|
|
Korkulan din mi bilgisizlik mi ? Bahanesi ne olursa olsun aslında bilinçsizce dine karşı gard alışla karşı karşıyayız. Bu gard alış bazen dünya görüşü olarak birbirine hiç yakın olmayanları da yan yana getirebiliyor. Din ve din adamı deyince sadece ölmüş dindara sığınan bazı siyasi parti mensupları mücadele ettikleri din anlayışıyla neye karşı çıkıyorlar?
Her fırsatta misyonerlik faaliyetlerinden rahatsızlık duyanlar, bazı sözcüleriyle 'Din elden gidiyor' diyenler, misyonerliğe karşı koymanın en etkili yolunun, kaynağından ve emin ellerden, sağlıklı din eğitim ve öğretiminden geçtiğini bilmiyorlar mı? Satanizm, alkol ve uyuşturucunun, ilköğretimin birinci kademesine kadar indiğinden rahatsızlık duyanlar çözüm olarak neyi öne sürüyorlar. Din deyince sadece başörtüsünü algılayanların üniversitede gençlere din eğitimi ve öğretimi taleplerinin olmayışı geleceği görememe midir, yoksa üniversiteye girişteki despotluk aşılamıyorsa gerisinin ne önemi var anlayışı mıdır? Dinin model olarak önümüze koyduğu insanın yetiştirilmesinde en önemli faktör olan imam ve öğretmenin hem ekonomik hem de nitelik sorununun olması tesadüf müdür? Yabancıların dizi ya da filmlerinde bir tane hata yapan din adamı yanında, yüzlercesi örnek insan olarak takdim ediliyorken, biz de imam ve öğretmenin çoğunlukla aşağılanması bir kader midir, yoksa misyonerler senaristler üzerinde daha etkin mi çalışıyorlar? Hiçbir dinin mensupları tarafından o dinin kıyafetleri aşağılanmayıp, hatta kutsanıyorken, bizde İslam'a has giyim kuşamla, sakalla nüfus kağıdında dini İslam yazan ve Müslümanım diyenler tarafından alay ediliyorsa, bunu dışımıza nasıl izah edebiliriz. İnsanların yaptığı hatalar, yapana göre tanım kazanıyorsa, zengin ya da bir sanatçı yaptığında çağdaşlık, fakir ya da herhangi biri yaptığında zina olarak yansıtılıyorsa bu hangi dinin gereğidir ya da kimler böyle bir din oluşturma yetkisini kendinde görüyor? Bu soruları bir şekilde çoğaltmak mümkün. Ama kanaatimce insanlar bir şeye karar vermeliler. Önce yaşayayım, yaşamayayım bu din benim dinim demelidir. Bu kişilerin kendine göre din oluşturma yanlışlığını bitirecektir. Burada kabul vardır. Burada kendimiz yapmasak bile dini olduğu gibi görme ve kaynağına; Kur'an'a, Allah'a saygı vardır. Burada inanmamaya (Ateizm) ve diğer dinlere (Hıristiyanlık, Budizm) karşı bir tercih vardır. Bu tercih O'na sığınma olmalıdır. O'ndan geleni eğip bükme değil. Aslında bu tercihi sağlıklı yaptığımızda diğer konulara bakışımız da kolaylaşacaktır. Vatan anlam kazanacaktır. Çünkü korunmasında şehitlik vardır. Bayrak anlam kazanacaktır çünkü bütün alt kimlikler inanç değerleri besleyecektir. Hayır hasenat anlam kazanacaktır çünkü ötelerin ötesine yolculuk vardır. Yapılan her iş (iyi-kötü) ciddiyet kazanacaktır. Çünkü kayda geçmektedir, hesabı vardır. Çalışmak anlam kazanacaktır çünkü M. Akif Ersoy'un deyimiyle, 'Ya semer, ya da eser kalacaktır', eser bırakmak ölümsüzlüktür. Özgürlük taleplerinde ırka karşı olma, ya da ırk için mücadele manasız kalacaktır. Çünkü üstünlüğün ırkta değil, Allah'a yakınlıkta olduğu görülecektir. Görüyoruz ki sorun olarak karşımıza çıkan, çözümü çoğu kere imkansız gibi gözüken konuların büyük çoğunluğunu kısa yoldan çözmek mümkün. Bize düşen değerlerimizin kıymetini bilmek. Devlete düşen sosyal olmak, tarafsız olmak, taraf olunacak yerde vatandaşı adına pozitif ayrımcılık yapmaktır. Burada en büyük sıkıntıyı laikliğin tanımında ve uygulamasında yaşadığımızı görüyorum. Laikliğin oluşum serüvenini iyi tahlil etmek lazım. Laikliğe niçin gerek duyulmuştur? Hangi dinin hangi uygulamaları böyle bir zarureti doğurmuştur? Tanımı net olmayan, kişiden kişiye değişebilen laikliğin; inanç ya da inançsızlık hürriyeti kavramından Hıristiyanlık ve Yahudilik hürriyetine dönüşüyor olması kimleri memnun ediyor. Daha doğrusu kimlerin ekmeğine yağ sürüyor. Kendi yavrularımızı kaliteli din eğitimi ve öğretiminden kendi elimizle mahrum bırakmak üzüntü vericidir. Laiklik Batı'da dini yaşamak için hoşgörü olarak kullanılıyorken, biz de dini yasaklamaya ve yasaklayanlara (yüce gayelerine!) hoşgörüye dönüştürülüyorsa ciddi bir problem var demektir. Laiklik başta olmak üzere hiçbir kavramın tanımı ve uygulanması inanç özgürlüğüne kısıtlama getiremez. Bilakis laiklik inananın inancını açıklama ve yaşamasının; inanmayanın da inanmamasının teminatı olmalıdır. Bunun dışında yapılacak her tanımın bir yönü eksik demektir.
Tekerleme kimlikler: AVRUPALILIK, ASYALILIK vs...
Türklerin Avrupa'ya dönüklüğü, geçmişte fragmanter biçimde var olsa da, en belirgin biçimde cumhuriyetin kuruluşunda somutlaşan yenilenme hareketinin bir sonucudur. Geleneği ve inançları kendi için yenilenmediğinden yaşama ihtimali sıfırlanmış bir toplumun iyi-kötü terapilerinden sadece biridir muassır medeniyete seviyesine çıkma mefküresi. Milliyetçilik, ulus-devlet yaratma da diğer bazıları... Dolayısıyla, türklerin avrupacılığı, bazı istisnai kişilikler hariç, bir aidiyet duygusu barındırmaz, daha çok işlevsellik içerir. Avrupalı gibi üretken, aklî ve müreffeh olarak yeryüzünde yerini ve konumunu güçlendirme çabasından ibarettir. İşin ilginç yanı, Avrupa Birliği ile ilişkiler pek kalıcı bir ortaklık arzusu taşımıyor gibidir. Bir yola çıkılsın, bu arada ülkemiz kendi kendini revize etsin, toparlansın ve saat gibi işleyen bir makine haline gelsin, ne yapılacağına o zaman karar verileceği hemen herkesin aklının bir köşesinde bulunuyor. Dolayısıyla, avrupa fikrine yüklenmiş işlevsellik devam ediyor. Ancak, ilişkilerin daha da sıklaşacağı ve Türklerin bir dönüşüm yaşayacakları süreçte geriye dönüp baktıklarında kendilerini tanıyıp tanıyamayacakları korkusu da bir yandan alttan alta yaşamaya devam etmektedir. Avrupa üzerine farklı düşüncelerin Türk entelijansiyesini tamamıyla etkisi altına aldığı bir sırada, Ahmet Mithat Efendi'nin Paris fuarına katılmak için yaptığı yolculuk esnasında içine düştüğü aşağılık kompleksini hatırlamak oldukça öğreticidir. Bir entelektüel olarak, bütün kişisel kapasite ve birikiminin bittiği görülür anlatılarında... Bu öylesine açıktır ki, okuyucunun içini bir burukluk, hatta bir tiksinti kaplar... Ahmet Mithat, zincirini tutan efendisinin peşisıra neşe içinde koşan küçük zavallı bir fino gibidir. Algıları kapalı, geçmiş ve gelecek arasından sıkışmış, analiz yeteneği uçmuş, bunların yerini hayranlık almıştır. O artık bir münevver değildir. En uygun yerde olmasına rağmen, bugün yararlanabileceğimiz hiçbir gözlemde bulunamamaktadır. Ahmet Haşim ve Mehmet Akif'in Almanya seyahatlerinin de de aynı haleti ruhiyeye sahip olduğunu görüyoruz. Ancak Ahmet Mithat'tan epeyce, Ahmet Haşim'den ise bir ölçüde farklı olarak, aktivist Akif ruhunu teslime razı değildir. Müzakerelerin başlaması, "evet biz de Avrupalıyız" tekerlemesine bazı mekanlarda hız kazandıracak gibidir. Bu tekerlemenin toplumun genelinde bir karşılığı olmadığında ise kuşku bulunmuyor. Ancak, sorun bu noktada değildir. Daha çok, karşıt tekerlemenin ne olacağı ve içeriği konusunda gizlidir. Bu tekerlemeye karşı ne üretilebilir? "Biz Asyalıyız" mı yoksa "biz Doğuluyuz" mu? Diyelimki her ikisinin de kullanımı mümkündür. Peki, bu iki afirmasyonun içeriği nasıl doldurulacaktır? Bir defa, "Asyalı" olmak Avrupalılık gibi bir ölçüde mütecanis bir topluluğa ait olmak anlamına gelmiyor. Birbiriyle ilişkisi olmayan kültürler, dinler ve farklı dil aileleleri içeriyor Asyalılık. Ortak bir medeniyet iddiası namevcut. Bu yetmiyor gibi, Asyalıların belirgin vasfı Avrupa modernizminin etkisi altında acemi bir ressamın tabloları gibi şekillenmişliktir. "Doğulu" olmaya gelince, burada herşeyden önce bir biçimde ortaya çıkan kuzey-güney çelişkisi diğer bir söyleyişle yoksul-varsıl ilişkisi içinde hapsolunumuş olunuyor. Henüz geleneğin gücünü en "kadim" haliyle sürdürdüğü kabileler, aşiretler ve derebeylerinin ürettiği devletler ile insan kitleleri arasında güçlü çatışma ve çelişkiler var. Neredeyse İbni Haldun'un bıraktığı yerde bekleniliyor. Türkiye büyük ölçüde aşmış olduğu bu çelişkilere geri mi dönecektir? Hâlâ yaşayan bir niteliğimiz olan, güçsüz ve yoksula karşı duyulan merhamet hissi ve herkesin şikayet ettiği kurulu düzenimiz neredeyse yarı yarıya bu ilkel yapıyı taşıyor olması dışında bu coğrafyada yerimizin olduğu kuşkuludur... Güneydoğumuz'da aşiret ilişkileri neredeyse geçmişte olduğu gibi yaşıyor. Güçlü ve kişilik sahibi bireylerden korkumuz, bu sosyolojik aidiyetleri güçlendiriyor ve zayıf insanları sığınacakları yalancı limanlara sürüyor. Bir millete ait olma ve bir devletin yurttaşlığı, ezik ve sindirilmiş bireylerin etnik aidiyet duygusunun gücü karşısında değerini yitirme tehlikesi taşıyor. Geriye kalan tek tekerleme "Müslümanlık"tır. Peki bu tekerlemenin içeriği ne ölçüde sorunsuzdur? Sebebi ne olursa olsun, bir kimlik olarak Müslümanlık, yaklaşık üçyüzyıldır Müslümanlar arasında birleştirici bir unsur olmaktan uzaklaşmıştır. Bir defa, herkesin Müslümanlık'tan beklediği aynı şey değildir. Bir kesim, geçmişe öykünmeci bir biçimde bakarken, toptancı bir yaklaşım geliştirerek, Müslümanlar arasında çelişkilerin üzerini örtmekte direniyor. Diğer bir kesim, içi tamamıyla boşaltılmış bir Müslümanlığın, Avrupa karşısında sadece asimilasyona engel olmasını umuyor ve hatta buna inanıyor. Radikal kesimler ise azınlık psikolojisi içinde geniş destek bulmaktan ümitlerini kesmiş biçimde şiddet eğilimleri geliştiriyorlar. Şiddetin dozunu artırdıkları ölçüde geniş kitlelerin endişeli hatta düşmanca bakışlarını güçlendirmek gibi bir paradoksu besliyorlar. Daha akılcı bir kesim, dinin bireysel alanda doyasıya yaşanmasını savunuyor ve böyle bireylerden oluşmuş bir toplumun açık bir amaç taşımaksızın doğal biçimde üretecekleri ortak kültür ve yaşayışı müslümanlık adına onamaya hazır görünüyor. Biliyorum, bu durumda elimizde kalan nedir diye bir soru kaçınılmaz olarak karşımızdadır. Benim cevabım basittir: Her koşulda ayakta kalmayı başaracak güçlü bireyler oluşturmak zorunludur. Bir yanılsama olmaksızın, maddi ve manevi varlığı konusunda kendi iradesinin yetkinliğine inanmış, ayakta kalmak için bilgiye ihtiyacı olduğunun farkında bireylere muhtacız. Bunlar, seçimleri ne olursa olsun, bir aile, bir cemiyet ve nihayet bir ülke içinde koruması gerekenler olduğunu fıtrî biçimde algılayan bireylerdir. İnsanın doğasını serbest bırakmalıyız. İnsan tabiatı değişmezdir. Bu tabiat geçmişte ortak aklı ile neyi seçmişse bugünde aynı değerde seçim yapmaktan aciz değildir. Devlete ve yöneticilere düşen tek olumlu görev, insan tabiatının normal süreçleriyle dışa vurumunun önünde bulunan suni engelleri kaldırmaktır.
Peki bu sonuç, yukarıda şimdinin geçerli tekerlemesi olarak nitelediğimiz "avrupalılık" karşısında bir alternatıf tekerleme oluşturmakta mıdır? Kuşkusuz hayır! Ancak, o kadar zamandan beri kıstırılmış bir toplumuz ki bekleyip görmekten başka çaremiz yok! Ayrıca, ümitsizlik insan tabiatına aykırıdır.
|
|
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon Ramazan | Arşiv | Bilişim | Dizi |
© ALL RIGHTS RESERVED |