T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
R Ö P O R T A J | 11 ARALIK 2005 PAZAR | ||
|
Müzik yazarı, radyo programcısı, dizi oyuncusu, reklâm yıldızı, haber programı sunucusu... "Kaleminden, çenesinden, etinden, yağından, sütünden ve kürkünden istifade edilebilen ideal medya kahramanı türü"nün son dönemlerdeki en verimli örneği o. Ancak, benzerlerinden çok önemli bir farkı var ki o da gerektiğinde gayet "siyasallaşabilmesi"...
Arkadaşımız Ali Murat Güven, gününde yakalandığında muhabbeti tadından yenilmeyen bu modern zaman meddahı ve en az onun kadar şan şöhret sahibi olmuş göz kamaştırıcı göbeğiyle son dönemlerin en renkli söyleşisini gerçekleştirdi. Huzurlarınızda, necip Türk milletinin semiz çocuğu, "Yeni Kadirizm"in müstesna temsilcisi Kadir Çöpdemir...
- Sayın Çöpdemir, öncelikle... - Ba ba ba! Yeni Şafak'tan gelmiş ya, ağır abi tabiî... Diğerlerine hayatta benzemez. (Program kameramanına seslenerek) Görüyor musun Cem, mevzuya nasıl da TRT-2 tartışma programı modunda giriyor!
- Yok hayır, nabız yokluyorum şu anda. Acaba mâziden hâlâ belli bir hatırımız var mı diye. Aldığım elektriğe göre bir tutum belirlemek durumundayım; ciddi olmam dayatılırsa o durumda röportaj boyunca çok ciddi takılacağım. Yok eğer, "Rahat ol" sinyali gelirse de bildiğim gibi soru soracağım. - Rahat olunuz aziz kardeşim. Zatıâlinizin de memleketimizin medar-ı iftahar mevkûtelerinden Yeni Şafak'ın da şu fakirin başının üzerinde yeri vardır.
- O hâlde soruyorum, sıkı dur! Öncelikle, eski söyleşilerinden birinde aynen şöyle dediğini okudum: "Ben gençliğimde bir dönem sıkı solcu oldum; ama Allah'a derin bir muhabbet duyduğumdan ötürü bu maya tutmadı." Bu bir...
- Çok damardan bir başlangıç oldu bu yahu... Ama önemli bir mevzu, bütün olanı biteni anlatmam lâzım. Madem ki öyle, madem ki bu kadar direkt girdin olaya, o hâlde şimdiye kadar anneme bile anlatamadıklarımı ilk kez sana anlatacağım. Camiada "Vay be bu adam da elden gitti" gibi bir serzeniş varsa, o hâlde entelektüel kesimden bütün kalbimle özür dileyerek durumumu açıklığa kavuşturmak mecburiyetindeyim.
- Hmmm, demek hâlâ solcusun. Bu gerçekten de rahatlatıcı bir haber, ama son dönemlerdeki hâlin pek öyle göstermiyor. Ayrıca bu topraklarda "orta" diye bir şey yoktur, hiçbir zaman da olmadı. Olsaydı zaten 12 Eylül darbesi gerçekleşmezdi. Bizler, insanların yollarının mahalle girişlerinde kesilip kendilerine pat diye "Sağcı mısın, solcu mu?" sorusunun sorulduğu, o anda cevabı doğru tuturamayanların oracıkta öldürüldüğü bir dönemin çocuklarıyız. Bu yüzden ayrıntılı olarak anlat bize, ne demek oluyor bu karışık manzara?
- Bilenler bilir; 1980'lerin başlarından bu yana çok ciddi ve kendi içinde gayet tutarlı bir sol çizgi izledim ben. 12 Eylül darbesinin hemen ardından yaşanan o buhranlı günlerde binbir zorluk içinde üniversiteyi kazandım. Memleketim Eskişehir'den İstanbul'a geldim ve İstanbul Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu'nda okumaya başladım. O zamanlar öylesine garip bir Türkiye'de yaşıyorduk ki. Okula koltuğunun altında Cumhuriyet gazetesiyle gelmek bile gerektiğinde sivil polis tarafından alınıp götürülme gerekçesiydi. Başka şeyleri bırak yani. Bir yere çaktırmadan duvar yazısı yazmayı ya da afiş yapıştırmayı falan kastetmiyorum. Bir Nazım şiirini cepte bulundurmak üç gün nezarette kalmak için yetip de artıyordu. O dönemdeki siyasî duruşum nedeniyle, muhataplardan yenilmesi gereken her türlü dayağı da yedim, gözaltına da alındım, toplumsal hayatta ve devlet dairelerinde çekilmesi gereken bütün sıkıntıları da çektim. 1980'lerin başlarında henüz evlerinin bahçesinde kısa pantolonla top oynayan bazı genç arkadaşlar benim nasıl bir atmosferden söz ettiğimi anlayamayacaklardır doğal olarak. Ama o atmosferi yaşamadılarsa, o zaman biraz daha vicdanlı davranmayı da bilecekler. Gözlerini doğrudan doğruya -Türkiye'nin çok ciddi demokratik açılımlar içinde olduğu- şu son dönemde dünyaya açmış, Taksim'deki bir kafede kapuçinosunu yudumlarken, beni, "Dönmüş len bu herif" diye kendince tefe koyan arkadaşların azıcık daha akıllı olmayı öğrenmesi gerekiyor. Bunların rahatça atıp tutabilmek için en azından benim yediğim kadar cop yemesi bir ön koşul meselâ...
'Aslanlar gibi DGM'de yargılandım'
- 1980'lerin başlarındaki ortamı tasvir eden saptamalarına katılmamak olanaksız. Sağ ya da sol görüşlü olsun, "ot" olmayı kabul etmeyen, güncel siyasî olaylar üzerine kampüste görüş beyan eden her öğrenci, çevrede dolaşan sivil ve resmî polislerin nazarında potansiyel birer teröristti. Şimdiki gençler ise toplumsal olaylar sırasında polise doğrudan kafa tutuyorlar. Oysa ki sözünü ettiğin dönemlerde bir memura üç saniyeden daha uzun süre bakmak, keyfî bir gözaltına alınma nedeniydi.
- Hislerime ne kadar da güzel tercüman oluyorsun! Velhasıl, günümüzde sık sık karşımıza çıkan "tiki" modeli arkadaşların, Çisil'lerin, Berke'lerin, Çükütay'ların anlayabileceği bir dünya değildi o. Düşünce suçundan dolayı aslanlar gibi DGM'de yargılanmış bir adamım ben. Sonunda beraat etmişim, o ayrı. Ama DGM yargılamasından geçmenin bir de arka planı vardı. Bunu da bilenler gayet iyi bilir.
- Ama şöyle bir yeni gençlik modelinin varlığını da yadsıyamazsın herhalde. İlerici, aydın ve çağdaş kişi, eşittir ateist, eşittir müzmin muhalif, eşittir toplumla kökünden uyumsuz... Yok mu böyle bir model Türkiye'de?
- Var elbette. Bunlar, 1970'lere ve kısmen de 80'lere damgasını vuran fosil bir bakış açısının tortuları aslında; büyük ve trajik bir yanılsamanın son çırpınışları. Ama dünya artık hayata bakış olarak, siyasal olarak, ekonomik olarak öylesine farklılaştı, öylesine başka noktalara taşındı ki bu tip değerlendirmeler hem çok ucuz, sığ ve basit kalıyor, hem de hayat denilen karmaşık yapıyı kavrayamıyor. Hayatın bambaşka cümleleri var artık. Allah'ına da inanırsın, sol tandanslı da olabilirsin. Dünyanın şu anda geldiği nokta budur ve bu insanın ruhunda asla bir tezat oluşturmaz. Çünkü 80'lerde yalnızca bizde değil, bütün dünyada büyük bir kırılma yaşandı. Sistemler, bloklar, liderler değişti, o güne dek doğru bilinen pek çok şey çöktü ve bambaşka bir yere doğru gitmeye başladı dünya...
'Dönüşmek, döneklik değildir'
'Seviyemiz buysa, o zaman Semra Hanım'a aynen devam!' - Şimdiki konu başlığımız, şu şanlı rating olayı... Gayet iyi hatırlıyorum, bundan birkaç yıl önce, Türk televizyonculuk tarihinde kara bir gün yaşanmış ve "Keloğlan" adlı, sapır sapır dökülen eski bir film ülke çapında tüm gün izlenme birincisi çıkmıştı. O gün henüz aklını yitirmemiş bir çok Türk vatandaşı gibi ben de kendi kendime şu soruyu sormuştum: "Toplumumuzun bilgi birikimi ve beğeni düzeyi bu mudur?" Bir sürü başarılı çalışma, ölçüm makinelerinin kurulu bulunduğu topu topu bin dolayındaki ev o gün başka şey izledi diye iki-üç hafta sonra yayından kaldırılıyor. Televizyonlarda belgesel yok, nitelikli yarışma ve müzik programı yok, adam gibi film yok; nitelikli olanın da bu ölçüm sisteminde hiçbir karşılığı yok. Ne diyorsun rating ölçümleri hakkında? Varoşlardaki alıcılara bağlanmış bu bin küsur makine "Kurtlar Vadisi"ni zirvede gösterdiği için, biz de ömrümüz boyunca televizyonu her açtığımızda Polat Alemdar tarzı kahramanların acıklı oyunculuklarını mı izleyeceğiz?
- Abicim, öyle sorular soruyorsun ki yıpratıyorsun beni, inadına inadına can evimden vuruyorsun! Aslına bakarsan, ben de bu rating mevzusunun pençesine düşmüş mağdurlardan biriyim. Türkiye'de televizyonculuk yapılırken artık iyice demode olmuş bir Yeşilçam mantığından hareket ediliyor. Deniliyor ki "Halk nezdinde popüler olabilecek ürünler mutlaka kalitesiz olmalıdır, kaliteli ürünler halka asla ulaşamaz." Hayır efendim, bir iş hem çok kaliteli, hem de çok popüler olabilir! İyi işler de doğru bir damar yakaladığında pekâlâ rating yapar. Bir işin popüler olmasına engel değil ki kalitesi. Ya da popüler bir iş illa da estetik ve teknik açıdan sapır sapır dökülecek diye bir kural yok. Rating dedin, çok haklısın. Biz şimdi bir dizi yapıyoruz, sana yemin ediyorum, her gece uykularım kaçıyor, mide ağrısından kıvrım kıvrım kıvranıyorum. Çünkü ben o çalışmanın yazar grubunda da yer alıyorum ve sürekli olarak doğru damarı yakalamak zorundayım. Bu yüzden allak bullak oluyor bütün hayatım. Cumartesi mi gösteriliyor dizi, pazar ya da pazartesi günleri -rating raporları geldiğinde- midemize kramplar giriyor. Öyle bir psikolojiye bürünüyoruz ki anlatamam. Ratingleri gösteren o liste hayatımızın ve sanata bakışımızın tam merkezine oturuyor. Ruhum çatlıyor bu durumdan dolayı... - RTÜK'ün ölçmesi daha uygun olabilir mi? Sosyo-ekonomik ve kültürel düzey açısından ülke sathına daha homojen biçimde dağıtılmış, daha fazla sayıda makineyle meselâ... - Ha, bak o gayet güzel olabilir. Zaten RTÜK'ün de AB'ye uyum sürecinde program içeriklerine karışan ve sık sık ceza kesen bir kurum olmaktan ziyade, bu tür teknik konularda herkesin kararlarına saygı duyacağı bir hakeme dönüşmesi gerekiyor. Çünkü artık içeriğe yönelik yargılamayı halkın bizzat kendisinin yapması gerektiğini düşünüyorum. Herhangi bir kurumun, özerk ya da değil, neticede devletle organik bağı bulunan bir kurumun bu işi yapması çok ters bana göre. Biri çıkıp da kötü bir iş yapmışsa, necip Türk milleti derhal kanalı değiştirsin. Tepkilerini de telefonla, faks ile, mail yoluyla o yapımcıya iletsin. Kanalı değiştirmiyor, değiştiremiyorsa, o zaman bizler de bu milletin hak ettiği, istediği, sevdiği budur deriz ve hoşgörü gösteririz. RTÜK, yayınların görsel kalitesini artırsın, rating ölçsün, reklâmlarda etik kontrolü yapsın. Ben bu kurumun bir haber programının, dizinin ya da filmin içeriğine ilişkin denetleyici rolüne katılmıyorum ve bundan da büyük rahatsızlık duyuyorum. Bu, insan bilincinin geldiği son noktaya karşı bir saygısızlıktır. Birileri gelip de bana diyecek ki "Biz bu filmi senin için izledik, bu sana yaramaz, sen bundan kötü etkilenirsin." Kimseye böyle bir hakkı vermem ben... 'Semra Hanım, AB'den daha önemli' - İyi de, düzeyli programları tercih etmede kamuoyu iradesine hakettiğinin çok ötesinde prim vermiş olmuyor musun? Kamunun kültürel ve estetik beğeni düzeyinin yükseltilmesi biraz da olumlu anlamda yönlendirmeler yapmaya bağlı birşey. Televizyonculuk tarihinde banalliğin iş yapmadığı tek bir toplum gösterebilir misin bana? Meselâ, bu ülkede yakın zamanda Ata isimli gencecik bir adam gözümüzün içine baka baka televizyonun selinde boğulup öldü. RTÜK'e giydirmek kolay da, o varken bile böyle felaketler oluyor, maazallah bir de olmasa... - Semra Hanım'ın o meşhur boynuz hareketini yapıp Sinem'i fırçaladığı geceyi çok iyi hatırlıyorum ben. 17 Aralık 2004'tü ve o gün bizim AB müzakerelerine başlayıp başlamayacağımızın kararı verilecekti. Sanıyorum, 73 gibi müthiş bir rating almıştı Semra Hanım'ın boynuz şovu. Gördük ki ülkemiz için bu kadar önemli bir meselede dahi necip Türk milleti müzakereleri sallamamış ve hemen herkes Semra Hanım'ı izlemeyi tercih etmiştir. Ha, eğer milletimizin en kritik günlerdeki tercihi eğer buysa, vereceksin bu millete Semra Hanım'ı abiciğim! Hem de köküne kadar, dibine kadar vereceksin! Ha ondan sonra da bir gün Türk milleti elin İngilizi, Fransızı, Hollandalısı ya da Amerikalısıyla karşılaştığı zaman; bilgide, görgüde, hayatı kavrayışta, ekonomik ve sosyal olarak bambaşka bir noktadaki bir başka dünya insanıyla muhabbet ettiği zaman yüreğinde derinden derine bir mahçubiyet duyarsa amenna. Ama duymazsa o zaman yine ....edip Semra Hanım'ı yayınlamaya devam edeceksin! (Sinirleniyor) Çünkü, artık başdöndürücü bir bilgi çağındayız. Ortaçağ'da bir köylünün belki 60-70 yılda zorlukla topladığı enformasyonu şimdi yalnızca bir tek günde edinebiliyoruz. "Ben daha bilgili, daha görgülü, daha tecrübeli, daha donanımlı olmalıyım" gibi insanî kaygıları kimse bizim beynimize şırıngayla sokamaz. Buna bizzat kendimiz ihtiyaç duyacağız. Karşımızda bin tane kanal varken şöyle düşünmeyi öğrenmeliyiz: "Yahu dünya ne kadar küçüldü ve ben hâlâ ne kadar az şey biliyorum." Hayatın ne denli acımasız ve kısa, bilginin ise ne kadar önemli ve sonsuz olduğunu ancak biz kendi kendimize kavrayabiliriz. Bütün bu insanca kaygıları bir kenara atıp sadece Semra Hanım'ı izlemek istiyorsak, o zaman lütfen RTÜK gibi kurumlar Semra Hanım'ın önünü kesmesin. Herkes lâyık olduğu şeyi izlemeli. Sözünü ettiğin o kısırdöngüyü kendi kendimizle hesaplaşarak aşmamız lâzım, anlıyor musun? Var içimizde böyle bir kıroluk aslında. Daha henüz toplum olarak doymamış durumdayız bu tür banalliklere. Ben diyorum ki bir süre daha böyle programlar yapılsın, bu zehiri içimizden şöyle iyice bir akıtalım, sonra giderek bunlardan usanalım ve nihayet düzlüğe çıkalım. Yaşayacağımız o arınma sürecinde devlet de önümüzü kesmesin. Çünkü birileri bize doğruları zorla göstermeye çalıştıkça, biz o barikatı kendi bilincimizle aşamıyoruz bir türlü. Henüz o düzeyde değiliz. Hâlâ böyle şeyleri ekranda yakaladıkça izlemenin derdindeyiz, sırf devlet engellediği için de çok istememize rağmen izleyemiyoruz. Ama ruhumuzun bir köşesinde banalliğe olan talep varlığını hep sürdürüyor. O yüzden, ben bunu bir "cehaleti aşma dönemi" olarak kabul edip mutlaka yaşamalıyız diyorum. Zamanla düzeysizliği reddetmeyi de öğreneceğiz. 'Piyasa, popçu psikopatlarla dolu' - Bana, bu yorumunla medya sektörünün günahlarını devlete ve topluma hakettiklerinin ötesinde fatura ediyormuşsun gibi geliyor. Pekiyi, o hâlde Ata'yı kim öldürdü? - Ata'yı kendi bilinçsizliği öldürdü; onu medya öldürmedi. Biz insanlar, bir yaştan sonra bilincimizi oya gibi işler, hayatı nasıl kavracağımıza dair bütün yol haritalarımızı tek tek hazırlar, ona göre de bazı savunma mekanizmaları oluştururuz. Bu süreç de 17-18 yaşlarında oluşmaya başlar ve yıllar geçtikçe iyice yerli yerine oturur. Şimdi, eğer bunlar oturmadıysa, ya psiko-nevrotik bir rahatsızlığımız vardır, ya da biz kendimize çok emek vermemişizdir. Sebep hastalık ise söylenecek birşey yok, bu tababeti ilgilendiren bir durum. Ama, onun dışındaki durumlarda kendimize hiç yatırım yapmamışız demektir. Medya dediğimiz şey, kıyasıya rekabetin yaşandığı bir ticaret arenası. Bu arenanın oyuncuları elbette ki çıkarları gerektirdiğinde birtakım kişilerin üzerine oynayacak ve onları parlatacaktır. O kişiler de bu vesileyle renkli günler yaşar, yakaladıkları şöhretin saadetini sürerler.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |