. 20). İsimlerden ziyade sıfatları, lakapları kullanıyor. Pembe Gelin gibi. Bazen açıklamalarda bulunuyor. Okurla konuşuyor: Diyorsunuz ki, o kim? Benim çocukluğumun Fransız şarkıcısı idi YouTube’a girip bir şarkısını dinleyin artık (s. 40) Bir başka örnek: Hikâye size uzun mu geldi? Kısaltayım o zaman. (s. 110).
“Her giden arkasında kocaman bir boşluk bırakıyordu” (s. 64), diyor yazar. Her okunan kitap da öyle.
Bu eseri en ziyade genç kızlar ve anneleri okumalı. Okuyup kendisiyle yüzleşmeli. Belki onların yönlendirmesiyle erkekler de okur.
Çocukluk cenneti
Cihat Albayrak, Huzur Koleksiyoncusu’nu (Okur Kitaplığı, 2022) çıkar çıkmaz bana da göndermişti. Çok güzel bir paketle gelen kitabı itinayla kabından çıkarıp incelemiş ve kitaplığımın ‘okunacaklar’ rafına kaldırmıştım.
Evvela Albayrak’tan kısaca bahsedeyim: Erciş’te doğar. İstanbul Üniversitesi’ni bitirir. 2010’da Erciş’te öğretmenliğe başlar. Hayal Kitabevi’nde hayallerinin peşinde koşar. Hayal Bilgisi dergisini kurarak yönetmenliğini yapar. 2016’da, daha sonra hayatını paylaşacağı Ayşe Ünsal’la birlikte hazırladığı İyilik Çetesi adlı kitabı yayınlanır.
Albayrak’ın ‘eski’ ve ‘mahalle’ kokan ‘zengin’ eserini okumak şimdiye nasipmiş. Zengin dedim çünkü roman baştan sona ayrıntılarla dolu. Mahalle hayatı, çocuk oyunları ve kavgaları, ramazan günleri, yaz ve kış hazırlıkları gibi devrini resmeden ayrıntılar.
Romanın kahramanı Halil, hayallerinin peşinde bir çocuk: ... bir çocuk halıya uzanmış, hayat bilgisi kitabının sayfalarında hayallere dalıyordu (s. 5). Konu, Halil’in çocukluktan büyüklüğe uzanan yolculuğu. Daha doğrusu kendi kendini var etme mücadelesi. Mekân Türiye’nin doğusu. Yıl 1990 başları. Fukaralık devri. “Yeni olan hiçbir eşyanın, eskimesin diye doğru düzgün kullanılmadığı zamanlar” (s. 6). Esas kadro, Halil, annesi Saliha, babası, kardeşi Melike, arkadaşı Mustafa ve sevdiceği Kübra’dan oluşuyor. Babanın ismini anmadık çünkü çocuklarına ve hayatını paylaştığı kadına dayak atan bir -silik- tip. Bu dayak yüzünden Halil büyür fakat konuşamaz. Konuşamadığı için okuluna devam edemez.
Albayrak, ilk romanıyla artık uzağında olduğumuz bir hayatı tekrar ‘yakın’ etmek istiyor okuruna. O günlerin yokluğu da kötülüğü de güzeldi demek istiyor. “Toprağa gömülen otlu peynir küpleri, torba torba patetes soğan, turşu bidonları, temizlenen bacalar, nenelerin ördüğü yün çoraplar”dan (s. 6-7) bahsediyor. ‘Eski’ye dönme isteği kuvvetli. Eskiye dönmek! Bu kapitalist ve modern çağda!
Okulu terk etmek zorunda kalan Halil’in hayatını çaycılık şekillendirir. Kedili Esnaf Çayevi, ressamlık, kırmızı bisiklet ve elbette aşk. (Halil’in rüyalarını süsleyen kırmızı bisikleti kitabın kapağında ‘gözalıcı’ bir şekilde görmek isterdim) Değişik bir çocuk Halil. Yaşadığı her olaya yaklaşımı daima iyilik ve samimiyetle oluyor. Bu yüzden hep mutlu ve hep kazanıyor.
Eseri okurken, “Annesinin gülümsemesi, bir milyon çocuğa vatan olabilirdi” (s. 19), “... büyümek biraz da yaraların artması demekti” (s. 49), “Kalbi, çocuk avucunda, kaçmasın diye masumca sıkılan bir kuşun kalbi gibi atıyordu” (s. 55) benzeri cümlelerin altını çizmişim.
Çaycı ressam Halil (hoca), âşık olduğu Kübra öğretmenle evlenip, mutlu sona ulaşır. Tam gökten üç elma düşüyorken, “... fotoğraf makinesini karşılarına koyup poz verdiler” (s. 214). Artık Huzur Koleksiyonu’na katacakları bir fotoğrafları var.