T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
S İ N E M A | 5 MAYIS 2006 CUMA | ||
|
Mesut Uçakan'ın "Anne ya da Leyla"sı, ciddi bir toplumsal sorun olan "fuhuş"un yol açtığı yıkımlar karşısında bizlere çok önemli şeyler söylüyor. Ancak film, bu iyi niyetli duruşuyla topladığı artıların yanı sıra, bünyesinde bir dizi anlatım sorununu da barındırmakta...
İstanbul'un varlıklı semtlerinden birinde babası ve dadısıyla birlikte yaşayan küçük Kerem, o daha çok küçük yaşlardayken evi terk edip kayıplara karışan annesinin özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Delikanlılığın eşiğindeki kahramanımız, elinde -dadısının kendisine verdiği- eski bir fotoğraftan başka hiç bir ipucu olmaksızın, günün birinde âni bir kararla evini terkeder ve adını sıklıkla duyduğu "Beyoğlu cangılı"nda annesini aramaya başlar. Kader, Kerem'i samanlıkta iğne aramaya benzeyen bu umutsuz çaba sırasında, aynı cangılda yitik çocukluk aşkının peşine düşmüş bir başka bağrı yanık insanla, Leyla'sını arayan Mecnun'la buluşturacaktır. Köyünden sırf bu amaçla kalkıp Beyoğlu'nun arka sokaklarına düşen Mecnun, buradaki kirli dünyanın gerçeklerini algılamayamayacak kadar saf ve temiz yürekli bir gençtir. Dolayısıyla, onun ihtimâlleri arasında kesinlikle "Leyla'sının fuhuş batağına düşmüş olması" bulunmamaktadır. Yitik sevdalarının peşinde koşarken İstiklâl Caddesi'nde (hem metaforik olarak, hem de fili anlamıyla) "birbirine toslayan" bu ilginç ikili arasında kısa sürede sıcak bir dostluk ortamı oluşur ve arayışlarını birlikte sürdürmeye karar verirler. Tamamen tesadüfî olarak yakaladıkları ipuçları onları sevimsiz bir gerçeğe doğru adım adım götürürken, ikisi de uzun süre bu gerçekle yüzleşmek ve onu kabul etmek istemeyeceklerdir. Mecnun'un Leyla'sıyla Kerem'in annesi gerçekte aynı kişidir ve iki insanın hayatlarının merkezini oluşturan bu genç kadın Beyoğlu'nun yazılı olmayan yasaları gereği fuhuş piyasasının elinde çoktan bir "sermaye"ye dönüşmüştür. Ve iki kafadar, meşakkatli bir arayışın sonucunda tam da Leyla'ya ulaştıkları sırada, onun izini sürenlerin yalnızca ikisi olmadığını acı bir tecrübeyle öğreneceklerdir.
Sevgili dostumuz, ağabeyimiz ve gönüldaşımız Mesut Uçakan'ın on yıllık bir molanın ardından gelen yeni filmi "Anne ya da Leyla"yı geçtiğimiz salı akşamı kalabalık bir davetli topluluğuyla birlikte galasında izleme şansı bulduk. Söyleyeceklerime organizasyonun ve filmin artılarından başlamak belki de çok daha iyi olacak. KUSURSUZA YAKIN BİR ORGANİZASYON Öncelikle, filmin tanıtım organizasyonuna egemen olan kalite ve ciddiyete on üzerinden on puan vermek boynumuzun borcudur. Gala organizasyonunun, bu tür sinemasal etkinliklerde öteden beri belli bir kesimin "kale"sine dönüşmüş olan görkemli Emek Sineması'nda yapılması hiç kuşkusuz ki son derece mânidar ve de şık bir seçimdi. Kendi adıma yıllar sonra ilk kez "irfan sineması"nın temsilcisi olan bir filmin galasına (Sevgili Uçakan kendince haklı nedenlerle "beyaz sinema" deyimini hiç sevmediği için bu kez böyle bir ifade kullanmak durumunda kaldım; oysa ki sinema yazarı dostumuz Abdurrahman Şen'e ait olan önceki nitelemeyi gerçekten de çok severim) kötü kokulu, sevimsiz bir kenar mahalle sinemasının dışında, doğru düzgün bir salonda katılmanın keyfini yaşadım. Bunun dışında, filmin tanıtım organizasyonu kapsamında hazırlanan görsel ve baskılı materyaller ile konuk ağırlama düzeni de neredeyse kusursuza yakındı. Söz konusu alanlarda zaten öteden beri vizyon sahibi bir sanatçı olan Uçakan'ın (bu arada da filmin ardındaki yapım ekibinin) tanıtım ve sunuma yönelik profesyonel tavrı beni gerçekten de çok gururlandırdı. Ancak, filmden çıktığımda ağzımda kalan hafif acımsı tat ise gecenin belki de yegâne olumsuzluğuydu. Biliyorum, iki aydır bu gösteriyi sabırsızlıkla bekleyen ve sayfasında neredeyse her hafta gündeme getiren biri olarak, kalemimi "Anne ya da Leyla" konusunda ciddi bir biçimde bağladım. Aslına bakarsanız, böyle bir tercihten zerre kadar da pişman değilim; çünkü baş koyduğumuz bu yolun Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan ve İsmail Güneş gibi öncü yönetmenlerine bir değil bin sevgi yazısı fedâ olsun. Bilinsin ki aynı şeyi bundan böyle de sık sık yapmaya devam edeceğim. SORUNLU BİR SENARYO, YETERSİZ OYUNCULUKLAR Ancak, şunu da dostça belirtmem gerekir ki, Mesut Uçakan'ın son filmi, zaman zaman beyazperdeye yansıyan bazı biçimsel güzellikleri haricinde, beni ve benim gibi daha pek çoklarının sinemasal beklentilerini tam olarak karşılamaktan biraz uzak kaldı. Beyoğlu semti, bir "insan kıyma makinesi" olarak bu ülkede vicdanî sorumluluk sahibi bir sinemacının işleyebileceği belki de en değerli konulardan birini oluşturmakta. O bakımdan, filmin odağına yerleştirilen hikâyeye diyecek hiç bir sözüm yok. Benim iç burukluğum daha ziyade öykünün işleniş biçiminden yana. Senaryo, kurgu ve çekim aşamasında üzerinde belki biraz daha titizlikle çalışılsaydı, oyuncu tercihinde daha bir seçici davranılsaydı, ortaya gönül tellerimizi çok daha yoğun titretecek bir eser çıkabilirdi. Ancak, zorlu çekim serüvenini iyi kötü bildiğim bu filmin eksilerini uzun uzadıya anlatıp, ne ona emek verenlerin şevkini kırmak, ne de bu yolda dostlarımızın ortaya koyacağı yeni projelerin önünü tıkamak isterim. O yüzden, başta özgün müzikleri hazırlayan Gündoğar olmak üzere, görüntü yönetmeni Hüseyin Özşahin ve kameraman Süha Kapkı'yı, temiz bir iş çıkartmış olan ışık ekibini, genel sanat yönetmenini ve elbette ki yönetmenimizi kutlayarak yazımıza son noktayı koyalım. "Elde var bir", her zaman için bir değer demektir. "Çekilmiş çekilmiştir" diyerek bu eseri de görsel kültür üretimi hanemizin kazanımları arasına zevkle yazıyor ve Sevgili Uçakan'dan hiç eksilmeyen bir coşku içinde bizlere yakın gelecekte de yepyeni hikâyeler anlatmasını bekliyoruz. Fuhuş sektörünün silindir gibi ezip geçtiği hayatları anlatan dokunaklı bir İstanbul hikâyesi izlemek isteyenler için uygun bir hafta sonu seyirliği...
Siyah beyaz TRT'li çocukluk yıllarımın en gözde dizisi "Görevimiz: Tehlike", yıllar geçip de Hollywood'un beynimde kurduğu despotik krallığı yıkıp yerine bağımsız bir cumhuriyet ilan edişimden bu yana, ne yalan söyleyeyim, şahsıma zerre kadar zevk vermiyor. Ne televizyon dizisi formatıyla, ne de sinema filmleriyle... Bu gösteriden şimdilerde benim için geriye bir tek eğlenceli yan kaldı; o da sinema tarihinin en büyük bestecilerinden biri olan Arjantinli Lalo Schiffrin'in -kulağıma çalındığı anda pek çokları gibi beni de yerimde kıpırdatmaya başlayan- gerçekten muhteşem jenerik melodisi... Çocuklar masumdurlar. Doğal olarak, önlerine konulanın altında gizlenmiş olan kirli dünyayı ve ona ilişkin örtülü mesajları erken yaşlarda lâyıkıyla idrak edemezler. Ben de 1960'lardan beri, her yeni görev emrini, muhataplarını hiç görmeksizin -önceleri kendisini bir kaç saniye içinde yok eden makaralı bir teyple, şimdilerde ise son model bir lazer disk okuyucudan- alan bu ekibin aslında insanlığa huzur değil huzursuzluk getiren bir "katiller ordusu" olduğunun idrakine vardığım günden beri "Görevimiz Tehlike" adını her duyduğumda aklıma 1 Mayıs 1977'de Taksim'deki işçilerin üzerine Etap Oteli'nin pencerelerinden otomatik tüfeklerle rastgele ateş açan bazı adamlar geliyor. Bilenler bilir, 1 Mayıs katliamını araştıran başsavcı, ateş açılan orta katların tümünün ABD'den gelen ve "diplomatik dokunulmazlığı olan" (dolayısıyla çantaları da kesinlikle aranamayan) bir takım yabancı uyruklu kişiler tarafından tutulduğunu tespit etmişti. Bir sinema filmi eleştiri kapsamında ne kadar da ilgisiz bir cümle oldu değil mi? Ne yapayım, benim de entel entel sinema yazarken böyle zırt diye daldan dala sıçramak gibi garip bir huyum var; ne yaparsam yapayım bunu uzun zamandır bir türlü engelleyemiyorum. Neyse, tekrar konumuza dönersek, 1996 yılında Brian De Palma tarafından ilk kez beyazperdeye aktarılan, 2000'de John Woo'nun ikinci uyarlamayı gerçekleştirdiği ünlü kontr-gerilla/gladio serüvenleri dizisi "Görevimiz Tehlike", siyahî yönetmen J.J. Abrams'ın ellerinde üçüncü kez hareketli bir aksiyon nesnesine dönüşüyor. Yine akıllara durgunluk veren ses ve görüntü efektleri, yine soluk soluğa bir kurgu ve serinin sinema versiyonlarında "baş tetikçi Ethan Hunt" rolünü artık iyice parselleyen Tom Cruise ile karşı karşıyayız. Yani, başarının temel formülleri bu bölümde de aynen korunuyor. Sonuç itibarıyla, "Görevimiz: Tehlike"nin omurgasını oluşturan Amerikalı ekibin dünyaya huzur getirmek adına zırt pırt operasyonlar yapıp iç dengelerini -kendi hükûmetlerinin çıkarlarına göre- değiştirdikleri bir "hinterland"ın mensubu olarak ben bu seriyi hiç sevemedim; ama yeryüzünde milyonlarca seveni olduğunun da pekâlâ farkındayım. O yüzden, hafta sonunda akıllara ziyan görüntülerle bezeli hareketli bir aksiyon izlemek isterseniz, Hunt ve adamlarının bu yeni serüveni, tarafımdan "Helâli hoş olsun, yeter ki Hollywood'un cebi dolsun" denilerek verilmiş iki buçuk yıldızı eşliğinde sinemalarımızda... Ama film beğeniniz benimkine biraz daha yakınsa ve beyazperdede sessiz sakin bir şeyler görmeyi arzu ediyorsanız, o zaman bu gürültülü gösteriden uzak durup, yerine Richard Shephard'ın "Matador"unu tercih edin derim.
"Seden sineması" üzerine kapsamlı bir araştırma
Bu kitap elime ulaşınca hakikaten kıskandım ve kendi kendime de epeyce kızdım. Biz bütün eforumuzu havaya doğru üfleyip kırklı yaşlarımızın eşiğinde daha sinema üzerine küçücük bir kitapçık bile üretememişken, elin "türbanlı" kızı Türk sinemasının en üretken yönetmenlerinden biri üzerine muhteşem bir araştırmaya imza atmış! Hem de öyle böyle değil, Türkiye'de hiç kimsenin ulaşamadığı kadar ilginç belge ve bilgileri sabırla derleyip, içeriğiyle olduğu kadar hacmiyle de ağır (tam anlamıyla "kafa yaran") bir kitap hazırlayarak... Tabiî, bu sözlerimiz işin latifesiydi. Kimseyi kıskandığımız falan yok; aksine Gülşah Nezaket Maraşlı'nın bu çalışmasıyla cidden gurur duyduk. Şimdiye kadar pek çok gazete ve dergide imzasını ilgiyle takip ettiğimiz, halen Hilâl TV'de yönetmenlik yapan bu sevgili meslektaşımız, Türk sineması üzerine uzun yıllardır profesyonel bir yaklaşımla kafa yoran başarılı araştırmacılardan biri. Ve kendisinin -basındaki söyleşilerinden takip edebildiğim kadarıyla- yazılışı kadar yayınlanması da zorlu bir yolculuğa dönüşen biyografi çalışması "Osman Fahir Seden'le Türk Sineması'nda Düet" en sonunda Elips Yayınları'ndan çıkabildi. Gülşah, Seden üzerine söylenebilecek neredeyse her şeyi tek kalemde söyleyen, ilginç anekdotlarını ender bulunan fotoğraflarla süslediği her sayfası yoğun bir emeğin ürünü bu eserini bastırabilmek için tamı tamına beş yıl beklemek zorunda kalmış. E, tabiî, memlekette Türk sinema tarihi üzerine yayın sırası bekleyen öylesine kıymetli araştırmalar var ki (!) bu hengâmede Gülşah'a ancak sıra gelir.
Türk sineması üzerine bu tür kapsamlı eserlerin azlığı, benim de araştırma yaparken sık sık eksikliğini duyduğum bir sorun. Bırakın basılı eserleri, kimsenin cebinden öyle ahım şahım paralar çıkmasını gerektirmeyen internet ortamında bile sinema alandaki zengin geçmişimize sahip çıkmıyoruz, çıkamıyoruz. Öyle ki google arama çubuğuna "Quentin Tarantino" yazdığınızda önünüze yüz binin üzerinde fotoğraf sıralanırken, geçenlerde bir Ayhan Işık fotoğrafı aradığımda Türk sinemasının "kral"ının bir kare görüntüsünü dahi bulamamak doğrusu içimi burktu. Demek ki koca ülkede bir tek Allah'ın kulu lütfedip de sitesine koymak için Işık'ın herhangi bir fotoğrafını taratmamış. O yüzden Gülşah gibi arkadaşlar son derece anlamlı bir iş yapıyor ve bu gibi işlerden servet kazanmasalar bile, kendilerinden sonra gelecek araştırmacılar için büyük özveriler sergileyerek tarihe kayıt düşüyorlar.
Bu arada, sinema üzerine eserleri yayınlanan diğer bütün yazar ve araştırmacılara da sesleniyorum; bu sayfa benim babamın tapulu malı değil, bütünüyle sizlerin. O yüzden, gönderin eserlerinizi; biz de zevkle ve keyifle okurlarımıza tanıtalım.
"Osman Fahir Seden'le Türk Sineması'nda Düet"
İtalyan göçmeni bir ailenin tek çocuğu olan Frank, (ya da nüfus kâğıdındaki adıyla Fransisco) anne ve babası tarafından Amerikan ideallerine son derece bağlı biri olarak yetiştirilir. Bundan dolayıdır ki ailesine kucak açan yeni dünyaya minnet borcunu ödemek üzere o da pek çok göçmen gibi Kore Savaşı'nda "Kızıllar"a karşı en ön saflarda çarpışanlar arasında yer alacaktır. Aynı idealist duygular askerlik dönüşünde de kendisini bir "kanun adamı" olmaya yönlendirir ve 1960'lı yılların başlarında polis teşkilâtına katılır. Tayin kurasında çıkan ilk görev yeri ise doğup büyüdüğü New York kentinin Emniyet Müdürlüğü'dür. Çömez bir asayiş polisi olarak, kıdemli bir iş arkadaşıyla göreve çıktığı ilk gün karşılaştığı manzara, ona sistemin işleyişi hakkında ilk ipuçlarını verecektir. Ortağıyla birlikte girdikleri bir kafeteryada, kendilerine iğrenerek bakan aşçının önlerine koyduğu berbat yemeği görünce, "Ben biftek istemiştim, bu adam ise bize bir yağ birikintisi uzatıyor. Neden paramızı ödeyip doğru düzgün birer yemek yemiyoruz?" diye sorar. Ortağının cevabı ise durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır: "Biz öğlenleri hep bu kafeteryaya geliriz. Buranın sahibi de bizi sever ve yemekler için para almaz. O yüzden aşçı sana ne verirse versin, sızlanmadan yemelisin. Bu âlemde işler hep böyle yürür. Onlar bizi idare ederler, biz de onları. Fazla soru sorma ve uslu bir çocuk ol." Ancak, Frank'in "uslu çocuk" olmasını engelleyen son derece sıra dışı bir psikolojik sorunu vardır: "Mevcut çürümüş sisteme teslim olmamak"... Kahramanımız, sonraki görev döneminde "bu âlem"de işlerin gerçekten de böyle yürüdüğünü, kendisine uzatılan rüşvet zarflarını almadığı için meslektaşlarıyla gırtlak gırtlağa gelmek suretiyle en ince ayrıntısına kadar öğrenecektir.
Kader, onu vurulduktan saatler sonra ağır yaralı olarak kaldırıldığı Greenpoint Hastanesi'nde kendisi gibi idealist bir Türk cerrahıyla karşılaştırır ve bu cerrah yaptığı yerinde müdahalelerle Frank'in mutlak bir ölümün eşiğinden dönmesine vesile olur.
Frank'in koyu bir yalnızlık ve çileyle örülü polislik hayatı o gün sona erer; ancak kendisi için yepyeni ve çok daha onurlu bir hayat başlar. Frank'in dokunaklı hikâyesinin 1970'lerden günümüze kadarki süreçte din, dil ya da ırk farkı olmaksızın sinemaseverlerden hiç eksilmeyen bir ilgi görmesinin en öncelikli nedeni, dünyadaki yüz milyonlarca insanın da onunla aynı insanlık ideallerini paylaşıyor olmasıydı hiç kuşkusuz. Yeni Şafak da bundan bir kaç ay önce hayatı anılan filme esin kaynağı olan gerçek Frank'i New York'ta bularak onu beş bölümlük bir yazı dizisiyle sizlere yakından tanıtmıştı. Bütünüyle yaşanmış olaylardan uyarlanan bu unutulmaz filmin orijinal adını, yönetmenini, başrol oyuncusunu ve yapım yılını hatırlıyor musunuz? Doğru cevapları (adları ve açık adresleriyle birlikte) 11 Mayıs 2006 Perşembe günü saat 11.00'e kadar sinebulmaca@yahoo.com elektronik posta adresine gönderen okurlarımız arasından bilgisayarda rastgele tercihle seçilecek olan üç talihli, yönetmen Joel Coen'in usta işi polisiye-gerilim filmi "Fargo"nun birer DVD'sini kazanacaklardır.
- Filmin Orijinal Adı: Taxi Driver*
(Yalnızca * işareti taşıyan şıklar soru olarak yöneltilmiştir. Diğerleri bilgi mahiyetindedir.)
Yarışmamıza bu hafta yurt çapında toplam 123 katılım gerçekleşti.. Bunlardan 105 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi., yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
- ORHAN EREN / SİİRT
Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("Guguk Kuşu" / "One Flew Over the Cuckoo's Nest" / 1975 / Yönetmen: Milos Forman / Oynayanlar: Jack Nicholson, Louise Fletcher, William Redfield, Will Sampson, Danny DeVito) çok kısa bir süre içinde taahhütlü postayla adreslerine gönderilecektir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "sinema tarihini araştırmak ve öğrenmek!"
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |