T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Z A M A N D A Y O L C U L U K | 6 ŞUBAT 2006 PAZARTESİ | ||
|
"Telgrafın tellerine kuşlar mı konar" sözleriyle, yeryüzünde bu iletişim aracına atıflar içeren bir türkü üretmiş tek ulus olmamız hiç de tesadüfî değil. Çünkü, şimdilerde artık önemini iyice yitirse de günümüzden topu topu 15-20 yıl önce iletişim hayatımızda vazgeçilmez bir konuma sahip olan bu cihaz, Sultan Abdülmecit'in ileri görüşlülüğü sayesinde dünya üzerinde ilk kez İstanbul'da hayat bulmuştu. Telgraf, günlük hayatını "messenger"a endekslemiş çağımız gençliği için çok da derin anlamlar ifade eden bir iletişim aracı değil. Çünkü, artık onun yerini tutacak yığınla seçenek mevcut. Ancak bu durum 1980'lere, hattâ 90'lara kadar hiç de böyle değildi. "Telefonla görüşme" seçeneğinden sonra uzaklardaki bir dosta önemli bir haberi iletmenin en hızlı yolu olarak bilinirdi telgraf. Hattâ, bizim kuşağımız için ilkokulda öğretilen şu kalıplaşmış cümleyle de özdeşleşmişti: "Telgraf üç çeşittir; normal telgraf, elt telgraf, yıldırım telgraf..." Sonrasında ise tam otomatik telefon, faks, internet, cep telefonu ve nihayet "messenger" geldi; böylelikle de Mors alfabesi tıkırtılarının çok fazla bir hükmü kalmadı. Buna karşılık, telgrafın iletişim alanında şimdiki statüsünün ise tıpkı bir "Rolls-Royce" gibi olduğu söylenebilir. Sözgelimi, politikacı ya da bürokratsınız ve katılmayı hiç istemediğiniz sıkıcı bir toplantıya davet edilmişsiniz. Daveti gayet şık bir biçimde reddetmeniz gerekiyor. O durumda ne yapacaksınız? Tabiî ki telgrafa başvuracaksınız! "Nazik davetinizi aldım ve inanamayacağınız kadar mutlu oldum. Ancak programımın aşırı yoğunluğu nedeniyle etkinliğinize katılamayacağımdan..." diye sürüp giden bir mesaj sizi en kestirme yoldan kurtardığı gibi, karşı tarafta da -gönderi biçimi telgraf olduğu için- "Ya, görüyor musun, adam gelememiş ama etkinliğimizi bayağı da ciddiye almış" şeklinde bir züğürt tesellisine yol açıyor. Bu yazı, tarihimizdeki o ünlü "matbaanın ülkeye geç gelişi" olayından hareketle, "Osmanlı döneminde dünyadaki bütün bilimsel ve teknolojik buluşlar inatla reddedildi" masalına bir cevap olarak hazırlandı. Bütün ömürlerini el yazmacılığını öğrenmeye vermiş ve bunu kaybettiklerinde yapacak başka bir işleri bulunmayan binlerce kişilik dev bir loncayı korumak adına alınmış duygusal bir kararı yıllardır "Türk geri kafalılığın kanıtı" olarak temcit pilavı gibi önümüze sürenlere inat, ben de diyorum ki aynı geri kafalı devlet "sinema"yı bu ülkeye Fransa'da Lumiere Kardeşler tarafından ilk biletli gösterinin yapılışından (1894, Grand Kafe, Paris) en fazla altı ay sonra getirdi (1895, Sponek Kafe, Galatarasaray-İstanbul). Şimdi öyküsünü anlatacağım telgraf ise -dünya liderleri bu buluşun sivil ve askerî iletişimdeki hayatî önemini henüz zerre kadar kavrayamamışken- yeryüzündeki ilk patent hakkını Osmanlı Devleti'nin sultanının mührüyle alıyordu. Merhameti ve korumacı bir tavrı "geri kafalılık" olarak görmek isabetliyse, evet bizler geri kafalı bir ulusuz. O yüzdendir ki bir zamanlar egemenliğimiz altında bulunan 21 milyon kilometrekarelik devâsâ topraklarda, o toprakların üzerinde yaşayan diğer ulusları kılıç zoruyla asimile etmeye kalkışmadık; onlara dilimizi, kültürel alışkanlıklarımızı ve dinimizi hiç bir zaman zorla öğretmedik. Keşke öğretseymişiz; baksanıza bunları yapmamış olmamıza karşın, çağımızda "Kızılderili soykırımı"nın faili Amerikan yönetimi bile bizden daha az eleştiri ve hakarete uğruyor! Yine sinirlendim, ama neyse diyelim; bunlar da daha başka bir yazının konusu olsun. Bu haftaki konumuz, telgrafın İstanbul'da başlayan ilginç doğuş öyküsü...
Prof. Lawrence Smith, gerçekte İstanbul'a hiç de yabancı biri değildi. Osmanlı topraklarında uzun süredir bilimsel araştırmalar yapan Amerikalı jeolog, bu nedenle Türklerin renkli başkentini de artık neredeyse sokak sokak bilecek kadar İstanbullu olmuştu. Ancak, kaldığı otel odasında erken kalkıp karşılamaya hazırlandığı o yeni gün, kentte geçirdiği diğer bütün günlerden çok daha farklı ve de anlamlı bir olaya sahne olacaktı. Bunu düşününce, günlerdir bastırmaya çalıştığı heyecanı yeniden depreşti. Kısa sürede giyinip hazırlandı; sonra da masanın üzerine yayılmış durumdaki kabloları ve onlara bağlı durumdaki karmaşık bir cihazı özenle toparlayıp kutularına koydu. Bir çeyrek saat sonra da esrarengiz yüküyle birlikte otelin lobisine inmiş durumdaydı. Lobide, bu egzotik ülkedeki bilimsel araştırmalarında kendisinin sağ kolu olan emektar asistanı Leopold ile buluştu. Smith, öğleden önce -o dönemde henüz ahşap bir yazlık köşk görünümündeki- Beylerbeyi Sarayı'nda Osmanlı Sultanı Abdülmecit'in huzuruna çıkacaktı ve büyük randevuya topu topu iki saat vardı. Bu buluşma, ona ve binlerce kilometre uzaktaki Amerika Birleşik Devletleri'nde kendisinden olumlu haberler bekleyen dostuna muazzam bir ün ve maddî refah getirebileceği gibi, bütünüyle hüsranla da sonuçlanabilirdi. Ama Smith'in o an için Sultan'ın Beylerbeyi'ndeki bu yazlık evinde olup bitecekler konusunda en küçük bir fikri bile yoktu. Kahvaltısını yapıp asistanıyla birlikte otelden ayrıldı ve bir at arabasıyla randevu adresine doğru yola çıktı.
Yaşlı adam, hiç zaman yitirmeksizin çalışmaya başladı. İlk olarak, Leopold'dan orta büyüklükte bir masa bulmasını istedi. Bu talebi, asistanı tarafından hemen yerine getirildi ve bulunan masa hamallar tarafından tam onun istediği yere konuldu. Smith de çantasından çıkardığı -gövdesinin bir kısmı metal, bir kısmı da ahşaptan yapılma- ilginç bir aleti masasının üzerine kurdu. Ardından, başka bir çantadan bir kablo makarası çıkardı. Döner makaradaki kabloyu ucundan tutarak, ana salona bağlı odalardan birine doğru ilerledi, böylelikle kablo da makaradan yere dökülerek onunla birlikte odaya kadar uzandı. Orada ikinci bir masa daha hazırlattı ve üzerine görünüm olarak ana salondaki makineden farklı ikinci bir makine kurdu. Elinde taşıdığı kablonun ucunu ona bağlayarak salona geri döndü ve kablonun bu taraftaki uçlarını da ilk kurduğu ekipmanın uygun bölümlerine bağladı. bir kaç teknik ayarlama daha yaptıktan sonra, gururlu bir ifadeyle mihmandara dönerek "Bu iş tamamdır Leopold" diye seslendi, "Sanırım, artık gösteri vaktinden önce bol kopüklü birer Türk kahvesi içmeyi hakettik!"
