T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
R Ö P O R T A J 11 ARALIK 2005 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 


Ali Murat GÜVEN

'Ben daima Müslüman bir solcu oldum'

Müzik yazarı, radyo programcısı, dizi oyuncusu, reklâm yıldızı, haber programı sunucusu... "Kaleminden, çenesinden, etinden, yağından, sütünden ve kürkünden istifade edilebilen ideal medya kahramanı türü"nün son dönemlerdeki en verimli örneği o. Ancak, benzerlerinden çok önemli bir farkı var ki o da gerektiğinde gayet "siyasallaşabilmesi"...

Arkadaşımız Ali Murat Güven, gününde yakalandığında muhabbeti tadından yenilmeyen bu modern zaman meddahı ve en az onun kadar şan şöhret sahibi olmuş göz kamaştırıcı göbeğiyle son dönemlerin en renkli söyleşisini gerçekleştirdi. Huzurlarınızda, necip Türk milletinin semiz çocuğu, "Yeni Kadirizm"in müstesna temsilcisi Kadir Çöpdemir...

Bırakın yüzünü günışığında görmeyi, o yüzü hayâlinizde canlandırdığınızda bile gülme reflekslerinizin harekete geçtiği insanlar vardır ya, Kadir Çöpdemir de öyle biri... TV'deki başarıları bir yana, yalnızca şu GSM operatörünün reklâmında canlandırdığı "kaşar vatandaş" tiplemesi bile Türkiye'yi ve Türk insanını çok iyi gözlemlemiş olmanın ışığını yansıtıyor. Mecrâ Yeni Şafak, muhatap Kadir Çöpdemir ve arada bir de bu hukuk olunca, söyleşimizi Cem Yılmaz'ın unutulmaz repliğinde olduğu gibi "Sayın Çöpdemir, niçin komedi?" sorusu üzerine kurmadık.

Çöpdemir, benim için büyük bir komedi ustası olmasının yanısıra, artık gitgide zayıflayan üniversite anılarımda da varlığını hâlâ belli belirsiz sürdüren bir "okul arkadaşı"... Yetenek pırıltılarına daha 1980'lerin ortalarında, İstanbul Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu'nun bakımsız kantinindeki sohbetlerinde sıklıkla tanık olduğumuz, ondan sonrasında da -Allah'ın her hak edene hak ettiğini fazlasıyla verdiği üzere- gösteri âleminde vitesi dörde takıp kısa sürede kaptırıp gitmiş eski bir dost...

Eh şimdi, mecrâ Yeni Şafak, muhatap Kadir Çöpdemir ve arada bir de bu hukuk olunca "şimdiye kadar yapılanları tekrar etmek" bize pek yakışmazdı. O yüzden, Cem Yılmaz'ın unutulmaz repliğinde olduğu gibi röportajımızı "Sayın Çöpdemir, niçin komedi?" sorusunun üzerine kurmadık; son yıllarda yıldızı her geçen gün giderek daha da parlayan bu büyük komedyenin iç dünyasını eştikçe eştik, altından bakın neler çıktı...

* * *

"OKUL ARKADAŞLIĞI" KONTENJANINDAN: Hani küçükken aynı mahallede yanyana evlerde oturulurken sonrasında bir biçimde paçayı kurtarıp şöhret olmuş eski bir dosttan her söz edildiğinde, "Biz onunla bir zamanlar..." diye başlayan "durumdan pay çıkarma" çabaları vardır ya... Çöpdemir ile çektirdiğimiz bu samimi fotoğraf da işte o kontenjandan... Kendisiyle 1980'lerde İstanbul Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu'nda aynı dönemde okumuşluğumuz var!

- Sayın Çöpdemir, öncelikle...

- Ba ba ba! Yeni Şafak'tan gelmiş ya, ağır abi tabiî... Diğerlerine hayatta benzemez. (Program kameramanına seslenerek) Görüyor musun Cem, mevzuya nasıl da TRT-2 tartışma programı modunda giriyor!

- Yok hayır, nabız yokluyorum şu anda. Acaba mâziden hâlâ belli bir hatırımız var mı diye. Aldığım elektriğe göre bir tutum belirlemek durumundayım; ciddi olmam dayatılırsa o durumda röportaj boyunca çok ciddi takılacağım. Yok eğer, "Rahat ol" sinyali gelirse de bildiğim gibi soru soracağım.

- Rahat olunuz aziz kardeşim. Zatıâlinizin de memleketimizin medar-ı iftahar mevkûtelerinden Yeni Şafak'ın da şu fakirin başının üzerinde yeri vardır.

- O hâlde soruyorum, sıkı dur! Öncelikle, eski söyleşilerinden birinde aynen şöyle dediğini okudum: "Ben gençliğimde bir dönem sıkı solcu oldum; ama Allah'a derin bir muhabbet duyduğumdan ötürü bu maya tutmadı." Bu bir...
Sonra kalktın, yakın geçmişteki bir buluşmada Başbakan Erdoğan'a kendi ellerinde patlıcanlı dürüm yedirdin. Bu iki...
Saydıklarım yetmiyormuş gibi, buraya gelmeden önce yaptığım ön araştırmada, ekip arkadaşlarından, her Ramazan'da -o doymak bilmez göbeğine rağmen- tek gün dahi sektirmeden oruç tuttuğunu öğrendim. Bu da üç...
Bilmelisin ki bu gidişini büyük bir öfkeyle karşılayan pek çok insan var âlemde. Ekşi Sözlük'te hakkında yazılmış olan yazılara baktım; bazı genç arkadaşlar sana feci şekilde giydiriyor; hattâ gerçek bir entelektüel olma yolundaki serüveninin son dönemlerde gericilik batağına saplanarak noktalandığını ileri sürenler bile var. Yukarıda saydığım bu davranışlarındaki gizli kodları birazcık aç bize. Tam olarak nedir olay? Sen de önceleri solcu olup, ardından bir gece ansızın dönenlerden misin? Nokta dergisinin bir zamanlar her iki-üç haftada bir yaptığı gibi, yakında senin için de "Hidayete erdi" kapağı mı hazırlamamız gerekiyor?

- Çok damardan bir başlangıç oldu bu yahu... Ama önemli bir mevzu, bütün olanı biteni anlatmam lâzım. Madem ki öyle, madem ki bu kadar direkt girdin olaya, o hâlde şimdiye kadar anneme bile anlatamadıklarımı ilk kez sana anlatacağım. Camiada "Vay be bu adam da elden gitti" gibi bir serzeniş varsa, o hâlde entelektüel kesimden bütün kalbimle özür dileyerek durumumu açıklığa kavuşturmak mecburiyetindeyim.
Doğrudur, ben bir solcuyum, ama aynı zamanda yedi yaşından beri de kesintisiz oruç tutan bir adamım. Bütün bunların yanısıra, bir dönem siyasî arenada epeyce ses getiren "Yeni Demokrasi Hareketi"nin de kurucu üyesiyim. Sevgili Cem Boyner ile oluşturmuştuk o hareketi. Bunlara ek olarak "rocker"lığım da vardır, biliyorsun eski bir rock müzik yazarıyım. Bu arada Orhan abimizi de (Gencebay) çok severim. Onu ve müziğini savunduğum için vaktiyle beni aforoz etmişti rock çevreleri. Şimdi ise bizzat aynı çevreler Orhan Gencebay şarkılarını kendileri düzenleyip çalıyorlar. Senin anlayacağın, mâzim epeyce karışık! Adam çok dönmüş yani. Solculuğu, rockçuluğu, punkçuluğu, liberalliği; hepsinin üstüne bir de Müslümanlığı var! Bazıları açısından durumum bir hayli vahim. Ama içlerini rahatlatacaksa hemen ekleyeyim. Hayattaki duruşum her zaman emekten yana oldu. Bugün de hâlâ eşitliğin, adaletin ve gelişmenin yanında saf tutmuş Müslüman bir solcuyum.

- Hmmm, demek hâlâ solcusun. Bu gerçekten de rahatlatıcı bir haber, ama son dönemlerdeki hâlin pek öyle göstermiyor. Ayrıca bu topraklarda "orta" diye bir şey yoktur, hiçbir zaman da olmadı. Olsaydı zaten 12 Eylül darbesi gerçekleşmezdi. Bizler, insanların yollarının mahalle girişlerinde kesilip kendilerine pat diye "Sağcı mısın, solcu mu?" sorusunun sorulduğu, o anda cevabı doğru tuturamayanların oracıkta öldürüldüğü bir dönemin çocuklarıyız. Bu yüzden ayrıntılı olarak anlat bize, ne demek oluyor bu karışık manzara?

