Bu ufak yazı, 18. asır divan şairlerinden Belîğ’in (Mehmed Emîn, vefatı 1174/1760-61) başlıkta yer alan ünlü mısraını yeniden hatıra getirmek ve bazı yakın mânâ tedâîlerinde kısaca seyretmek amacındadır. Sade bir anlatımla Beliğ, hüner sahibi ustaların, feyiz almaya kabiliyeti bulunan taliplere cimrilik etmeyeceklerini ifade eder. Başka türlü söylersek, samimi bir merakla öğrenmeye istek ve arzu duyanlara, ustalar şevkle öğretir.
BİLİYORUM DİYENE BİR ŞEY ÖĞRETİLMEZ
Aynı mısraı zıt anlamıyla okursak, ilk mertebede, hüner sahiplerinin feyiz almaya kabiliyeti olmayana cimrilik edeceği, daha doğrusu boşuna uğraşmayacakları anlaşılabilir. Bunlar aynı zamanda meraklı olmayan, soru sormayan, öğrenmeye açık olmayan, açlık ve ihtiyaç duymayanlardır. Hele bu son zümreye, yani öğrenmeye meyletmeyenlere, ihtiyaç duymayanlara kapının baştan kapalı olacağı açıktır. Malumdur ki “biliyorum” diyene bir şey öğretilmez. Yine samimiyet noksanlığı ve öğrenmek istikametinde ciddiyet taşımamak da eli boş dönüleceğine birer işaret sayılır.
Yine mısra bir başka düzlemde feyiz tahsilinin, bu hususta ehliyetli kişilere müracaat ile edinilebileceğini bildirmekte ve kendinden menkul bir feyiz olamayacağını söylemektedir. Nasıl ki kitapçıdan temin ettiği tıp kitaplarını okumuş biri doktor sayılmaz ve ameliyata alınmaz ise, aynısı feyiz sahası için de caridir. İlim-irfan da daha önce çıraklık-kalfalık dönemlerinden geçmiş ustalardan öğrenilir. Pek tabiidir ki tıp doktoru olmak için tıp fakültesine gidilir, biyolog olmak için fen fakültesine. Hepsinde de doktor-doçent-profesör olmuş, yani o ilmi akademik yolla tahsil etmiş, alanında tecrübeli öğretim üyeleri, muallimler bulunur. Öğretimi onlar yapar, imtihanları da; kimin geçip geçmeyeceğine onlar karar verir, kimin mezun olup olmayacağına da. Mısrada sözü edilen ilim ile yukarıdaki örnekler arasındaki en büyük fark, YKS puanıyla kayıt yaptırılabilecek bir “feyiz fakültesi”nin mevcut olmamasıdır.
ÜMİTSİZLİK BATAKLIĞINI KURUTAN ŞİFALI BİTKİ
Bu noktadan hareketle, Beliğ’in başlıktaki mısraında işaret ettiği bir diğer hususa intikal edilebilir, o da, “ehl-i hüner” zümresidir. Yukarıda kısaca temas edildiği gibi ehliyetli kişiler, bizzat öğrenme yolculuğunda bulunmuş, başlarda kabil-i feyz konumunda iken belli aşamalardan sonra kıdem kazanarak usta konuma yükselmişlerdir. Öyle ki, artık öğretebilmek, ilmi başkasına aktarabilmek noktasına ulaşmış kimselerdir. Günümüzün galiba yerleşik önyargılarından birisi, eski zamanların daha iyi olduğu ve iyilerin eskilerde kaldığı yönündedir. Bu görüş –özellikle gençleri– karamsarlığa sevk etmektedir. Geçmiş asırlara bakıldığında, ne hikmettir ki, bu bakımdan bir örüntü söz konusudur. Çok eski dönemlerde, sözgelimi 15. asır mütefekkirlerinin dahi benzer hayıflanmalarına rastlarız. Formül aşağı yukarı “O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler” şeklindedir. Eyvallah, öyle yapmışlardır, ama bir de yenileri geldi ve geliyor. Bu devri daim, tam da gençleri bedbinlik tuzağına düşürmek isteyenlerin üstünü kalınca perdeyle örtmek istedikleri can alıcı ilahî fenomendir. Bu sayede de dünyanın başıboş bırakılmadığı, hele hele şer odaklarına kesinlikle teslim edilmediği anlaşılıyor. Güzel insanlar (ehl-i hüner) varlıklarıyla insanlığın öksüz ve yetim bırakılmadığını, iyiliklerin mazide kalmadığını göstererek ümitsizlik bataklığını kurutan şifalı bir bitki (mesela okaliptus) gibidir. Galiba mesele, galip gelmiş gösterilen kötülük algısını tersyüz eden bu şulelere talip olmaktadır. Tabii “görenedir görene, köre nedir köre ne?”.
DENEMESİ BEDAVA!
Beliğ’e dönecek olursak şairimiz, mısraında geniş zaman kalıbı kullanmıştır. Dolayısıyla, tıpkı atasözleri gibi, her daim geçerli olmak iddiasındadır. Bu iddiayı sınamak kolaydır; çünkü 18. asırda olduğu gibi şimdi de insanlar arasında kabil-i feyz ve gayrikabil-i feyz bulunur, ehl-i hüner olduğu gibi gayriehl-i hüner zümresi de vardır. Hatta ehil olmadığı hâlde ehilmiş gibi davrananlar sürüsüne berekettir. Ancak ehil olanlar da –sayıları, mutat olduğu veçhile çok olmamakla birlikte– bulunmaktadır. Herhalde bu hususta herkes hemfikir olmalıdır. Böylece şairin üç önermesinden ikisinin hâlâ geçerli olduğunu sarahaten görmekteyiz. İş bu defa üçüncüsüne ve aynı zamanda sonuncusuna, yani ehl-i hünerin kabil-i feyze cimri mi yoksa cömert mi davrandığı meselesine gelmektedir. Öyleyse yapılacak olan, kabil-i feyzin ehl-i hüneri yoklamasıdır. Denemesi bedava!