Sultan'ın huzurunda
1 Temmuz 1839'da tahta geçen Sultan Abdülmecit, yönetim felsefesi açısından babası 2. Mahmut ile büyük ölçüde benzeşen bir liderdi. O da selefi gibi, durgunluk içindeki ülkenin tek kurtuluş yolunun, batıdaki en son fennî yenilikleri Devlet-i Âli Osmanî tebâsının hizmetine sunmaktan geçtiğine inanmaktaydı. Nitekim, bu reformist bakış açısıyla da ülkeye pek çok yeni eser kazandıracaktı. 1840'da, "kâime-i mutebere" adıyla Osmanlı ve Türk tarihindeki ilk kâğıt parayı o bastırdı. Bir kısmı borçla yapılmış da olsa, ardı ardına bir çok bilim ve sanat okulunun kuruluşuna, bu arada ülke genelinde bayındırlık hizmetlerinin geliştirilmesine yine bu Sultan öncülük etti. O sıralarda henüz yeni hizmete yeni açılmış olan Galata Köprüsü ve Bezmi Âlem Vakıf Gureba Hastanesi, Sultan'ın halk tarafından da takdir edilen bu ilerleme çabalarının anılan dönem itibarıyla oldukça gösterişli örneklerinden yalnızca ikisiydi. Zaten Prof. Smith'e de bu randevuyu talep etme cesaretini, Sultan'da gözlemlediği bilim ve teknoloji merakı vermişti. Yıllardır İstanbul'daydı ve Abdülmecit'in devlet yönetimini modernize etmek üzere verdiği mücadeleyi çok yakından izleme olanağı bulmuştu. O yüzden de Sultan'ın, kendisine tanıtılacak olan bu yeni teknolojik buluşu kesinlikle es geçmeyeceğine inanıyordu. Abdülmecit, randevu saatinden onbeş dakika kadar önce Köşk'e ulaştı; odalardan birindeki kısa bir dinlenmenin ardından, Amerikalı konuğunun yardımcısıyla birlikte kendisini beklediği büyük salona geçti. Profesör Smith, uluslararası ilişkiler açısından oldukça zor bir zamanda Osmanlı ülkesini ortalamanın üstünde bir başarıyla yöneten genç Sultan ile ilk kez o gün orada tanışıyordu. Çok iyi düzeyde Fransızca bilen Abdülmecit, kendisini -ikisinin de rahatça konuşabildikleri- bu ortak dille selamladı. Ondan, ülkesi ABD ve oradaki siyasal gidişâta ilişkin bir süre bilgi aldı. Smith de ona farklı ulusların bileşkesinden oluşan ülkesinde yönetsel birliği sağlama yönünde çekilen büyük sıkıntılardan söz etti. Onu dikkatle dinleyen Abdülmecit, en sonunda da "Mösyö Smith, bana verilen malûmâta göre, bu ziyaretinizin sebebi ülkemin askerî faaliyetlerinde ve cemiyet hayatında eşi benzeri görülmiş faydalar sağlayacak olan yeni bir fennî icatmış. "Bu icadın teferruatını sizden öğrenmek için buradayım. O hâlde bizleri daha fazla merakta bırakmayınız" diyerek konuya girdi.
"Bir cümle buyurunuz Sultanım"
Smith, Sultan'ın bu içten girizgâhı karşısında artık iyice rahatlamıştı. "Size öylesine önemli bir icadı tanıtmaya geldim ki Majesteleri" dedi, "Bu alet elinizde olduktan sonra, savaşlarda birliklerinizle haberleşirken ya da çok uzaklardaki tebânıza emirlerinizi iletirken binlerce kilometrelik mesafeler artık hiç bir surette mesele teşkil etmeyecek." Ardından da masaya geçti ve cihazının özelliklerini anlatmaya başladı. "Bu cihazın adı 'telegram'dır. Buyurduğunuz emirleri, bir kablonun erişebildiği her noktaya yalnızca saniyeler içinde taşır. Aynı şekilde, karşı taraftan da yine saniyeler içinde cevabını alırsınız." Sultan, duydukları karşısında iyiden iyiye meraklanmıştı, "Pekiyi, söylediklerinizi burada hemen tecrübe etmek mümkün mü?" diye sordu. "Elbette Majesteleri" dedi Smith, "Cihazın alıcısını karşı odaya yerleştirdim. Asistanım Leopold orada benden gelecek mesajı bekliyor. Dikkat ederseniz odanın kapısı kapalı ve sizin ne dediğinizi duyması da kesinlikle imkânsız. Şimdi lütfen bir cümle buyurunuz." Bunun üzerine Sultan gözlerini, Köşk'ün pencerelerinden gözüken yük gemilerine dikti. Bir süre kendi kendine alçak sesle mırıldandıktan sonra, "Söyler misiniz, bu icadı yapan zât-ı muhterem kimdir?" diye sordu. Smith, o an ABD'de bu ziyaretin sonucunu merak içinde bekleyen dostunu düşündü ve "Mösyö Morse efendim, Amerikalı âlim ve ressam Mösyö Samuel Morse... Kendisi, benim aracılığımla sizlere en derin hürmetlerini iletmektedir ve onun da gözü kulağı buradan gelecek haberdedir." "Pekiyi o hâlde" dedi Sultan gülümseyerek, "Onu da yâd etmek suretiyle, şöyle bir kelâm edelim: Yük gemilerimiz yola çıktı mı Morse Efendi?" Smith, cümleyi duyar duymaz, manüplede sabırsızlık içinde bekleyen parmaklarıyla mesajı yan odadaki alıcıya geçti. Sultan ve yanındaki devlet eşrafı, ilk kez o gün orada gördükleri bu cihazın çıkardığı ritmik tıkırtıları ilgiyle izlemekteydiler. O an için elbette ki hiçbiri bu işin sırrına tam olarak vâkıf değillerdi. Oysa ki Smith'in yapmakta olduğu şey, bir süre önce ezberlediği Morse alfabesi sayesinde her harfi çizgi ve noktalardan oluşan birer simgeye dönüştürmekten ibaretti. Amerikalı araştırmacı mesajı geçmeyi tamamlayınca salonda derin bir sessizlik oldu; herkes cihazın tecrübesinin ne şekilde olacağını merak içinde beklemeye başladı. Yaklaşık iki dakika sonra, kabloların uzandığı odanın kapısı nihayet açılıyordu. Leopold elinde bir kâğıt ile koşa koşa yanlarına geldi ve belgeyi zarif bir selam eşliğinde Sultan'a uzattı. Abdülmecit, kâğıda el yazısıyla Fransızca olarak yazılmış "Yük gemilerimiz yola çıktı mı Morse Efendi" cümlesini tekrar tekrar okudu, ardından da keyif dolu bir kahkaha attı ve yanındakilere dönerek, "Bu harikulâde bir cihaz" dedi, "Bu yeni icadı ülkemiz topraklarında yaygınlaştırırsak, askerî ve idarî gücümüzün ne nispette artacağını tahmin edebiliyor musunuz efendiler?" Onun bu içten tepkisi karşısında Smith ve Leopold da rahatlamıştı. Sonraki dakikalarda bir kaç deneme daha yapıldı ve hepsi de başarıyla sonuçlandı. Sultan'ın gözü, bu adamları ve karmaşık görünümlü cihazlarını çok tutmuştu.
İlk kabul ve ilk patent
Ertesi gün aynı salonda, Sultan'ın yanısıra aralarında Şeyhülislâm, Sadrazam, Harbiye, Hariciye ve Bahriye nazırlarının da bulunduğu çok daha kalabalık bir devlet eşrafına ikinci bir gösteri daha yapıldı. Bu gösteri de aynen bir önceki günkü gibi alkışlarla sona erecekti. Sultan, tebrik ve takdirlerinin ardından Profesör Smith'e, "Bu keşfin şu an garp memleketlerindeki kabulu ne vaziyettedir?" diye sordu. Smith ise düşünceli bir ifadeyle, "Bizleri anlayamadılar Majesteleri" diye cevap verdi, "Arkadaşım Samuel Morse, bunun faydalarını anlatmak için çalmadık kapı bırakmadı. Ama ne bir destekleyici makam bulabildik, ne de bir ihtira beratı alabildik. Böylesine faydalı bir cihazın bu şekilde sahipsiz kalması çok acı..." "Sahipsiz kalmayacak" dedi Sultan, Smith'in bu üzüntülü tavrı üzerine, "Onlar vaziyetin ehemmiyetini anlayamamışlarsa, bu bizim için çok daha güzeldir. Telegram dediğiniz bu cihazın cihandaki ilk patentini size Devlet-i Âli Osmanî adına ben vereceğim. Siz de bizlere bu işin sırrını öğretecek ve memleketimizde telegram kurma faaliyetini bizzat başlatacaksınız." Smith, heyecandan o günün sonunu zor getirdi. Oteline döndüğünde durumu arkadaşı Samuel Morse'a bildiren ayrıntılı bir mektup yazdı ve hemen ABD'ye yolladı. Ertesi hafta da Sultan'ın mührünü taşıyan bir ihtira beratını Saray'da düzenlenen özel bir törenle bizzat onun elinden almanın kıvancını yaşayacaktı. Abdülmecit hem ona, hem de henüz yüzünü bile görmediği buluş sahibi Morse'a hitaben iki ayrı takdir mektubu ve dünyanın her yerinde geçerli olan bir de resmî patent belgesi hazırlatmıştı. Sultan'ın zarifliği bununla da sınırlı kalmayacak ve Smith'e ABD'deki arkadaşına iletilmek üzere, üzerinde elmas bir taş bulunan, kadife kutu içinde bir de devlet madalyası sunacaktı. Morse bu armağanı bir kaç ay sonra Washington'da teslim aldı ve ömrü boyunca da daima sol yakasında taşıdı. O tarihe kadar Morse'u ve dünyanın dört bir köşesine yayılmış durumdaki temsilcilerini doğru düzgün dinlemeye tenezzül bile etmeyen kimi devlet adamları, bu olayı duyar duymaz heyecanlanıp konuya balıklama atladılar. Amerikalı bilgine randevular verip, "Meseleyi bir kere daha istişare etmek istediklerini" bildirerek ısrarla makamlarına davet ettiler. Osmanlı Devleti ise bu görüşmeden yalnızca bir kaç yıl sonra patlak veren Kırım Savaşı'nda, cepheyle yönetim merkezi arasında telgrafla haberleşme ayrıcalığına sahip bir avuç devletten biri olma konumuna erişmiş durumdaydı. Çarlık Rusyası'na karşı İngilizlerle ittifak hâlinde yürütülen ve sonuçta zor da olsa kazanılan bu savaşın ardından, yeni buluşun değeri çok daha iyi anlaşılacaktı. Ve "telgrafın telleri" dağları tepeleri denizleri aşıp, zaman içinde bütün dünyaya yayılarak kıtaları birbirine bağladı.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |