T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 9 HAZİRAN 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Fatma Karabıyık BARBAROSOĞLU

"Bizi Ayıran Nehir"

I- İçine girdiğimiz nehir ateş akıyor. Ve nehri soğutacak suların kaynağı sadece kalbimiz.

II- Onunla dört yıl önce Kadıköy Meydanı'nda karşılaşmıştık. İşim acele idi. Karşıya derse yetişecektim. Onu gördüm. Aylardır ona ulaşmak için çalmadığım kapı kalmamıştı. Ama şimdi yaşına rağmen dimdik önümden geçip gidiyordu. Gökte ararken yerde bulmak deyim olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünüvermişti. Hiç adetim olmadığı halde "Merhaba" dedim. "Sizi aylardır arıyorum. Sizi gördüğüme ne kadar sevindim."

O bir sanatçıydı ve ben onun anaannesini araştırıyordum. Muhabbetle karşıladı. Ayak üstü sıcak içten bir konuşma yaptık. Telefon numarasını verdi. Sonraki günlerde telefonlaştık. Daima sıcak, samimi. Daima yardıma hazır. Ama anaannesini fazla bilmiyordu. Olsun. Annesini anlatırdı ve ben annesinden anaannesine giderdim. Çünkü her defasında onunla konuşmak zihnime bir hareketlilik kazandırıyordu.

Bana kalsa sık sık arardım. Ama rahatsız etmemek için derlemeye çalıştığım "anaanne" imajının belirginleşmesini bekledim. Belirginleştiğine kanaat getirince evinden aradım. İki yıldır görüşmediğimiz halde, derhal hatırladı. Halimi hatırımı sordu. Önümüzdeki hafta için buluşmaya karar verdik. Bu esnada konuşurken anaannesini 1912'de görmüş olan Kırımlı gazetecinin satırlarından bahsettim. "Başında beyaz başörtüsü vardı" diye karşılaşma anını tasvir eden satırlarından.

İşte o anda olanlar oldu. Telefondaki ses bana bağırmaya başladı. "Siz başınızı örtebilirsiniz ama benim anaannemin başını örtmeye kalkmayın. Benim anaannemin başı sizin gibi örtülü değildi."

Niyetim tansiyonu arttırmak olmadığı için telefon konuşmasının devamını yazmayacağım. Görüşmeyi iptal ettiğini bir daha kendisini aramamı istemediğini söyleyerek telefonu kapattı.

Hiçbir şey söyleyemedim. Söylemek kötü olacaktı. Yüzüme kapatılan telefon ile bir müddet oturdum. Kendi nefsim ile ilgili olarak tek bir şey hissetmedim. Yaşlı bir insanın kanını beynine sıçratacak kadar ne söylemiş olabilirdim!? Düşündüm. Düşündüm. Ben bir belgeden bahsediyordum. Ve anaannesinin yurt dışı seyahatlerinde şapka giyip giymediğini merak ediyordum. O dönem itibarıyla Avrupa'da da baş açık kadına sık rastlanmıyor, yok. Genelde şapka takılıyor. Cumhuriyetin ilanından çok önce mesela Balkan Harbi sırasında yurt dışına çıkan Cemile Sultan'ın torunu Prenses Mevhibe, Avrupa'da giymek üzere kendisine tayyör ve şapka yaptırıyor. Üzerinde çalıştığım "anneanne"nin sıkmabaş tabir edilen bir resmini hatırlıyorum. O dönemin sıkma başı önden bir tutam saçı, kulak ve boyunu açıkta bırakan bir örtü. Hatta bu tarz Avrupa'daki kadınlar arasında da moda.

Yıllardır "anaanneyi" gerçeğe en uygun şekilde tiplemek adına en ince teferruatın peşisıra aylarımı harcamışken; bulduğu herkesin başını örtecek kadar yobaz anlaşılmış olmaktan muztarip oldum. Hiç tanışmadığımız halde, beni başımda başörtüsü Kadıköy Meydanı'nda kucaklamış bu hanımı, bu kadar çileden çıkaran şey Danıştay cinayetinin başörtüsüne ihale edilmesiydi.

Yaşını başını almış biriydim. Sosyal bilimciydim. Yekdil olma özelliğim Allah vergisi bir potansiyele sahip idi. Aynı anda herkesle empati kurabilirdim. Telefonu tekrar çevirdim. "Sizi üzmeyi asla düşünmedim" dedim.

Biraz önceki öfke bir parça yatışmıştı. Danıştay cinayetine ne kadar tepkili olduğunu dile getirdi. Benim de en az kendisi kadar tepki dolu olduğumu söyledim. Siyasi fikirlerinize saygı duyarım dedi. Siyasi fikrimi bilmiyorsunuz ki dedim. Bütün başıörtülülerin bir partinin kayıtlı seçmeni gibi görülmesinden daha kötü ne olabilir!!! Siyasi düşüncem bir partiye ram olmayacak kadar derindir efendim. Sonunda anlaştık. Yeniden. Özür diledi. Hiç olur mu? Estağfurullah. Olur dedi siz de dilerseniz ben de dilerim. Ben yaşlı olduğum için mi dilemeyeceğim?

40 yaşını geride bırakmış adem kızı olarak, bir sosyal bilimci olarak, her şeyden önemlisi de daima kalbimizi bilen Allah diyerek, salih niyetin salih netice vereceğine iman etmiş mümin olmaya gayret sarf eden olarak, yukarıdaki sahneyi en hasarsız şekilde atlatabildim. Ama benden daha genç birisi mesela!? Ne yapardı böyle bir durumda? Yıkılırdı. En hafifinden sürekli savunma psikolojisinin içinde mahpus, ya da öz güvenini yitirerek, başıörtülülerin dışında hiç kimse ile iletişim kuramayacağı bir haleti ruhiye içinde takılı kalırdı.

Dirayetli davranmıştım. O sanatkar hanım benden daha dirayetli davranmıştı. Özür dilemiş, ailesi ile ilgilendiğim için müteşekkir olduğunu bildirmişti.

Velhasıl öfkenin üzerine ilk adımı sevgi ve şefkat ile atma imkanımız elan var.

Fakat yöneticilerin ve kanaat önderlerinin nehre yakıcı ve yanıcı mayi boşaltmaktan bir an önce vazgeçmeleri gerekiyor. Çünkü onlar da bu nehrin içinde. Bakınız gemi demiyorum. Gemi gitti. Gemi BOP projeleri ile birlikte gitti. Şimdi biz burada bizi ayıran nehrin, bizi ayıran değil, bize hayat veren olduğunu görerek başlayacağız. Öfkemizi, korkumuzu yenerek "dün geçti, düne dair söz de geçti, bugün yeni şeyler söylemek lazım" diyerek başlayacağız.


Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi