T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
S İ N E M A | 9 HAZİRAN 2006 CUMA | ||
|
Richard Donner'ın 1976 tarihli kült korku filmi "Kehanet"i otuz yıl sonra modern teknolojinin de yardımıyla yenilemeyi deneyen John Moore, bu cüretkâr kapışmadan büyük ölçüde mağlup ayrılıyor.
Altıncı ayın altıncı günü, saat sabah 6... ABD'nin Roma Büyükelçisi Robert Thorn, sorunlu bir doğum gerçekleştiren eşi Katherine'i görmek üzere Vatikan yakınlarındaki Katolik hastanesine geldiğinde bebeklerinin öldüğünü öğrenir. Eşi, doğum sırasında rahiminin parçalanması nedeniyle bir daha hiç gebe kalamayacaktır. Bunun üzerine, onun bunalıma girmesini engellemek amacıyla hastanedeki rahiple işbirliği yapar ve aynı gece doğan, annesi ölmüş bir başka bebeği evlat edinir. Bu sırrı ondan ve bebeği kendisine getiren rahipten başka hiç kimse bilmeyecektir. Yıllar geçer ve Thorn çiftinin Damien adını verdikleri bebekleri büyüyüp içine kapanık bir çocuğa dönüşür. Katherine, yaşadığı bazı korkutucu olaylardan sonra oğluna karşı duygusal bir soğukluk hissetmeye başlamıştır. Genç kadın, onun kendi çocuğu olup olmadığından içten içe kuşku duymaktadır. Bu arada Robert da Londra Büyükelçisi olarak İngiltere'ye atanır. Damien büyüdükçe ailenin ardarda yaşadığı garip olaylar ve karşılarına çıkan uyarıcı kişiler, Büyükelçi'yi sonunda insanlık tarihinin en acı gerçeğiyle yüzleştirecektir. Evlat edindiği oğlu, İncil'de adı geçen ve Şeytan'ın simgesi "666" sayısıyla işaretlenmiş olan Deccal'dir. Kıyametin en büyük alâmeti olan bu varlık, kendisinin gelişinin farkına varan bütün inançlı kişileri, çevresine kümelenmiş olan sadık koruyucuları aracılığıyla teker teker öldürmeye başlar. En çok etkilendiğim film "Kehanet", hiç kuşkusuz ki bütün sinemaseverlik serüvenim boyunca beni en çok etkileyen film oldu. 1976 yapımı orijinal versiyonu şimdiye kadar kaç kez izlediğimi hatırlayamıyorum bile. 1980 yılında, henüz ilkokula giden bir ufaklıkken ilk izlediğimde (ki Türkiye'ye yine Özen Film tarafından getirilmişti ve döviz darboğazı nedeniyle batı ülkelerine göre tam dört yıl gecikmeli olarak gösterime girmişti) salondan tüylerimin diken diken olarak çıktığımı ve günlerce öykünün etkisinde kaldığımı hatırlıyorum. Dünyanın sonunu getirecek olan bu ürpertici iyilik ve kötülük savaşı, sonraki yıllarda pornografiye, uyuşturuculara, şiddete ve dünyaya kötücül enerji saçan her türlü pis iş koluna karşı derin nefretimin de temellerini attı aslında. Şimdilerde insanlığın içine düştüğü hâllere dönüp bakıyorum da, gerçekte alnında boynuzu olan ve türlü türlü sihirbazlık numaraları yapan mitolojik bir Deccal beklemenin pek anlamı kalmadı gibi. Çünkü Deccal zaten bu dünyaya çoktan gelmiş de aramızda dolaşıyor!
Donuk oyuncular resmigeçidi Bu kadar iyi tanıdığım ve neredeyse kare kare ezberlediğim bir filmi ilk çevriminden otuz yıl sonra yeni bir versiyonundan izlemek, bende ilk anda belli bir heyecan uyandırdı elbette. Ancak, sinemayı terkederken sonuçtan o kadar da tatmin olduğumu söyleyemem doğrusu. Bir kere yönetmen John Moore, açıştaki Vatikan Gözlemevi sekansı haricinde klasik filme hemen hemen hiç bir yeni yorum katmaya yeltenmemiş. Öyle ki bazı sahneler diyalogları ve çekim açılarıyla neredeyse orijinalinin bire bir aynısı. Tamam anladık, ilk "Kehanet" çekildiğinde henüz salonları tir tir titreten Dolby Digital ses sistemi yoktu; ayrıca görüntüler de bugünkü kadar keskin olmuyordu. Ama sırf bir-iki teknik numaradan dolayı yeni çevrimin ilkini geçtiğini ileri sürebilmek pek mümkün değil. Nerede müteveffa Gregory Peck'in Büyükelçi Thorn'u kanlı canlı bir kişiliğe dönüştüren o unutulmaz oyunculuk gösterisi, nerede Liev Schreiber'in donuk oyunculuğu? Hele de talihsiz eş Katherine'i oynayan Lee Remick ile halefi Julia Stiles'ı kıyaslamak bile mümkün değil. Remick'in beyazperdedeki karizması karşısında resmen eziliyor genç oyuncu Stiles. Tıpkı partneri Peck gibi artık hayatta olmayan Remick'in hayvanat bahçesi sahnesinde çocuğunu kucaklamış bir hâldeyken gözlerine sinen o derin korkuyu unutabilmek ne mümkün? Bu öylesine etkileyici bir sinema karesiydi ki ilk filmin yapımcıları onu yıllarca poster fotoğrafı olarak kullandılar. Kaldı ki yeni çevrimde sözünü ettiğim ünlü sahne de çok daha sıradan bir çekimle iki paralık edilmiş. Filmdeki oyuncu tercihleri öylesine yanlış ki çevresine sert sert bakmaktan başka bir görevi olmayan Damien karakterinin bile son derece sıkıcı bir tercihe kurban gittiğini görüyoruz. İlk filmdeki "melek yüzlü şeytan"la (Harvey Stephens) kıyaslandığında, bu filmin küçük Deccal'i Seamus Davey-Fitzpatrick okul müsameresinde rol kesen bir çocuk gibi kalıyor. Aynı şekilde, geçmişte David Warner'ın oyunculuğuyla belleklere kazınan foto muhabiri Jennings karakteri de bu filmde -âdeta birbirleriyle söz birliği etmişçesine- alabildiğine ruhsuz bir oyun sergileyen oyunculardan David Thewlis'in eline kalmış.
Farrow ve Postlethwaite filmi kurtarıyor Buna karşılık, bozuk bir saatin bile günde iki kez doğruyu göstermesi gibi, Moore da en azından iki oyuncuyu isabetli seçmeyi başarmış. Bunlardan Deccal'in dadısını oynayan Mia Farrow, filmin en büyük kozu. Farrow, ilk filmde Billie Whitelaw'ın canlandırdığı Bayan Baylock karakterine gerçekten de yepyeni bir yorum getirmiş ve filmi zaten -orijinal yapıma duyduğu derin bağlılık nedeniyle- önyargı içinde izleyen milyonlarca izleyiciyi ikna edebilecek bir oyunculuk gösterisine imza atmış. Bundan yıllar önce, 1969 yılında "Rosemary'nin Bebeği" adlı ünlü Polanski klasiğinde yeni doğan bebeğini satanistlere kaptırmamak için çırpınan genç bir anne rolünde izlediğimiz Farrow'un, bu kez karşımıza bizzat "Şeytan'ın hizmetkârı" olarak çıkması, benim açımdan yeni "Kehanet"in en büyük sürprizi oldu. Oyuncularda ikinci doğru seçim de Peder Brennan'ı oynayan Pete Postlethwaite... Bu yeniden çevrim bir kez daha gösterdi ki büyük oyuncular ikinci çevrim öykülerde bile seleflerinin karşısında bir biçimde ezilmeden durabiliyorlar. Postlethwaite, ilk filmin Brennan'ı Patrick Troughton'un zerrece gerisinde kalmayan usta işi bir oyun ortaya koyarken, tıpkı Farrow gibi o da eski sahibinin yüzüyle artık bütünleşmiş olan bir rolü ustaca yenileyip kendinden bir şeyler katmayı başarıyor. Bunun dışında filmin, adım adım selefinin izinden gitmekten başka hiç bir ekstra mahareti olmadığını belirtelim. Altını çizerek vurgulamak gerekir ki orijinal "Kehanet" bu kıyaslamadan hiç tartışmasız galip çıkıyor. Richard Donner'ın 1976'nın teknik koşullarında zar zor gerçekleştirdiği kimi özel efektler bugün bile izleyenleri ürpertirirken, yeni çevrimdeki -çok daha yüksek bir teknolojinin eseri olan- sahneler izleyenlere ancak keçiboynuzu tadı veriyor. Hele de Jennings'in -sırf karanlık oda sahneleri ilk filmde şık bir sinematografik malzeme oluşturduğu için- bu dijital makine çağında agrandizörle siyah-beyaz kart baskı yapması tam bir komediydi. İngiltere'de fotoğraflarını siyah-beyaz çeken ve sonra da kendi elleriyle yıkayıp karta basan kaç tane haber fotoğrafçısı kaldı?
Bu kez efsanevî melodi de yok! Tabiî, bu arada, orijinal çevrimin en büyük kozu olan (ki bana göre başarının yüzde 33'ünü taşıyan), Jerry Goldsmith'in Oscarlı müziklerinin (nedendir bilinmez) bu filmde yer almaması, hele de o ünlü "Ave Satani" melodisinin yerine sadece âni çıkışlar yapan bir takım nefesli sazların kullanıldığı sıradan bir müzikle yetinilmesi, çoğu yeri sapır sapır dökülen bu ikinci çevrimi daha bir çekilmez kılıyor. Sonuç itibariyla, sinema tarihinin en ürkünç öykülerinden birinin tekrarı, zayıf oyuncular ve yeteneksiz bir yönetmenin elinde ancak bu kadar kötü çekilebilirdi. Moore öylesine vasat bir bakış açısına sahip ki filmin kilit sahnesi durumundaki finalde, polisin Büyükelçi'yi vurmasını bile üçüncü sınıf bir aksiyon filmi anlayışıyla geçiştirmiş. Oysa ki Deccal'i durdurmayı çalışanı durduran bu kurşunun ilk filmde Gregory Peck'e "süper yavaş çekim"de bir yaklaşması vardı ki sırf bu sahne bile orijinal "Kehanet"i unutulmaz kılmaya yetiyor. Velhasıl sevmedim, sevemedim. 1976 yapımı "Kehanet"i iyi bilen hiç bir sinemaseverin de bu yeni uyarlamadan zevk alabileceğine inanmıyorum. Ama yine de ilk filmi hâlâ gör(e)memiş olan genç kuşaktan izleyicilere, bu kıyaslamayı yapma şansları olmadığından dolayı çeşitli yönleriyle ilginç gelebilme ihtimâli var. Vaktiniz bolsa, öykü hakkında hiç bir fikriniz yoksa ve dinsel temalı korku-gerilim filmlerini de seviyorsanız, "666" sayısına nazire olmak üzere bütün dünyada 6 Haziran 2006 Salı günü gösterime giren bu ikinci çevrimi yine de belli bir ilgiyle izleyebilirsiniz. Ancak çocukları kesinlikle uzak tutmak kaydıyla...
Bu sayfayı ve de yazılarımı dikkatli takip edenlerin çok iyi bildiği üzere, "kısa film"i inançlı kesimin gençleri (daha doğrusu yaşları her ne olursa olsun, kendisini sanat üretecek ölçüde genç hisseden bütün insanlarımız) açısından mutlak surette el atılması gereken stratejik bir sanat dalı olarak görmekteyim. Şimdiye dek bu konuda hem sermaye sahiplerini hem de üretme potansiyeli taşıyan yönetmen adaylarını kışkırtıp galeyana getirmeye çabalayan bir dizi yazı yazdım. Gerçi bu yazılardan sonra dünyalık yönünden şanslı doğmuş çevrelerde "infak" adına herhangi bir kıpırtı falan göremedim; ama hamdolsun ki geleceğin sinemacıları olmaya aday pek çok genç yetenekten coşku dolu mesajlar aldım. Kimileri bana incelemem için senaryolarını iletti, kimileri film çekebilmek için satın alması gereken kameranın marka ve modelini sordu, Yasir Düzcan gibi elini çabuk tutan bazıları ise "Bize 'sinema konusunda kendinizi geliştirin, film çekin' dediniz, biz de arkadaşlarımızla biraraya geldik ve elimizde avucumuzda ne varsa bu işe harcayıp dediğinizi yaptık. Şimdi de filmimizi izletip görüşlerinizi almak üzere sizi gösterimize bekliyoruz" mealinden, beni çok mutlu eden mesajlar gönderdiler.
"Dananın Kuyruğu" adını taşıyan, oldukça eğlenceli ve zekice bir filme imza atmışlardı genç dostlarım. Birilerinden ödünç aldıkları basit bir mini DV kamerayla, hattâ kameralarının sabitleyici bir ayağı bile olmaksızın, 25 dakikalık karmaşık bir öyküyü gayet güzel bir biçimde sinemaya uyarlamayı başarmışlardı. "Dananın Kuyruğu", hemcinsleri deliler gibi ders çalışırken yıl boyunca yan gelip yatan (ve bol bol cep telefonuyla muhabbet eden!) bir kaç uyanık İmam-Hatip lisesi öğrencisinin, öğretmenlerin karne değerlendirmelerinin kayıtlı olduğu ana bilgisayara gizlice girip notlarını yükseltme girişimlerini ve bu hınzırca planın acıklı bir tesadüf sonucunda suya düşmesini anlatıyordu. Yüksek temposu ve muzip diyaloglarıyla izleyenleri bir an bile sıkmadan akıp giden, son derece güzel mesajlarla bezeli bu yapıt, "dindar insanların ayrıcalıklı zekâsı" konusundaki o sarsılmaz inancımı bir kez daha pekiştirirken, pek çok ortak duyarlılığı paylaştığım bu kitleyle de gurur duymamı sağladı. Ha, filmde hiç mi teknik ve estetik kusur yoktu? Vardı elbette. Fakat, yaşanan onca imkânsızlık göz önüne alındığında, bu tür ufak tefek ses ve görüntü aksaklıklarının ne önemi olabilir ki? Toplam 400-500 YTL sermayeyle, birinin evinde duran basit bir kamerayı kullanarak gayet dinamik bir film yapmayı başarmıştı bu cesur çocuklar... Geçen hafta cuma günü, İstanbul'un Anadolu yakasında, Kartal Belediyesi tarafından yaptırılan yeni Kültür Merkezi'nde benim için son derece anlamlı bir etkinliğe konuk oldum. Tam adı "Kartal Yaşam Kalitesini Yükseltme Merkezi" olan bu çok amaçlı salonda, yakın zamanda ilk kısa metrajlı filmlerini çeken Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencisi bir grup gencin gösterisine katılıp onlara manevî destek vermek üzere bulunuyordum. Günün en hoş sürprizlerinden biri ise ülkemizde 1970'lerin başlarından itibaren İslâmî duyarlılıklar taşıyan yeni bir sinema anlayışının kurulmasında büyük emekleri geçmiş olan yapımcı-yönetmen ağabeyimiz Salih Diriklik'in de aynı amaçla aramızda bulunmasıydı. Sevgili Diriklik, son yıllarda sinema sektöründen büyük ölçüde kopup aslî mesleği olan hekimliğe dönmüş durumda. Ancak kendisi, engin tecrübeleri, yayımlanmış sinema kitapları ve zaman zaman kaleme aldığı makaleleriyle bizlere ışık tutmayı sürdürüyor. Filmden sonra Salih Diriklik ağabeyimizle birlikte, yanımıza çiçeği burnunda İmam-Hatipli yönetmen Yasir Düzcan'ı da alarak salondaki izleyicilerle söyleştik. Konuşmalarımız sırasında "kısa film"in ne denli hayatî öneme sahip bir kültürel mücadele alanı olduğunu sık sık belirtirken, bu tür girişimlerin veliler, öğretmenler ve cömert işadamları eliyle hem maddî hem de manevî açıdan alabildiğine desteklenmesi gerektiğini de vurguladık. Velhasıl, ben, takdir-i ilahinin uygun gördüğü son güne kadar buradayım ve kalemimle (gerekiyorsa da sahip olduğum bazı teknik imkânlarla) böylesi iyi niyetli çabaları elimden geldiğince desteklemeyi sürdüreceğim. Yeter ki sizler bugüne kadar gerektiği ölçüde varlık gösteremediğimiz bir kültürel propaganda aracı durumundaki "ticarî sinema" ve ona giden yolun ilk kilometre taşlarını oluşturan "kısa film" alanında, gerçekte söyleyecek ne denli önemli sözlerimiz olduğunu daima hatırlayın ve meydanı asla boş bırakmayın. Bu vesileyle, "Dananın Kuyruğu" filminin yapım ekibini zengin hayâl güçleri, cesaretleri ve üstün gayretleri nedeniyle gönülden kutlarken, yeni kısa filmlerini de sabırsızlıkla beklediğimi belirtiyorum.
Bu arada Kartal Belediyesi yetkililerine de küçük bir uyarı notu: İlçenizde böylesine güzel bir tesisi kurmayı başarmışsınız, ama ne yazık ki içini kültüre ve sanata saygılı görevlilerle dolduramamışsınız. Bir dahaki sefere, salonda bir film gösterisi varken ve sahnede de sırf bu etkinlik için dünyanın yolunu katedip ilçenize gelmiş konuklar konuşurken, sağda solda büyük bir gürültü içinde tamirat yapan adamlarınıza işlerine bir-iki saatliğine ara vermeyi öğretin. Yoksa, bundan böyle oraya getirecek kültür ve sanat insanlarını biraz zor bulursunuz.
Çakmaklı Usta ile buluşma Geçtiğimiz günlerde, tam on yıllık bir aradan sonra, "Millî Sinema" akımının kurucusu, bugün ben ve benim gibi düşünenlerin sinema-inanç ilişkisi üzerine gündeme getirdiği her türlü ideolojik yaklaşımın Yeşilçam'daki öncüsü olan sevgili ustamız Yücel Çakmaklı ile buluşma fırsatı yakaladım. Kendisiyle en son, 1996 yılında oturum yöneticisi olduğum bir sinema panelinde görüşmüştüm. Gerçi, o tarihten beri gerek yazılarımız üzerinden gerekse de telefon yoluyla temaslarımız sürüyordu. Fakat, Çakmaklı'nın dizinin dibinde oturup onun bilge kişiliğinden yayılan düşüncelerini bizzat dinlemek daha bir başka oluyor. O bakımdan, kendisiyle yaptığımız bu görüşme ufkumu zenginleştirdi ve bana yakın bir gelecekte sayfamızda gündeme getireceğim konular üzerine yepyeni ilhamlar verdi. "Birleşen Yollar"ın, "Dördüncü Murat"ın, "Osmancık"ın, "Küçük Ağa"nın, "Minyeli"nin ve belleğimizdeki daha nice güzel sinemasal hatıranın sahibi konumundaki Çakmaklı ile yaptığımız sohbeti öyle kibrit kutusu gibi bir alanda ziyan etmeyeceğim elbette. Onunla yakın zamanda ayrıntılı bir söyleşi için yeniden biraraya geleceğiz. Hoca'yı, son zamanlarda meydanın bütünüyle jakoben sol düşünceye kalmış olmasından dolayı son derece dolu ve bilenmiş gördüm. Çok önemli projeleri vardı ve sağolsun bizleri de yeni kısa filmcilerin yetişmesi için yaptığımız girişimlerden dolayı içtenlikle kutladı; bu girişimlerimizi dikkatle takip ettiğini ve bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de destekleyeceğini söyledi. Ben de kendisini, pek yakında Hilâl TV tarafından düzenlenecek olan ve kuruluş koordinatörlüğü tarafımdan yürütülen "1. Ulusal Kısa Film Yarışması"nda jüri başkanı olarak görmeyi arzu ettiğimi belirttim. Yüce Allah'tan sevgili üstadımıza uzun ve sağlıklı bir ömür vermesini diliyorum; ki böylelikle bizler de 16 yıl aradan sonra setlere geri döndüğünde, sinema sevdalısı genç arkadaşlarımızla birlikte onun yeni bir filmi yönetişine hep birlikte tanık olabileceğiz. Bu görüşmemizde, Çakmaklı'yı -her zaman mutlak bir huzur ve nezaketin egemen olduğu- setinde "Motor!" komutunu verirken görmeyi gerçekten de çok özlediğimi farkettim.
Her biri otomobil kullanma konusunda üstatlık düzeyine ulaşmış olan bir grup hırsız, Torino kentinin caddelerinde bilinçli bir trafik karmaşası oluşturarak altın yüklü bir banka nakil aracını soymayı planlarlar. Bu iş için de dar alanlardan kolaylıkla geçebilecekleri küçük İtalyan otomobillerini seçeceklerdir. Sonuçta, yaptıkları çılgınca plan âdeta bir saat düzeni içinde işler ve inanılmaz sürücülük gösterileri sonucunda Torino trafiği altüst edilir. Bu sırada da adamlarımızdan bazıları soygunu gerçekleştirip külçe altınları bir midibüse yüklerler. Soygun sırasında kullanılan araçlar terkedilir ve hep birlikte midibüsün içine doluşulur. Hırsızlar zafer sarhoşluğu içinde şehirlerarası yollarda büyük bir hızla ilerlerken, ilâhî adalet devreye girer ve midibüs keskin bir virajda uçuruma doğru savrulur. Araç, sivri bir kayanın üzerinde asılı kalmıştır ve içerideki insanlarla yüklenen altın arasındaki hassas dengeden dolayı, beşik gibi bir sağa bir sola doğru sallanmaktadır. Kahramanlarımız nefeslerini tutmuş olacakları beklerken, kamera uçurumun eşiğinde sallanıp duran midibüsten yavaş yavaş uzaklaşıp göklere doğru çıkar. Yönetmen de bizleri soyguncuların akıbeti konusunda meraktan çatlatarak filmi bitirir. Sinema tarihinin en ilginç sonlarından birine sahip olan bu ünlü yapıtın orijinal adı nedir? Sizlerden ayrıca filmin yönetmeni, öyküde "Charlie" ismini taşıyan başrol oyuncusunu, görüntü yönetmenini ve müziklerini yapan besteciyi bilmenizi de isteyeceğiz. Toplam beş şıktan oluşan doğru cevapları (adları ve açık adresleriyle birlikte) 14 Haziran 2006 Çarşamba günü saat 23.00'e kadar sinebulmaca@yahoo.com elektronik posta adresine ileten okurlarımız arasından bilgisayarda rasgele tercihle seçilecek olan üç talihli, yönetmen Steven Spielberg'in 2005 yapımı son filmi "Munich"in (Münih) birer DVD'sini kazanacaklardır. Hepinize iyi şanslar... (Önemli Not: Cevaplarınız, bu filmin 1969 yılında yapılan orijinal ilk çevrimine ait olmalıdır. 2003 tarihli ikinci çevrimi sormuyoruz.)
- Filmin Orijinal Adı: The Champ (1979)
Yarışmamıza bu hafta yurt çapında toplam 142 katılım gerçekleşti. Bunlardan 135 tanesi sorulan soruların cevaplarını eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi., yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
- BÜNYAMİN YILDIZ / İSTANBUL
Talihlilerimizin çift diskten oluşan armağan DVD'leri ("Kızgın Boğa" / Raging Bull / 1980 / Yönetmen: Martin Scorsese) adreslerine taahhütlü postayla adreslerine gönderilmiştir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "sinema tarihini araştırmak ve öğrenmek!"
Yazarımız Ali Murat Güven gazetemizin son reklâm kampanyası üzerinde çalıştığından, bir süredir köşe yazılarını hazırlayamamaktadır. Kendisinin yazıları, gelecek haftadan itibaren tekrar başlayacaktır.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |