Bugünün iletişim dünyasında dijital medyanın kondisyonunu her geçen gün arttırdığını düşünürsek iletişim biçimimizle beraber tepki gösterme şeklimiz de değişti diyebiliriz. Kitlelerin uzun süredir tüketim toplumu içerisinde gün geçtikçe pasifleşmesi ve en sonunda da nesne haline gelmesi iletişim sürecini de sadece göstergelerin olduğu bir gösteri toplumuna çevirdi. Her olayın ardından paylaşılan X gönderileri, Instagram hikayeleri iş işten geçtikten sonra ortaya çıkan kahraman figürü gibi geçerliliğini ve işlevini kaybediyor. Kitleler artık birer “Sessiz Yığınlar” haline dönüşmüş, tek yaptıkları ise bir şeyleri iletmek ki o konuda da pek iyi sayılmazlar.
NESNELLEŞEN HER ŞEY MIKNATISLAYABİLİR
Jean Baudrillard kitleler için şunu söylüyor; “Politikaya ve toplumsala ait iyi bir iletici olmadıkları gibi, daha genelde iyi bir anlam ileticisi de değillerdir. Her şey onların üstünden kayar gider. Onları her şey mıknatıslayabilir. Oysa bütün bunlar kitlelerin üstünde hiçbir iz bırakmadan uçup gider”. Bırakın, toplum olarak yaşadığımız veya dünya genelinde hepimizi ilgilendiren sorunlara karşı artık bir karar almayı, kendi fikirlerini üretebilen insanlar bile neredeyse yok denecek kadar az. Her şey belirli çerçevelerle çizilmiş ve sunulmuş biçimde kitlelere sunuluyor ya da kitleler kendi arasında üretip yayıyor. Dezenformasyon da burada etkili bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Nesneleşen kitleler, gelen bilgileri teyit etmeden içinde bulunduğu ideolojik yanlılığa göre ya da duygusal duruma göre direkt iletken göreviyle paylaşıyor. Bazen doğrudan paylaşırken bazen de ideolojik yönelimine göre yeniden üreterek paylaşıyor. Bu sayede ortaya çıkan durum suretinin suretinin sureti gibi oluyor. Kitlelerin gerçek ile buluşması bir yerden sonra imkansızlaşıyor.
MİSKİN EYLEMCİLİK
Tüketim toplumundaki insanlar neoliberalleşen düzende ilk başlarda tüketen bir nesneyken artık tüketilen ve alınıp satılabilen bir meta olarak nesneleşen sessiz yığınlara dönüştü. Tepki üretimi bireyselleşti, toplumsal olana gösterilen tepki tembelleşti ve sonuç olarak slacktivizm ortaya çıktı. Slacktivizm’i tarif için “dijital bir eylemi durduğu yerden destekleme” diyebiliriz. İngilizce “tembel, miskin” anlamında olan “slacker” ve “activism” kelimesinin birleşiminden ortaya atılmış bir kavram olan slaktivizm, “miskin eylemcilik” olarak tanımlanırken, onu icra eden slaktivistler de “miskin eylemciler” olarak tanımlanabilmektedir.
Slaktivistler bireysel olarak bir eyleme yerinde destek vermeyi değil, bilgisayar başından ya da telefondan bir şeyler yazarak ya da paylaşarak destek vermeyi yeğlemektedir. Kısaca, insanlar artık tek tıkla X gönderisi atıyor, çevrimiçi imza kampanyalarına katılıyor ama sokağa çıkmıyor ya da muhatabına karşı bir söz etmiyor. Düşünün, öyle bir durumdayız ki X bile bir makaleyi paylaşmadan önce soruyor “Bunu okudunuz mu?” diye. Çünkü, insanlar göstergelere o kadar değer atfediyor ki “duyarlı gözükeyim” adı altında ne paylaştığını, ne anlama geldiğini bilmeden paylaşıyor ve sadece iletken görevi görüyor. Sorun sadece bu da değil. İyi bir iletken görevi de görmüyorlar.
DİJİTAL SÖMÜRÜ DÜZENİNİN METALARI
Kitlelerin en büyük gücü gündelik yaşamaktır. Geçmişe doğru bakıp dünyadaki olayları veya ülkemizdeki olayları düşünelim. Kaçını hatırlıyoruz ve kaçına tepki gösterdik? Sürekli akışta olan olaylara karşı gündelik tepki gösteriyoruz ama bu tepkinin içerisi o kadar boşaltılmış ki tek faydası dijital medya şirketlerine para kazandırmak. Üretilen içerikten beslenen şirketler, verileri toplayıp reklam verenlere satıyor. Dijital sömürü düzeninde duyarsızlaşmış sessiz yığınlar ancak bedava emek karşılığı Post-Fordist bir düzen içerisinde 7/24 şirketler için meta üretiyor. Dijital medya şirketleri ise kitlelerin tepki üretmesi için çeşitli başlıklar, uygulamalar ve içerikler üreterek aktivizmi buraya taşımaya çalışıyor. Kitlelerin dijital medyada ürettiği tepki kimsenin işine yaramayıp bir sonuç elde edilemezken dijital medya şirketleri bu durumdan maksimum verim elde ediyor. Duyarsızlaşan kitleler, sistemin ilerlemesi için çalışırken bundan bihaber halde yaşanan olaylara karşı tepki verdiğini ve bunun da işe yaradığını düşünüyor. Debord’un dediği gibi “Kendini gösterinin hizmetine adamış olan birey, toplumsal hayatta varoluşunu ispatlayabilmek için görünen olana yüklenir ve tüketerek gösteriyi besler. Böylece gösteri kendini tartışılamaz ve erişilemez devasa bir olumluluk olarak sunar. Gösterinin işlevlerinden biri de sistemin akıcılığını bulanıklaştırıp gizlemektir.”
TUZAKLARDAN BİHABER
Tembel bir eylem gerçekleştirmeye alışan kitleler bir yandan gündem belirleme konusunda da sistemi desteklemekten geri kalmıyor. Çeşitli yapılar tarafından ortaya atılan gündemlerin peşinden medyanın koştuğundan çok daha fazla koşuyorlar. Ortaya atılan bir konu günlerce konuşulabiliyor. Haliyle esas gündem olması gereken konular göz ardı edilirken kitleler bu tuzağa düştüğü gibi sürekli bir yeniden üretimle süreci de uzatabiliyor. Her şey yeniden üretime katkı sağlayabilir ama bunun tek bir sınırı var o da belirlenen gündemin yeniden üretilmesi. Bütün amacı göstergelerin inşası içerisinde var olmak olan bireyin bilinçli bir kitlede yer alması nasıl beklenebilir? Neoliberalleşen dünyada birey dışında var olmanın zorluğu bir yana toplumsal olanın da sona erdiğini söylemek bir nevi mümkün olabilir. Her şey daha bilinen bir markanın bireyi yüceltmesi ve yenisi çıkanın tüketilmesi üzerine kuruluyken toplumsal olaylara kitlelerin tepki göstermesi ne denli başarılı olabilir ki? Daha doğrusu ortada toplumsal olan diye bir şey kalmış olabilir mi?