- Bilenler bilir; 1980'lerin başlarından bu yana çok ciddi ve kendi içinde gayet tutarlı bir sol çizgi izledim ben. 12 Eylül darbesinin hemen ardından yaşanan o buhranlı günlerde binbir zorluk içinde üniversiteyi kazandım. Memleketim Eskişehir'den İstanbul'a geldim ve İstanbul Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu'nda okumaya başladım. O zamanlar öylesine garip bir Türkiye'de yaşıyorduk ki. Okula koltuğunun altında Cumhuriyet gazetesiyle gelmek bile gerektiğinde sivil polis tarafından alınıp götürülme gerekçesiydi. Başka şeyleri bırak yani. Bir yere çaktırmadan duvar yazısı yazmayı ya da afiş yapıştırmayı falan kastetmiyorum. Bir Nazım şiirini cepte bulundurmak üç gün nezarette kalmak için yetip de artıyordu. O dönemdeki siyasî duruşum nedeniyle, muhataplardan yenilmesi gereken her türlü dayağı da yedim, gözaltına da alındım, toplumsal hayatta ve devlet dairelerinde çekilmesi gereken bütün sıkıntıları da çektim. 1980'lerin başlarında henüz evlerinin bahçesinde kısa pantolonla top oynayan bazı genç arkadaşlar benim nasıl bir atmosferden söz ettiğimi anlayamayacaklardır doğal olarak. Ama o atmosferi yaşamadılarsa, o zaman biraz daha vicdanlı davranmayı da bilecekler. Gözlerini doğrudan doğruya -Türkiye'nin çok ciddi demokratik açılımlar içinde olduğu- şu son dönemde dünyaya açmış, Taksim'deki bir kafede kapuçinosunu yudumlarken, beni, "Dönmüş len bu herif" diye kendince tefe koyan arkadaşların azıcık daha akıllı olmayı öğrenmesi gerekiyor. Bunların rahatça atıp tutabilmek için en azından benim yediğim kadar cop yemesi bir ön koşul meselâ...

'Aslanlar gibi DGM'de yargılandım'

- 1980'lerin başlarındaki ortamı tasvir eden saptamalarına katılmamak olanaksız. Sağ ya da sol görüşlü olsun, "ot" olmayı kabul etmeyen, güncel siyasî olaylar üzerine kampüste görüş beyan eden her öğrenci, çevrede dolaşan sivil ve resmî polislerin nazarında potansiyel birer teröristti. Şimdiki gençler ise toplumsal olaylar sırasında polise doğrudan kafa tutuyorlar. Oysa ki sözünü ettiğin dönemlerde bir memura üç saniyeden daha uzun süre bakmak, keyfî bir gözaltına alınma nedeniydi.

- Hislerime ne kadar da güzel tercüman oluyorsun! Velhasıl, günümüzde sık sık karşımıza çıkan "tiki" modeli arkadaşların, Çisil'lerin, Berke'lerin, Çükütay'ların anlayabileceği bir dünya değildi o. Düşünce suçundan dolayı aslanlar gibi DGM'de yargılanmış bir adamım ben. Sonunda beraat etmişim, o ayrı. Ama DGM yargılamasından geçmenin bir de arka planı vardı. Bunu da bilenler gayet iyi bilir.

- Ama şöyle bir yeni gençlik modelinin varlığını da yadsıyamazsın herhalde. İlerici, aydın ve çağdaş kişi, eşittir ateist, eşittir müzmin muhalif, eşittir toplumla kökünden uyumsuz... Yok mu böyle bir model Türkiye'de?

- Var elbette. Bunlar, 1970'lere ve kısmen de 80'lere damgasını vuran fosil bir bakış açısının tortuları aslında; büyük ve trajik bir yanılsamanın son çırpınışları. Ama dünya artık hayata bakış olarak, siyasal olarak, ekonomik olarak öylesine farklılaştı, öylesine başka noktalara taşındı ki bu tip değerlendirmeler hem çok ucuz, sığ ve basit kalıyor, hem de hayat denilen karmaşık yapıyı kavrayamıyor. Hayatın bambaşka cümleleri var artık. Allah'ına da inanırsın, sol tandanslı da olabilirsin. Dünyanın şu anda geldiği nokta budur ve bu insanın ruhunda asla bir tezat oluşturmaz. Çünkü 80'lerde yalnızca bizde değil, bütün dünyada büyük bir kırılma yaşandı. Sistemler, bloklar, liderler değişti, o güne dek doğru bilinen pek çok şey çöktü ve bambaşka bir yere doğru gitmeye başladı dünya...
Ben gençliğinde Sovyetler'deki sosyalist sisteme sempati duyan bir adamdım. Bakıyorum şimdi, hukukuyla, siyasetiyle, ekonomisiyle, gelenekleriyle koskoca bir sistemi değiştirdiler. Üstelik, kimsenin dikte etmesiyle de değiştirmediler, değiştirme kararını tamamen kendi başlarına aldılar. Çünkü baktılar ki olmuyor, o devâsâ ülke yalanlarla, gerçek hayatta karşılığı olmayan teorilerle yürümüyor! Niye Rus halkını ve onları izleyen diğer halkları bir yüzyıl daha sefalete mahkûm etsinler, Stalin gibi adamlar illa da haklı görünsün diye mi?
Rus demokrasi devriminin üzerinden onbeş yılı aşkın zaman geçti, günümüzde hâlâ bir çok siyasî ve ekonomik sorunla boğuşuyorlar. Ama buna karşılık, 2004 yılı dış ticaretlerinde 20 milyar dolar fazlalık çıkarmışlar. Yani, iyi-kötü bu zorlu dönüşümü de başardı adamlar. Oysa, bir zamanlar ürettikleri mallar tüm dünyada kalitesizliğin simgesiydi.

'Dönüşmek, döneklik değildir'

Yakın geçmişte Moskova'yı ziyaret ettim ve orada içler acısı bir manzaraya tanık oldum. Kremlin Meydanı'nda, eski sistemi özleyen Komünist Partisi mensubu 30-40 kadar yoksul insan -ki bunlar 80'li yaşlarda amcalar ve teyzelerdi- her gün ellerinde megafonlar ve Lenin bayraklarıyla gösteriler yapıyorlar. Çevrelerinde de Rus gençleri toplanmış, hafif müstehzi ifadelerle onları izlemekteler. Bu manzara bana son derece trajik geldi. Çünkü bu dönüşüm sürecinde ister istemez büyük gaddarlıklar da yaşandı, liberal sistemin yürürlüğe girmesinin ardından sosyal güvencelerini yitiren yüzbinlerce insan oldu. Ama böylesine büyük bir dönüşümün bu tür acı sonuçları olması kaçınılmazdı. O amcalara, teyzelere bundan otuz yıl önce, "Ey millet, gün gelecek komünizm aşılacak ve sizler de gençlerin maskarası olacaksınız" deselerdi buna kim inanırdı?
Ben, o insanların dâvâlarına bağlılığına da saygı duyuyorum; ama ister kabul edin isterseniz etmeyin, dünya artık temelinden değişti. Bundan böyle hiçkimseyi "artı değer elde etmeden üretim yapmanın faziletleri"ne inandıramazsınız. Zaten aslında komünizm döneminde de buna kimsenin inandığı yoktu, fakat millet Sibirya'ya sürgün edilme korkusuyla inanmış görünüyordu. "İşçi sınıfını kalkındıracağız" diye aynı işçi sınıfını yetmiş yıl boyunca dandik bir penye tişörte hasret bıraktılar. Şimdi ise Rusya'dan dünya çapında bilgisayar yazılımcıları çıkıyor. Bir tek yazılım ise ekonomik getiri olarak geçmişin onbinlerce köhne fotoğraf makinesine bedel...
O yüzden, "dönüşmek", kesinlikle döneklik demek değildir. Döneklik bambaşka, alçakça birşeydir ve çevremizdeki kimi hakiki dönekler hayat tarzlarıyla bunun tanımını çok daha iyi yapmaktadır. "İnsan gençliğinde bir siyasî fikre inanır, zaman içinde bu fikrin türlü eksiklik ve yanlışlıklarını görse bile ömrünün sonuna kadar ona körüne körüne bağlı kalır, onunla koyun koyuna yaşar" diye bir kural yok. Böyle bir dayatma, insan ruhuna yapılmış en ağır işkencedir. Zaman içinde -deneyimlerinizin de ışığında- hayatı pekâlâ başka başka noktalardan kavrayan biri hâline gelebilirsiniz. Birşeye inanırsınız, ama bakarsınız ki inandığınız o şey hayatınıza tam olarak karşılık gelmiyor; o zaman daha başka bir kavrama noktası bulursunuz. Burada önemli olan, yaşadığınız dönüşümün günübirlik çıkarlar ya da ticarî hesaplardan kaynaklanmadığını, doğrudan doğruya ruhsal bir sancının eseri olduğunu çevrenizdeki herkesin bilmesi. Hani, ben eskiden sosyalist tandanslı bir adamdım, şimdi ise daha liberal bir adamım da bu yüzden altı tane apartmanım olmuş değil. Biz sayın başbakanla yemek yedik diye bir siyasî ya da ekonomik ikbâl elde etmedik, sadece ona karşı duyduğumuz sade vatandaş muhabbetiyle oturduk sofraya. Ben şu dakika itibarıyla NTV'de maaşla çalışan bir yapımcıyım. Ayrıca bir de malûm dizide ve malûm reklâm filminde oynuyorum. Oradan da makûl bir gelirim var. Yirmi yıldır çalışan biri olarak, hayattaki bütün mâlî portrem budur. Dünyaları yiyip yutmuş falan değilim yani. Benim ticarî faaliyetlerim, geleceğe yönelik ince hesaplarım yok ki sayın başbakana yanaşmaya çalışayım?
Kısacası, 80'lerde de samimiydim, bugün de aynı ölçüde samimiyim. Samimi olduğum için sol görüşü benimsedim, hayatım boyunca hep ezilen kesimlerin yanında yer almaya gayret ettim. Aynı şekilde, samimi olduğum için Allah'a gönülden inandım. Hiçbir zaman da "Aman abi, konjonktürel durum şu sıralar piyasada solcu gözükmeyi ya da tam tersine muhafazakâr görünüp oruç tutmayı gerektiriyor" falan diye düşünmedim. Neysem aynen öyle yaşıyorum. Şu anda da inanç olarak Müslüman, ruh olarak ise soldaki adalet arayışına yakın bir adamım. Ama dünyada ve Türkiye'de insan hak ve özgürlükleri alanında yaşanan bütün liberal açılımları da gönülden destekliyorum.

'Seviyemiz buysa, o zaman Semra Hanım'a aynen devam!'

- Şimdiki konu başlığımız, şu şanlı rating olayı... Gayet iyi hatırlıyorum, bundan birkaç yıl önce, Türk televizyonculuk tarihinde kara bir gün yaşanmış ve "Keloğlan" adlı, sapır sapır dökülen eski bir film ülke çapında tüm gün izlenme birincisi çıkmıştı. O gün henüz aklını yitirmemiş bir çok Türk vatandaşı gibi ben de kendi kendime şu soruyu sormuştum: "Toplumumuzun bilgi birikimi ve beğeni düzeyi bu mudur?" Bir sürü başarılı çalışma, ölçüm makinelerinin kurulu bulunduğu topu topu bin dolayındaki ev o gün başka şey izledi diye iki-üç hafta sonra yayından kaldırılıyor. Televizyonlarda belgesel yok, nitelikli yarışma ve müzik programı yok, adam gibi film yok; nitelikli olanın da bu ölçüm sisteminde hiçbir karşılığı yok. Ne diyorsun rating ölçümleri hakkında? Varoşlardaki alıcılara bağlanmış bu bin küsur makine "Kurtlar Vadisi"ni zirvede gösterdiği için, biz de ömrümüz boyunca televizyonu her açtığımızda Polat Alemdar tarzı kahramanların acıklı oyunculuklarını mı izleyeceğiz?

- Abicim, öyle sorular soruyorsun ki yıpratıyorsun beni, inadına inadına can evimden vuruyorsun! Aslına bakarsan, ben de bu rating mevzusunun pençesine düşmüş mağdurlardan biriyim. Türkiye'de televizyonculuk yapılırken artık iyice demode olmuş bir Yeşilçam mantığından hareket ediliyor. Deniliyor ki "Halk nezdinde popüler olabilecek ürünler mutlaka kalitesiz olmalıdır, kaliteli ürünler halka asla ulaşamaz." Hayır efendim, bir iş hem çok kaliteli, hem de çok popüler olabilir! İyi işler de doğru bir damar yakaladığında pekâlâ rating yapar. Bir işin popüler olmasına engel değil ki kalitesi. Ya da popüler bir iş illa da estetik ve teknik açıdan sapır sapır dökülecek diye bir kural yok. Rating dedin, çok haklısın. Biz şimdi bir dizi yapıyoruz, sana yemin ediyorum, her gece uykularım kaçıyor, mide ağrısından kıvrım kıvrım kıvranıyorum. Çünkü ben o çalışmanın yazar grubunda da yer alıyorum ve sürekli olarak doğru damarı yakalamak zorundayım. Bu yüzden allak bullak oluyor bütün hayatım. Cumartesi mi gösteriliyor dizi, pazar ya da pazartesi günleri -rating raporları geldiğinde- midemize kramplar giriyor. Öyle bir psikolojiye bürünüyoruz ki anlatamam. Ratingleri gösteren o liste hayatımızın ve sanata bakışımızın tam merkezine oturuyor. Ruhum çatlıyor bu durumdan dolayı...
Ama öte yandan da televizyon endüstrisinde yer alan biri olarak sağduyulu düşünmeye çalışıyorum. Hayatta her konuda olduğu gibi bu konuda da bir matematik sözkonusu. Bunca emek ve masraftan sonra, o ürünün ne kadar tüketildiğinin bir istatistiği mutlaka çıkartılmalı kanımca. Ha, bu 100 kişiyle mi olmalı, 3000 kişiyle mi, yoksa 5000 kişiyle mi onu bilemem. Ama rating ölçümü diye bir şey olmalı. Bunun nasıl daha sağlıklı, gerçeği daha fazla yansıtan bir şey hâline geleceğini ise büyüklerimiz bilir.

- RTÜK'ün ölçmesi daha uygun olabilir mi? Sosyo-ekonomik ve kültürel düzey açısından ülke sathına daha homojen biçimde dağıtılmış, daha fazla sayıda makineyle meselâ...

- Ha, bak o gayet güzel olabilir. Zaten RTÜK'ün de AB'ye uyum sürecinde program içeriklerine karışan ve sık sık ceza kesen bir kurum olmaktan ziyade, bu tür teknik konularda herkesin kararlarına saygı duyacağı bir hakeme dönüşmesi gerekiyor. Çünkü artık içeriğe yönelik yargılamayı halkın bizzat kendisinin yapması gerektiğini düşünüyorum. Herhangi bir kurumun, özerk ya da değil, neticede devletle organik bağı bulunan bir kurumun bu işi yapması çok ters bana göre. Biri çıkıp da kötü bir iş yapmışsa, necip Türk milleti derhal kanalı değiştirsin. Tepkilerini de telefonla, faks ile, mail yoluyla o yapımcıya iletsin. Kanalı değiştirmiyor, değiştiremiyorsa, o zaman bizler de bu milletin hak ettiği, istediği, sevdiği budur deriz ve hoşgörü gösteririz. RTÜK, yayınların görsel kalitesini artırsın, rating ölçsün, reklâmlarda etik kontrolü yapsın. Ben bu kurumun bir haber programının, dizinin ya da filmin içeriğine ilişkin denetleyici rolüne katılmıyorum ve bundan da büyük rahatsızlık duyuyorum. Bu, insan bilincinin geldiği son noktaya karşı bir saygısızlıktır. Birileri gelip de bana diyecek ki "Biz bu filmi senin için izledik, bu sana yaramaz, sen bundan kötü etkilenirsin." Kimseye böyle bir hakkı vermem ben...

'Semra Hanım, AB'den daha önemli'

- İyi de, düzeyli programları tercih etmede kamuoyu iradesine hakettiğinin çok ötesinde prim vermiş olmuyor musun? Kamunun kültürel ve estetik beğeni düzeyinin yükseltilmesi biraz da olumlu anlamda yönlendirmeler yapmaya bağlı birşey. Televizyonculuk tarihinde banalliğin iş yapmadığı tek bir toplum gösterebilir misin bana? Meselâ, bu ülkede yakın zamanda Ata isimli gencecik bir adam gözümüzün içine baka baka televizyonun selinde boğulup öldü. RTÜK'e giydirmek kolay da, o varken bile böyle felaketler oluyor, maazallah bir de olmasa...

- Semra Hanım'ın o meşhur boynuz hareketini yapıp Sinem'i fırçaladığı geceyi çok iyi hatırlıyorum ben. 17 Aralık 2004'tü ve o gün bizim AB müzakerelerine başlayıp başlamayacağımızın kararı verilecekti. Sanıyorum, 73 gibi müthiş bir rating almıştı Semra Hanım'ın boynuz şovu. Gördük ki ülkemiz için bu kadar önemli bir meselede dahi necip Türk milleti müzakereleri sallamamış ve hemen herkes Semra Hanım'ı izlemeyi tercih etmiştir. Ha, eğer milletimizin en kritik günlerdeki tercihi eğer buysa, vereceksin bu millete Semra Hanım'ı abiciğim! Hem de köküne kadar, dibine kadar vereceksin! Ha ondan sonra da bir gün Türk milleti elin İngilizi, Fransızı, Hollandalısı ya da Amerikalısıyla karşılaştığı zaman; bilgide, görgüde, hayatı kavrayışta, ekonomik ve sosyal olarak bambaşka bir noktadaki bir başka dünya insanıyla muhabbet ettiği zaman yüreğinde derinden derine bir mahçubiyet duyarsa amenna. Ama duymazsa o zaman yine ....edip Semra Hanım'ı yayınlamaya devam edeceksin! (Sinirleniyor) Çünkü, artık başdöndürücü bir bilgi çağındayız. Ortaçağ'da bir köylünün belki 60-70 yılda zorlukla topladığı enformasyonu şimdi yalnızca bir tek günde edinebiliyoruz. "Ben daha bilgili, daha görgülü, daha tecrübeli, daha donanımlı olmalıyım" gibi insanî kaygıları kimse bizim beynimize şırıngayla sokamaz. Buna bizzat kendimiz ihtiyaç duyacağız. Karşımızda bin tane kanal varken şöyle düşünmeyi öğrenmeliyiz: "Yahu dünya ne kadar küçüldü ve ben hâlâ ne kadar az şey biliyorum."

Hayatın ne denli acımasız ve kısa, bilginin ise ne kadar önemli ve sonsuz olduğunu ancak biz kendi kendimize kavrayabiliriz. Bütün bu insanca kaygıları bir kenara atıp sadece Semra Hanım'ı izlemek istiyorsak, o zaman lütfen RTÜK gibi kurumlar Semra Hanım'ın önünü kesmesin. Herkes lâyık olduğu şeyi izlemeli. Sözünü ettiğin o kısırdöngüyü kendi kendimizle hesaplaşarak aşmamız lâzım, anlıyor musun? Var içimizde böyle bir kıroluk aslında. Daha henüz toplum olarak doymamış durumdayız bu tür banalliklere. Ben diyorum ki bir süre daha böyle programlar yapılsın, bu zehiri içimizden şöyle iyice bir akıtalım, sonra giderek bunlardan usanalım ve nihayet düzlüğe çıkalım. Yaşayacağımız o arınma sürecinde devlet de önümüzü kesmesin. Çünkü birileri bize doğruları zorla göstermeye çalıştıkça, biz o barikatı kendi bilincimizle aşamıyoruz bir türlü. Henüz o düzeyde değiliz. Hâlâ böyle şeyleri ekranda yakaladıkça izlemenin derdindeyiz, sırf devlet engellediği için de çok istememize rağmen izleyemiyoruz. Ama ruhumuzun bir köşesinde banalliğe olan talep varlığını hep sürdürüyor. O yüzden, ben bunu bir "cehaleti aşma dönemi" olarak kabul edip mutlaka yaşamalıyız diyorum. Zamanla düzeysizliği reddetmeyi de öğreneceğiz.

'Piyasa, popçu psikopatlarla dolu'

- Bana, bu yorumunla medya sektörünün günahlarını devlete ve topluma hakettiklerinin ötesinde fatura ediyormuşsun gibi geliyor. Pekiyi, o hâlde Ata'yı kim öldürdü?

- Ata'yı kendi bilinçsizliği öldürdü; onu medya öldürmedi. Biz insanlar, bir yaştan sonra bilincimizi oya gibi işler, hayatı nasıl kavracağımıza dair bütün yol haritalarımızı tek tek hazırlar, ona göre de bazı savunma mekanizmaları oluştururuz. Bu süreç de 17-18 yaşlarında oluşmaya başlar ve yıllar geçtikçe iyice yerli yerine oturur. Şimdi, eğer bunlar oturmadıysa, ya psiko-nevrotik bir rahatsızlığımız vardır, ya da biz kendimize çok emek vermemişizdir. Sebep hastalık ise söylenecek birşey yok, bu tababeti ilgilendiren bir durum. Ama, onun dışındaki durumlarda kendimize hiç yatırım yapmamışız demektir. Medya dediğimiz şey, kıyasıya rekabetin yaşandığı bir ticaret arenası. Bu arenanın oyuncuları elbette ki çıkarları gerektirdiğinde birtakım kişilerin üzerine oynayacak ve onları parlatacaktır. O kişiler de bu vesileyle renkli günler yaşar, yakaladıkları şöhretin saadetini sürerler.
Bir süre sonra aynı medya, kamuoyu ilgisinin azaldığını görünce, o kahramanlarını hiç tereddütsüz şekilde ortada bırakır ve kendisine yepyeni kahramanlar bulur. Bence bu noktaya kadar şaşırtıcı olan bir şey yok. Fakat kişi eğer o ilgi kaybolduğunda hemen çöküyorsa, bitiyorsa, insanlıktan çıkıyorsa, beşere ait birtakım hususiyetlerini kaybediyorsa, bu durum medyanın suçu değil, tamamen kendi suçu. Zamanında bilincini ışıtsaymış kardeşim; hayatı doğru süzen, doğru algılayan bir adam olsaymış!
Biliyorsun, ben kıdemli bir radyocuyum. 90'lı yıllarda ülkede bir genç popçu rüzgârı esmişti, her gün bir yıldızcık boy gösterirdi sektörde. O dönemde aman ne saykolar çıktı piyasaya, ne saykolar! Mesleğim nedeniyle bunların pekçoğunu yakından gözleme fırsatı buldum. Adam ya da kadın, aslında hiçbir vasfı yok, ama şans eseri bir albüm yapıyor, klibi dönüyor televizyonlarda haldır haldır, radyoda her gün parçaları çalıyor, ismi iyi-kötü orada burada çıkıyor. Çevresindeki herkes bu havanın etkisine girmiş ve ona gerçek bir yıldız muamelesi çekiyor. Halbuki bu durum tek şarkılık, tamamen geçici bir süreç. Çünkü o şahısta aslında herhangi bir numara yok, sırf bir reklâm balonu. İlgi sönünce birdenbire ayaklarının altından toprak çekiliyor çocuğun, öylece kalakalıyor. Kaç tane böyle psikopat oğlan, psikopat kız var ortalıkta dolaşan biliyor musun? Sektörün kurtları onu ikna etmişler sen bir yıldızsın, sen büyük yeteneksin diye, şöhret rüzgârı geçtikten yıllar sonra bile unutulmanın şokunu yaşıyor bunlar...
O yüzden, tamam böyle bir Ata trajedisi yaşandı da, hırsızın suçu olduğu gibi ev sahibinin de suçu var bu işte. Hiç aynaya bakmamış mı rahmetli, hiç hayatı kavrama noktası geliştirmemiş mi, hiç bilincini ışıtmamış mı? Kardeşim ben nereye gidiyorum, doğru mu bu yaşadıklarım, ben gerçekten bir yıldız mıyım, yoksa balon bir kahraman mıyım, yıldız olabilir miyim olamaz mıyım. Bunları hiç düşünmeyen bir gençlik var piyasada. Kestirme başarılara inanan bir gençlik. Olmaz böyle bu iş. Üstelik de anne-babaları ellerinden tutup bizzat götürüyor setlere bu çocukları.
Bak ben bugün birtakım medyatik işler yapıyorum, sokakta yürürken bütün insanlar beni tanıyor. Ama hem kendim için, hem de senin için çok iddialı söylüyorum kardeşim, yarın bu işlerin hepsini elimizden alırlar, bizi de hiç kimse tanımaz olur! Ama ben bu duruma şimdiden psikolojik olarak hazırım. Çünkü bundan üç-dört yıl önce de kimse tanımıyordu beni. Dönüp dolaşıp yine oraya geleceğiz. Dört yıl önce böyle bir yerden geldim, dört yıl sonra da rahatlıkla aynı noktaya dönebilirim. Eyvallah!
Benim hayat felsefem şudur. Evde çorba kaynıyorsa, sokaktaki adam beni tanımış tanımamış umurumda bile değil. Çünkü evde çorba kaynamadığında ortaya çıkacak olan ruhsal çatlak çok daha büyüktür. İşte o yüzden hepimizin doğru düzgün yapabildiğimiz gerçek birer işi olmalı. Hayatta hiçbirşey havadan gelmiyor. Gelirse de sonu aynen böyle oluyor. Eğer rahatın yerindeyse, ekonomik durumun iyiyse, üç tane insanın senin suratını tanıyıp tanımamasının önemi yok. Asıl büyük sorun ise şu: Eğitim düzeyin düşük, ekonomik durumun kötüdür. Bir de zamanında toplum tarafından hasbelkader tanınmışsındır, sonra o fasıl geçip gider, tanıyanlar da tanımaz olur. Geriye dönüp baktığında, "Bu benim eserim" diyebileceğin doğru düzgün birşey üretemediğini görürsün hayatta. İşte o hakikaten feci bir manzaradır, böyle bir durumda da tam göçersin. Gençlerimize ciddi birer meslek sahibi olmayı ve onurlarıyla yaşamayı mutlaka öğretmeliyiz. En büyük şöhret, kimseye borcu bulunmayan bir kişi olarak tanınmaktır.

En büyük İslâm âlimlerinden birinin adını taşıyor

Kadir Çöpdemir'in kamuoyu tarafından az bilinen özelliklerinden biri de "adı"... Evet, yanlış okumadınız; bu ünlü komedyen, gösteri dünyasının geleneksel kurallarından biri gereğince gündelik hayatında kısaltma ad kullanıyor. Kendisinin nüfus kağıdındaki tam adı ise "Abdülkâdir Geylânî Çöpdemir"... 1077-1166 yılları arasında yaşamış olan Gavs-ı Âzam Abdülkâdir Geylânî hazretleri, tasavvufa özgü derunî hâller ile dinin zahiri hükümleri arasındaki hassas dengeyi çok güzel kurabilen nadide İslâm bilginlerinden biriydi. Çöpdemir de kendisine babasından yadigâr kalan bu güzel adın içerdiği bilgeliğe derinden derine sadâkat gösterircesine, televizyon dünyasının kendine özgü kurallarıyla kendi iç dünyasının kuralları arasında son derece başarılı bir denge kurmuş durumda. Evini teknolojinin en son nimetleriyle donatacak, her şeyin en iyisini, en güzelini ve en yenisini satın alacak kadar çağa dönük; ancak sayısız espriye konu olan heybetli göbeğinin beyni üzerindeki onca baskısına karşın Ramazan aylarında oruçlarını bir gün bile aksatmayacak kadar da özbenliğine hâkim... Kısacası, "İnsan, ismiyle müsemmadır" derler ya; bu yetenekli adama da taşıdığı güzel addan bayağı birşeyler sinmiş!


  DİĞER BÖLÜMLER
  • 2. Bölüm : 'Er ya da geç, AB'den içeri doğru süzüleceğiz'
  • Geri dön   Yazdır   Yukarı


    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi