T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 9 HAZİRAN 2006 CUMA | ||
|
Türkiye, içinde bulunduğu şu sıkıntılı günlerde umutla umutsuzluk, moralle moralsizlik arasında gidip geliyor. Sorunlarının çözümünün büyük ölçüde değişmeye ve yenilenmeye bağlı olduğunu biliyor. Türkiye genellikle yapılacaklardan, yapılması gerekenlerden çok, bunların önündeki engellere konsantre olur, bu engellerle cebelleşir... Peki, yapılacaklardan çok engelleri düşünmemiz neden? Çünkü ataerkil bir zihniyetin, merkeziyetçi bir siyasi yapının egemen olduğu bir düzende, 'fikir' ve 'çıkar' arasındaki ölümcül çelişki pek kolay aşılamıyor. Çıkarın, fikri araç haline getirmesinin önünde durulamıyor. Ve güç merkezlerinin fikir ittifaklarından değil, çıkar ittifaklarından oluşması kaçınılmaz oluyor. Türk siyasi sistemi, Osmanlı'dan bu yana bu ölümcül çelişkinin içinde bir fırdöndü gibi debelenip durur. Sorun, gücün tanımıyla, güce yönelik beklentiyle ilgilidir, aslında. Gücün; devlette yığılı nemaları çıkar sağlama ve cazibe merkezi olmaya yönelik şekilde keyfi ve ilkesiz yolla dağıtma aracı olarak tanımlanmasıyla ilgilidir. Böyle bir "güç tasavvuru"yla alakalıdır. Belki de bunun içindir ki, Türkiye'de çok partili düzen, gerçek anlamda çoğulcu bir yapıyı gündeme getirememiş; bu nemaları yeni beliren gruplara dağıtan ara bayilerin sayısının artmasından, çoklaşmasından ibaret olmuştur. Mesele, devletin toplum tasavvuruyla, toplumda yarattığı beklentiyle siyasete hareket kabiliyeti son derece sınırlı, değiştirme gücü yok denecek kadar dar bir alan bırakmasıyla yakından ilgilidir. Nedenler az çok belli... Belki sonuçlar daha önemli... Önemli çünkü, sonuç, bu ülkede siyaset ve siyasetçinin cemaat anlayışından toplum anlayışına hâlâ geçememiş olmasına işaret eder. Başka bir deyişle, kim ne derse desin, bu ülkede siyasetçinin toplum tasavvuru yoktur. Yani tüm toplulukları farklarıyla ele alan, onların ortak paydasından, etkileşiminden hareketle tanımladığı bir "toplum tasavvuru" bulunmaz, siyasetçinin zihninde. Bunu yeknesak ve muğlak bir bütünü ifade eden, aslında savunduğu cemaatin bizzat kendisi olan (ya da olmasını istediği) millet kavramıyla ya da farklı olanı yok sayan milli irade kavramıyla ikame eder, siyaset ve siyasetçi... Cemaatçi siyaset ise; köylü, kentli, sermayedar, İslamcı, Kürt, laik, kim olursa olsun, belli bir grubun diğer gruplar karşısında ve genellikle diğer gruplar aleyhine yaşam alanının genişletilmesi üzerine kuruludur. Yaşam alanının genişletilmesi üzerine oturan politikalar gücünü kaçınılmaz olarak, bir yandan cemaatin kendi iç yapısından, diğer yandan bu cemaate aktarılacak imkân ve kaynakları denetleyen devletten alır. Sistemin özüyle, yapısıyla, bunların değişimiyle hiçbir şekilde ilgili olmayan; tersine onu olduğu gibi koruyup kendisine yontmaya çalışan kalkınmacı, devletçi, popülist siyasi söylemlerin, devlet içi rant kavgasına, devleti kontrol mücadelesine endekslenmiş siyasi çekişmelerin, savaşların kökü de burada yatar. Ve sonuç olarak, siyasi partilerin demokrasi arayışı, söylemi ne denli samimi olursa olsun, bu anlayışla sınırlı kalır. Bugün değişimi kuşatan zihniyet ve yapı hâlâ bu kavruk zihniyet ve yapıdır.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |