Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
Yaşamadan anlaşılmaz; yaşam yaşanmalı!
Kirlenmemenin kirden münezzeh olanlara, arınmanın ise yazgısı kirlenmek olanlara özgü olduğu bilinince, bizlerin kirlenmemekle değil, arınmakla mükellef olduğumuzda kuşku kalır mı? Kalmaz. İlk elde basît olana, elinden gelirse daha basît olana, mümkünse en basît olana ulaşmak ihtiyacında olan insan'ın çabaları, aslında hep birleşik olan'dan olmayana ulaşmak için... Arınma'nın bir diğer anlamı da bu değil mi zâten?! Hakikate ulaşmak, hakikatin sahibi olmak, gerçekte hakikatin sıfatlarıyla muttasıf olmak, yani bizâtihi 'hakikat' haline gelmek demektir. "Ben hakikatim!" (Ene'l-Hakk) demeye liyakat kazananlar, uzakta bulunan bir hakikati ellerine geçirdikleri veya ele geçirdiklerini düşündükleri hakikat sıfatını giyindikleri için "Ben hakikatim" demiyorlar; aksine hakikatlerini farkettikleri, kendilerinde bulunan hakikati bir kez daha ve kendi elleriyle buldukları için böyle diyorlar, diyebiliyorlar. Varolanların çokluğu, çeşitliliği, karmaşıklığı esasen 'birleşik' (mürekkeb) olmalarından... Özünde basît olan insan ruhunun, birleşik olanla her karşılaştığında onu basîte irca etmeye çalışmasının temel nedeni de bu... Elinde olmaksızın düşünme böler, yarar, ayırır, karşılaştırır, ister istemez derine, daha derine, hep en derine ulaşmak için kendini paralar durur. Birleşik olanda sükûnet bulamaz; birleşik olanı cüzlerine ayırmak ve tabiatıyla yormak/yorulmak zorundadır. Birleşik olanların (mürekkebâtın) felsefî ve kelâmî açıklamaları, erbabının bildiği üzere, klasik Felsefe ve Kelâm metinlerinde sayfalar, hatta ciltler boyunca açıklanmakta... Fakat işin bir de tasavvufî ciheti var ki kavramların ve terimlerin bu noktada pek yararı olmuyor; zira mürekkebâtın özüne nüfuz sözkonusu oldukda, tâlibin 'bilmek' (ilim) mertebesinden 'tanımak' (irfan) mertebesine geçmesi de gerekiyor. Hani "Anlatmakla olmuyor, yaşamak lâzım!" denilen hâller vardır ya, bu cihet de o ahval ile hâllenmeyi zaruri kılıyor. Lâkin ustalarımız bilmeden tanımakta hep bir eksiklik bulmuşlar ve talebelerine ne yapıp edip önce ilim ehli arasına girmelerini tavsiye etmişlerdir. Hâllerini kağıda dökmelerinin, düşüncelerini yazmalarının en temel sebebi de budur. İfade istifade içindir; dolayısıyla ilim de kâfi değildir ve fakat lâzımdır. Öğretici bir misâl olması bakımından Abdülkerîm Cilî'nin (öl. 1428) "Meratib'ul-Vücud" adlı risalesinde mürekkebâta dair yapılan izahâta bakılmasını tavsiye edebilirim. [Bu değerli risale Abdülaziz Mecdi Tolun (öl. 1941) tarafından vefatından bir yıl önce, 1940'da Osman Nuri Ergin'e (öl. 1961) dikte ettirilmek suretiyle Türkçe'ye çevrilmiş olup yazma halindedir.] Cilî hazretleri, varlığın mertebelerinden 22. mertebe'yi açıklarken mürekkebâtı mümkinâta hasredip bunları da altı kısımda inceliyor: 1) mürekkebat-ı ilmiye, 2) mürekkebat-ı ayniye, 3) mürekkebat-ı sem'iye, 4) mürekkebat-ı cismaniye, 5) mürekkebat-ı ruhaniye, 6) mürekkebat-ı nuraniye. Özetlemeye çalışırsak, mürekkebât-ı ilmiye bilinen'in (malum'un) bilen'de (âlim'de) mevcut suretlerinden (ilim) ibaret olup dış dünyadaki nesneler birleşik olduğu için onların suretlerinden herbir suret bilen'de de birleşmiş olarak bulunur. Dolayısıyla bilen'in bilmek için dış dünya'daki bilinenenlere ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç ise esasen onun için bir zaaf değil, kemâle ulaşmak için bir imkândır. Cilî hazretlerinin bizi burada doğrudan ilgilendiren bir tesbitini, teknik detaylardan sarf-ı nazarla aktarmak isterim: - "Bizim izah ettiğimiz bu mesele içinde ecsamın sırr-ı imtizacı da bildirilmiştir. Çünkü ervah (ruhlar), kemalâtını âlem-i ecsam vasıtasıyla iktisab eder." Yani? Yanisi şu: - "Görmüyor musun bir kimse anasından âma olarak doğsa, onun ruhu renklerin keyfiyetini mubsıra ile iktisab olunan hilkatin güzelliğini bilemez. Öyle olduğu zaman sun'-ı ilahî'ye ait ilimden bir nev-i kemali fevtederek ölmüş demektir. Bir kimse sun'-ı ilahî'den ne kadarına cahil ise, kemâlden o mikdarına da cahildir demektir. Kezalik bir kimse sağır olarak yaratılsa, o kimse peygamberlerin ve peygamberler vasıtasıyla gelen şeriatlerin cüzlerini bilemez. Bu kimse de öldüğü zaman sağırlığının mâni-i iktisab olduğu kemalâtı fevtetmiş olur. Halbuki sağır olan kimse sâmiasından başka âza ve havassına ait kemalâtı iktisab etmiştir." Demek oluyor ki düşüncenin hakkını vermek için duyguların hakkını vermeli; duyguların hakkını vermek için de önce duyuların hakkını vermeli... Diğer bir deyişle basît olana, daha basît olana, en basît olana ulaşabilmek için, her ulaştığımız basîtin aslında birleşik olduğunu görmeli, birleşik olanı kendi libâsı içinde tanımaya çalışmalıyız. Bakmadan görülmez. Önce bakmalı ve fakat orada kalmayıp baktığımızı görmeyi de denemeliyiz. Dünkü yazımızda işaret ettiğimiz şu noktanın artık hakkını verebiliriz sanırım: - Birleşik olanların (mürekkebâtın) dünyasında birleşik olmanın bedelini ödemek zorundayız; üstelik seve seve ödemek zorundayız. Çünkü Hz. İnsan kemâlini bir tek çıkmakla değil, inmekle de kazanıyor. Çamura bulanmayanın arınmak için çabalamasının ne anlamı olabilir ki?!? Arınmak kavramı, bizzat kendi içinde kirlenmeyi, kirlenmiş olmayı da barındırıyor. Çünkü ancak kirlenebilenler arınabilirler; yani arına-bilmek için kirlene-bilmek gerekiyor. Burada her iki sözcüğe de "-bilmek" ekinin eklenmesi, insanda böyle bir yetinin, bir kabiliyetin mevcut olmasına işaret etmek ihtiyacından ötürü. Bu yüzden bir insan, evet bir tek insan hem kirlenmeyi, hem de arınmayı bilir. "Her zorlukla birlikte bir kolaylık var"ın anlamını sormuştun; bak işte söyledim.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |