Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
ibaret kalacak?
En sevdiğim mevsimi sorsanız, lafı biraz dolandırıp, "Serin geçen yaz günleri" derim. Biliyorum cevabım doğrudan bir mevsimi işaret etmiyor. Ama benim en sevdiğim mevsim şartları da böyle ara tonlarda bir şeylere tekabül ediyor, ne yapabilirim! Aslında utanmasam daha da uzatacağım. Mesela şöyle: "Serin geçen tekrarsız yaz günleri!" Buradaki "tekrarsız" vurgusuyla, televizyon kanallarının kış sezonunda yayınladıkları dizileri yaz boyu yeniden ekrana sürmelerine olan şiddetli itirazımı seslendiriyorum. Sosyo-ekonomik manzarası Türkiye gibi olan bir ülkede, geniş halk yığınlarının yaz ayları boyunca daha fazla TV izliyor olmaları kuvvetle muhtemeldir. Neden? Çünkü geniş halk yığınlarının ceplerindeki para okullar kapanır kapanmaz soluğu tatil yerlerinde almalarına manidir. Ancak cebinde yeterli parası olmayanların da okulların kapalı olduğu zamanlarda daha fazla boş vakitleri olur. Bu yüzden TV izlemeye daha fazla zaman ayırabilirler. Ayırdıklarına da pişman olurlar. Çünkü yaz ayları boyunca günün büyük bir kısmı kışlık programların tekrarına ayrılmıştır. Bunun böyle olmasının sebebi, kanal yönetimlerinin yazı yayıncılık açısından ölü mevsim olarak görmeleridir. Bu Batıdan devralınmış bir düşünme biçimidir. Yerleşik tatil alışkanlıklarının bulunduğu Batı ülkelerinde yayın formatının bu şekilde düşünülmüş olması normaldir. Ama bizde normal değildir. Büyük çoğunluğu tatil yapma imkanına sahip olamayan ve tek eğlencesi televizyon izlemek olan bir halka bu yapılamaz! Yapılırsa ayıp olur, nitekim oluyor! Bu işin peşini bırakmam Türkiye'de böylesine yerleşik alışkanlıkları sorgulamak kimsenin aklına gelmiyor. Ama ben kararlıyım, bu işin arkasını bırakmam. Gerekirse her yaz bunun gibi bir yazı yazar, dizi tekrarı yapan kanalları canından bezdiririm. Yazı tekrarı, dizi tekrarından daha az bezdirici değildir. Avrupa Yakası bir daha, Şeytan Ayrıntıda Gizlidir bir daha, İkinci Bahar'ın ikinci baharı bir daha... Bu insanlar yaz ayları boyunca gazetelerini açtıklarında, köşe yazarlarının kış boyunca yazdıkları yazıların tekrarlarını mı okuyorlar? Hayatı bir tekerrürden ibaret hale getirmeye kimin hakkı var? Papaz her gün pilav yemez Denebilir ki "Bunlar Türk halkının sevdiği diziler, on kere de yayınlansa izleyici çeker! Türk halkının böyle enteresan halleri vardır. Mesela bizim insanımız yıllar yılı Kemal Sunal filmlerini ellişer kere tekrar tekrar izlemiş, esprileri önceden kestirdikleri halde gülmüş, eğlenmiştir. Bu dizileri de defaten izler, sıkılmaz." Düz mantıkla bu cümleler doğrudur. Hatta bu dizilerin tekrarlarıyla bile magazin gündeminin tepesine oturduklarını biliyorum. Sorun insanların izleyip izlememesi değil sadece. Hani "Papaz her gün pilav yemez" diye dış kaynaklı bir laf vardır ya... İşin sırrı burada... Papaz meclisten dışarı, bu sözden de anladığımıza göre her gün pilav yemek hiç de uyanıklık alameti değildir! (G.Ö.)
Yine mi o eski şarkı!
Akşam yazarı emekli general Kemal Yavuz'un "Kürt kimdir?" (21 Ağustos) başlıklı yazısından: "Kürt kimdir? / Bir önceki yazımızda, bu konuyu yazacağımızı belirtmiştik. Buna gerek duymamızın sebebi, Türkiye'deki Kürtlerin, ayrı bir ırk, ayrı bir insan toplumu, adeta ayrı bir 'millet' olduğu konusunda bütünüyle yanlış ve maksatlı propagandaya -tekrar- cevap vermek ihtiyacıdır..." Yavuz, bize "eski günler"i hatırlatan (yani biraz "geç kalmış!") yazısında meseleyi Kürtlerin kökeni / "Kürt" kelimesi / Kürtlerin lisanı altbaşlıkları çerçevesinde inceliyor. Akşam yazarı bu konuda güvendiği iki "ilmi eser"den alıntılarla meseleyi aydınlatıp yazısını Ziya Gökalp'in (doğrusu "fazla iddialı") şu sözleriyle bitiriyor: "Kürdü sevmeyen bir Türk varsa, Türk değildir. Türkü sevmeyen bir Kürt varsa, Kürt değildir" sözleriyle bitiriyor. Yavuz'un temel tezini tahmin ediyorsunuzdur muhakkak: Kürtler, sonuç olarak, köken ve lisan bakımından Türk soyundan gelmektedirler... Söylediğimiz gibi, Yavuz'un yazısı bizi ister istemez "eski günlere" götürdü. Allahım neydi o tartışmalar; "Kürt"ün Türk, "Kürtçe"nin bir dil olmadığının ispatlanmaya çalışıldığı o yazılar neydi öyle... Yani sonuç olarak, Yavuz'un yazısı epeyce "nostaljik" bir tad veriyor okura...
Ahmet Turan Alkan'ın kaleminden
"İnsanları korkutmak gibisi yoktur; korkutarak yönetmek veya korkuları yönetmek, iknâdan ve mantığa hitab etmekten daha etkili. "Vaizler niçin genellikle galeyânı hatırlatır bir ses tonuyla, yüksek perdeden, çoğunlukla bağırarak ve azarlama üslûbuyla hitâbeti severler" diye düşünceye daldığımda vaizin ne söylediğini artık dinlemiyordum bile. Merkezden diğer camilere dağıtılan yayını ses mühendisleri analiz etseler % 90'ı insan sesiyle ilgisi olmayan mâdeni hışırtı ve parazit gürültüleri çıkar. Zor mudur; artık dijital yayın diye bir teknoloji var ve gün geçtikçe ucuzlayıp yayılmakta. Yayın teknolojisinde terfî kolay, mikrofonun önünde konuşacak adamları bulmak o kadar kolay değil. Cuma vaazlarını ve minberden irad edilen hutbeleri daha yüksek, gönül doyurucu, müşfik ve latif bir edâya büründüremez miyiz? (...) Vaizlerin cemaate hitab tarzı niçin hep i'tab edici ve azarlayıcı tondadır? Şefkate davet ederken bile suçlayıcı bir edâ, vaaz retoriğinin en klasik unsuru haline gelmiş. Cemaatin suçunu kabullenir edâda başını öne eğmesini zımnî tasdik saymayınız; Râşid halifeler devrinden sonra mescidde itirazda bulunmayı günâh ve i'tizal sayan bir gelenek kökleştirmişiz. İtiraz etmezler ama içlerinden neler geçtiğini nerden bileceksiniz? Cemaatle diyalog yok; cemaatle fikir alışverişini kolaylaştıracak bir an'anemiz de yok; biz söyleriz onlar dinler ve itaat ederler veya öyle görünürler. Camilerimiz temiz midir; değildir. Temiz tutmak zor mu; değil. Bu lâzıme güzellikle izah edilse yevmiye üç kere koca mescidi başından sonuna tozunu alıp gıcır gıcır silecek bir hazır kıta cemaati (Mescid horozları!) vardır her câminin. Şevk ile aşk ile yaparlar. Dünyanın ayakkabılığını yapıp koysanız, yine de bazıları pabucunu kapı önüne bırakır; mutlaka evine girerken de öyle yapıyor olsa gerektir diye düşünürüm. Zor mudur; izah edilmesi lâzım, birkaç ay üzerinde durulup tekrar edilmesi halinde düzelir bu işler..."
Son MGK bildirisinin 'dili'ne ilişkin
"(...) MGK bildirisini okuyunca, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in kaleminden çıktığı izlenimini veren bir bildiri çıktı. 20 yıldır çiğnene çiğnene tat vermeyen sakız haline gelmiş bir yığın "klişe" nin yer aldığı, Ahmet Necdet Sezer Türkçesi ile bezenmiş bir metin. "Ulusun bağımsızlığı ve tümlüğü" ibaresi. Hiç "ulusun tümlüğü" diye bir kavram kullanıldığını bugüne dek duydunuz mu? Hangi "devlet metni"nde böyle bir sözcük kullanımına rastlanıldığını hatırlayanınız var mı? Ayrıca, "devletin temel amacının dil, din, etnik köken, cinsiyet ayrımı gözetmeden kişilerin ve toplumun gönenç, huzur ve mutluluğunu sağlamak olduğu" da ifade ediliyor. Gönenç sözcüğü kulağa hoş geliyor gerçi. Ancak, Sezer'siz bir MGK toplantısından çıkabileceği de kuşkulu bir sözcük. Pek, "devlet metinleri"nde görmeye alışık olmadığımız bir sözcük..." Cengiz Çandar, D.B. Tercüman
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |