T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
R Ö P O R T A J 12 ARALIK 2005 PAZARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 


Ali Murat GÜVEN

'Er ya da geç, AB'den içeri doğru süzüleceğiz'

"Göbeğim, fiziksel sorunları nedeniyle her gün muhatapları tarafından taciz edilenlerin, çağdaş ölçülere göre yeterince albenili olmadıkları için çevrelerince dışlanıp itilenlerin bir simgesidir. Ben, onunla 'Yeni Kadirizm'in temsilciyim."

- İlk bölümde bayağı bir ciddileştik, ama önemli konulara da değindik. Şimdi artık konuyu değiştiriyorum. Yakından görme şerefine nail olduğum şu muhteşem göbeğin, gösteri dünyasında senin dışında, hattâ bazen senden çok daha ön planda apayrı bir fenomene dönüştü. Rahatsız mısın onun bu göz kamaştırıcı şöhretinden? Göbekle aranda bir ego mücadelesi ya da kıskançlık çatışması oluyor mu?

- Hayır, aksine, onu ürettiği ekonomik artı değer nedeniyle çok seviyorum. Kıskanmaktan ziyade, "Hadi yavrum, biraz daha, yüklen yavrum, bunu da yersin sen" falan gibi yüreklendirici sözler sarfediyorum ona, "Bak bu tatlıyı senin için pişirmişler" diyorum meselâ. Ben, fiziksel olarak ideal sayılmayan insanların kahramanıyım. Olaya çağdaş dünyadaki estetik değerler açısından bakıldığında, göbekli insanlar topluma sürekli itici mahlûklar olarak sunulur. "Ay, ne çirkin, ne kadar estetik dışı!" falan diye homurtular duyarsınız şişmanlarla ilgili olarak. Ben, bütün bu aşağılayıcı kampanyalara rağmen milletin benim göbeğimi sevmesini, şekle tapınarak yaşayanlara karşı düzenlenmiş en büyük provokasyon olarak görüyorum. Söyle Allah aşkına, koskoca bir "estetik görünme endüstrisi"ne karşı ben tek başıma bir şovalye gibi ilerlemiyor muyum bu âlemde?

"PERDE ARKASINDAKİ YILDIZ" İLE TANIŞMA: Çöpdemir ile söyleşimizi tamamladıktan sonra, bu âlemde şöhreti en az onun kadar yayılmış olan, hattâ bazen sahibini bile geçen efsanevi göbeğiyle tanışmaya geliyor sıra. Gerçi çektirdiğimiz fotoğrafa gazetede sonradan daha bir dikkatlice baktığımızda, hafiften "Karnımda aşkımızın meyvesini taşıyorum" havası da sezmedik değil; ama olsun, sırf Çöpdemir'in yüzündeki o tarif edilmez ifade bile bu kareleri kullanmamızı elzem kıldı.

- Doğru aslında... Şimdi göbeğine daha bir saygı duydum ben de... Olabildiğince iyi beslemelisin onu...

- Evet azizim, olay budur. Bu göbek, fiziksel sorunları nedeniyle her gün muhatapları tarafından taciz edilenlerin, çağdaş ölçülere göre yeterince albenili olmadıkları için çevrelerince dışlanıp itilenlerin bir simgesidir. Ben, onunla "Yeni Kadirizm"in temsilciyim.

- Türkiye'deki pek çok televizyon yıldızı, gün gelip uzun metrajlı bir sinema filminde oynamayı, oyunculuklarının sektörden genel anlamda icazet alıp taçlandırılması şeklinde algılıyor. Ya senin beyazperdeyle aran nasıl? Şimdiye kadar hiç sinema filmi teklifi aldın mı?

- Sinema filmi yapayım diye öyle aman aman yanmıyorum. Çünkü ben özünde bir televizyon şovmeniyim. Şimdiye kadar birkaç senaryo geldi, ama doğrusu bunların hiçbiri içime sinmedi. Kendini tanıyan bir adam olarak, tipimin ve oyunculuk tarzımın neye gidip neye gitmeyeceğini gayet iyi biliyorum. Gelen senaryolar beni öykü içinde doğru konumlandıramamışlardı. Sinan abi (Çetin) birlikte bir şeyler çekmemizi çok istiyor. Gelecekte film oyunculuğu yaparsam, bu muhtemelen onun bir projesinde olacaktır.

- Geçmişinde çok başarılı bir müzik yazarlığı dönemin oldu. Şu anda da kamera çevresinde dönen işler dışında böyle farklı bir uğraşın var mı? Kitap yazmak gibi meselâ...

- Evet, yakında Karakutu yayınlarından bir kitabım çıkacak. Bir süredir Esquire dergisinde gerçek mi hayâlî mi olduğu tarihin sorgusuna bırakılmış bazı uçuk röportajlarım yayınlanıyor. Bunları biraraya getiriyorum şimdilerde. Bill Clinton'dan Vladimir Putin'e kadar muhtelif önemli şahsiyetlerle "hesapta" konuşuyoruz. Aralık itibarıyla inşaallah çıkartacağız bu kitabı...

'Yemek, çekimden önce gelir'

- Kameranın sana dönük olmadığı zamanlarda nasıl bir adamsın? Aynen bizim ekranlardan tanıdığımız gibi bir neşe küpü mü, yoksa soğuk ve kavgacı mı? Bu soruya olabildiğince içtenlikle cevap ver ama, çünkü vurguladığım o ikircikli tutum gayet tipik bir komedyen sendromudur.

- Yok yok, kavgacı değilim aslında. Benim en tehlikeli olduğum anlar, açlıktan kan şekerimin düştüğü zamanlardır. Hattâ, bir şey söyleyeceğim, Ramazan ayında da pek tehlikeli olmuyorum, aha bak bu kadar ekip arkadaşım duruma şahittir! (Ekip üyeleri başlarıyla onaylıyorlar) Bir an için sinirlenecek gibi olsam bile, "Oğlum Kadir" diyorum kendi kendime, "Şurada manevî bir atmosferin içindeyiz. Kırma ulan ekibin kalbini!"
Ama şöyle bir gerçek de var. Benim NTV'deki programım, sabahtan akşama kadar bire bir insan ilişkisine dayalı bir yapım. Çekimler sırasında çok konuşuyor ve o oranda da yoruluyorum. Doğaldır ki işin bitiminde eve gittiğimde birkaç saat boyunca sessizliğe ihtiyaç duyuyorum. Çünkü bir an geliyor, beynim hakikaten duruyor; o anlarda telefona bile bakmıyorum.
Şu an yalnız yaşıyorum; ama evli olsam da durum bundan farksız olurdu. İş dönüşlerinde karımın sesine bile tahammül edemezdim doğrusu. O yüzden, en az bir-iki saat boyunca kimseyle muhabbet kuramayacak hâle geldiğim anlarım vardır. Bunun dışında genel olarak çevresine karşı saldırgan bir adam değilim. Zaten benim ekip çalışmasından anladığım da kasmadan, germeden, öyle yumuşak yumuşak, hep birlikte bol bol yiyip içerek çalışmaktır. Biz ekip olarak çekime çıkmadan önce, ilk olarak o gün nerede yemek yiyeceğimizi planlarız. Yani çekim bir anlamda bahanedir. Yemek yemekten arta kalan zamanlarda da NTV yöneticileri kızmasın diye biraz çekim yapıyoruz işte... (Odada yine kahkahalar kopuyor).

'Avrupa'daki Türk izleri' hakkında...

- Türkiye'nin AB'ye giriş mücadelesi hakkında ne düşünüyorsun? Medya ve siyaset dünyamızda, bu süreci "vatanı yabancılara peşkeş çekmek" olarak gören ve gösteren büyük vatanseverler var.

- Bundan bir ay kadar önce Paris'teydim. Dönerken uçakta, orada uzun yıllardır çalışan bazı Türk işçileriyle karşılaştım ve kendileriyle uçuş boyunca sohbet ettim. Meselâ, eğlence sektöründe söz sahibi olmuş, orada lokal işleten bir Türk işadamı aynen şunları anlattı bana: Paris gece hayatına, "Geceyarısı 01.00'den sonra canlı müzik çalmanın bedeli beyaz bir zarftır" anlayışını getirenler, yine benim dost canlısı aziz vatandaşlarım olmuş! Çünkü bizimkiler bu piyasaya girene kadar herşey Fransız usûlüymüş. Yani, eskiden devriye polisler lokallere geliyor ve "Beyler, müzik izniniz gece 01.00'e kadar, artık kapatıyorsunuz" deyip gidiyorlamış. Necip Türk milleti orada da bu sorunu kendine özgü yöntemlerle çözüme kavuşturmuş. Gelen polisi hemen boş bir masaya almaya, "Canım Jean-Pierre abicim benim, nasılsın, işler nasıl, terfi zamanın gelmedi mi, sizin de göreviniz bayağı zor be abicim" falan demeye başlamışlar. Tabiî, bu esnada ulvî bir dostluğun simgesi olan zarflar da masanın altında el değiştiriyormuş. Böylelikle bu can sıkıcı mesele zaman içinde Türkler eliyle sulha ermiş. Alıştırmışlar adamları ve şimdi Paris'te aslanlar gibi sabaha kadar müzik çalınıyormuş.
Concorde Meydanı'nda Seine Nehri'ne doğru bazı tarihî heykeller vardır. Onlardan birinin -ki belki de 1700'lerde yapılmış tunç bir heykeldi bu- kol kısmında, o güzel Fransız ablamızın kolunda aynen şöyle bir yazı gördüm: "Ali, Ahmet ve Niyazi 2002'de burayı ziyaret ettiler." Tunç heykelin koluna çakıyla kazımışlar yazıyı. İşte bizler ulusal kültürümüzün batıdaki bu gibi seçkin yansımalarına "Avrupa'da Türk izleri" diyoruz. (Çöpdemir'in bu son cümlesi üzerine, odadakiler arasında yaklaşık bir dakika süreyle yerlerde süründüren bir gülme krizi yaşanıyor.)
Köklü geleneklerimiz ve göreneklerimizle biraz zorlayacağız tabiî Avrupalı abileri. Ama şundan da eminim; eninde sonunda onlar kazanacak ve bu durum hepimiz için çok hayırlı olacak. Çünkü Avrupa'yı görmüş olan herkes bilir ki Paris'te, Londra'da ya da Berlin'deki bir caddede âniden yığılıp kalsan, "Bittim ben" diye panik yapmana hiç gerek yoktur. Ambulans üç-beş dakika içinde gelir, seni alıp en yakın hastaneye yetiştirir ve adam gibi de bakarlar. İster oranın vatandaşı ol, ister turist ol, ister Hıristiyan ol, istersen de Müslüman ol. Taşınman sırasında da birileri gelip o hengâmede cep telefonunu aşırmayı falan akıl etmez. Yoktur çünkü belleklerinde böyle marjinal bir bilgi...

İsviçre otobanlarındaki 'çiş yasağı'

Hiç unutmam, özel bir araçla Cenevre'den Zürih'e gidiyorduk. Otobanda acaip sıkıştım ve İsviçreli şoföre durması için dakikalarca yalvardım. "Beni yakarsınız Sir" dedi, "Otobanda işemenin çok ağır cezası var, benzinciye kadar sabretmelisiniz!"
"Allah aşkına, yapma etme be birader" dedim, "Aha şurası açık arazi, ben de bir Türk olarak böyle arazilerde rüzgâra karşı salmayı çok severim. Ne olur, dur da şurada bir çişimi yapayım!"
Buna rağmen herif nuh dedi peygamber demedi, benzinciye kadar üç saat boyunca soğuk terler döktüm.
Bakma, ben muhabbetimiz tatlı geçsin diye işin hep gırgır tarafındayım, ama bu mizahî örneklerin ardındaki millî trajediyi zaten anlayan anlayacaktır. Avrupa'da artık -yüzlerce yıllık acı deneyimlerin ışığında- sarsılmaz nitelikte standartlar oluşmuş durumda. Bu standartlara bizim de şiddetle ihtiyacımız var. Böylesine iç açıcı bir toplumsal düzenin, insanî standartların ve ekonomik ferahlığın olduğu bir Türkiye'yi kim istemez!
AB üyeliği bize çok yarayacak, çünkü bu gemi artık böylesine köhnemiş bir mantıkla git-mi-yor! O yüzden AB'nin çok şiddetli bir savunucusuyum. Necip milletimiz er ya geç AB kapılarından içeri doğru yavaşça süzülecektir.

- Avrupa Birliği serüvenimiz için bundan daha hoş, daha keyifli bir tanımlama bulunamazdı herhalde: "İçeri doğru süzülmek"...

- (Kahkahalar) Evet azizim, başka yolu yok. Herkesin de gördüğü gibi bizi içeri öyle cart diye buyur etmiyorlar. O zaman gerekiyorsa mâyi hâline dönüşüp, cıvalaşıp içeri doğru akacağız. O zaman da AB'nin en büyük, en güçlü devletlerinden biri olacağız.

'Çocuklarımın babam gibi acı çekmesini istemiyorum'

- Konu hazır AB'den açılmışken, sözü şu ünlü "hazmetme kapasitesi" olayına getirmek istiyorum. Sindirime ilişkin bu kavram aslında senin için de pek yabancı sayılmaz. Ne dersin, AB Türkiye'yi hazmedebilecek mi?

- AB'nin, her üye ülkenin mutlaka sahip olmasını istediği bazı değişmez standartları var. Türk milleti gibi -standartlardan hiç hoşlanmayan- bir camiaya bunları kabul ettirmek biraz zaman alacaktır elbette. Meselâ, İspanya'da zeytin üreticilerine zeytin ağaçları arasında 2-3 metrelik standart bir mesafe olması gerektiğini öğretene kadar akla karayı seçmişler. Çünkü İspanyol çiftçisi o tarihe kadar dededen kalma yöntemlerle çalışmaktaymış. Adama anlatıyorsun, "Yahu canım kardeşim, bunların köklerinin birbirini etkilememesi lâzım, aralarında en az iki metre olursa çok daha iyi büyürler, böylelikle zeytinlerin daha iri ve lezzetli olur". İspanyol çiftçi amcam ise bilim milim sallamıyor, atalarından nasıl görmüşse inatla aynı yolda gidiyor. Yıllar geçti İspanya'ya modern tarımı öğretene kadar. Bilmem kaç yıl sürmüş bunun müzakeresi. İnan bana, bizde her standardın müzakeresi bunun en az iki katı sürecektir. Ama sonuçta şunu göreceğiz ki o iki ağaç arasındaki mesafeyi adamlar kıçlarından uydurmuyorlar. Bu standart, laboratuarda yıllarca süren bilimsel deneyler sonucunda ortaya çıkmış ve ancak öylelikle bir standarda dönüşmüş. Yoksa, Allah'ın Fransızı ya da İngilizi oturup da egolarını tatmin etmek için, "Kaç metre yapalım lan şu zeytin ağaçlarının arasını, at kafadan bir sayı" dememiş.
Bir başka örnek... Adamlar diyor ki caddelerde gıda satıcıları olmasın. İlla olacaksa da bunların hepsi vergi levhası taşıyan ve hijyen kurallarına azamî düzeyde dikkat eden birer "mini dükkan" mantığıyla işletilsin. Yani satıcılar, devlete vergi ödemeyi, fiş kesmeyi, etrafı temiz tutmayı, ellerini sık sık yıkamayı ve müşterilerine peçete vermeyi falan öğrensin. Şimdi bu kötü birşey midir? Biz zaten Müslüman bir toplum olarak vergi ahlâkı ve hijyen ile ilgili böyle kurallara muhalefet edeceksek, bu dünyada kendimizi gelişmiş bir ülke falan saymayalım! Girelim Afrika Birliği'ne, Togo, Nijer, Zambiya, Swaziland gibi abilerle mutlu mutlu takılalım. O da sevenleri için başka bir hayat tarzıdır. Ama ben böyle bir hayatı kesinlikle istemiyorum. Babamı hatırlıyorum çünkü. Rahmetli, kendi hâlinde bir memurdu; bütün ömrü yokluk, perişanlık, haksızlıklarla boğuşma ve bütçesini denk getirme çabasıyla geçti zavallı adamın. Ben şu anda evli değilim, ama evlenip de çocuklarım olursa, onların böyle bir Türkiye'de yaşamasını istemiyorum anasını satayım! Bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz çocuğu gibi iyi eğitim almasını, iyi beslenmesini ve geleceğe güvenle bakmasını istiyorum. Bilimde, sporda, ekonomide, kültürde, sanatta her önüne geleni tuş eden güçlü bir ülkenin gururlu vatandaşları olmalarını hayâl ediyorum. Yurt dışına çıkarken bizler gibi vize kuyruklarında sürünmesinler.

'Mutsuz değiliz, ama güvensiziz'

Brüksel, Avrupa'nın en kasvetli şehri olarak tanınır. Gökyüzü yılda on ay hep kurşunî renktedir. Yalnızca iki ay güneş görür orası. Yani tam bir depresif atmosfer. Üstüne üstlük, Belçikalılar da özünde köylü ve kaba bir millettir. Ama buna rağmen ben Brüksel'de suratı beton gibi, hayattan nefret eder bir ifadeyle dolaşan çok az insan gördüm. Orada bile insanların mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. Bir de bizim insanlarımızın yüzlerine bak. Geçenlerde uluslararası bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. Dünyanın en mutlu ve en mutsuz halklarını tespit etmek için beş kıtada çok büyük bir anket yapmışlar. Hatırlayabildiğim kadarıyla mutsuzluk sıralamasında Macarlar birinci, Ruslar ikinci, biz de üçüncü çıkmışız. En mutlu ülkelerde de Avusturyalılar birinci, Amerikalılar ikinci olmuş. Hani şu Avrupa ve Amerikan yapımı aile filmlerini izliyoruz, oralardaki insanların yüzlerinde bir yaşama sevinci göze çarpıyor ya. Habire koşuşturup duran, gündelik sıkıntılarla boğuşan insanlar bunlar; ama aynı zamanda ülkelerine derin bir güven duyduklarını da görüyorsun. Ben bu tür araştırmaların sonuçlarını gördüğümde, o özgüven duygusunun öyle bazılarınca iddia edildiği kadar gerçekdışı olmadığını anlıyorum artık. Demek ki filmlere de yansıyan o mutluluk bütünüyle bir hayâl ya da propaganda değil. Bu insanların, kendilerine özgü bütün güncel sorunlarına karşın keyifleri yine de yerinde, geleceklerinden eminler ve ülkelerine güveniyorlar. Biz de tam tersine dünyanın en mutsuz, geleceğinden en umutsuz üçüncü halkı çıkmışız.

- O araştırmayı ben de okudum. Fakat, kendi adıma böylesine karamsar bir tabloya pek inanmak istemedim doğrusu. Bence anketçiler o gün Türkiye'de çoğunlukla canı sıkkın, kredi kartı borcunu ödeyememiş kişilere denk gelmişler.
Ne diyorsun, Türkiye 2000'lerde bu kadar da kasvetli bir ülke mi gerçekten?

- Yani, Türk milleti olarak kopkoyu bir mutsuzluk denizi içinde yüzdüğümüz düşüncesine ben de katılmıyorum, ama kendimizi aşırı derecede güvensiz hissettiğimiz çok doğru. Geleceğe güvenimiz hiç yok bizim. Ben eğer yarına ilişkin tutarlı planlar kuramıyorsam, emeklilik dönemime ilişkin sağlam projelerim yoksa, bir yıl sonrası için bile önümü göremiyorsam, bu mutlaka bende bir depresif ruh hâli oluşturur. Milyonlarca vatandaşın durumu aynen böyle. Bundan kaynaklanan bir mutsuzluğumuz var. Yoksa, hiç kimsenin böylesine güzel bir coğrafyada yaşıyor olmaktan dolayı mutsuz olduğuna doğrusu ben de inanmıyorum. Mutsuzluklarımız daha ziyade ekonomik kaynaklı. Avrupa'nın Türkiye'ye karşı yüzlerce yıllık önyargıları var. Bunları daha önce konuştuk. Bazı önyargılarında haklı, bazılarında ise haksızlar. Bizim de artık yerel kalmakta çok fazla ısrar etmeyip, kimi yerel güzelliklerimizi ve değerlerimizi AB içinde bir kültürel renk olarak -ama dozunda- kullanıp, batıdakilerle ortak bir dil oluşturarak o kapıyı aralamamız gerekiyor. Türkiye'nin caddelerinde de yüzleri gülen, kalpleri yaşama sevinciyle dolu insanların bollaşması fena mı olur?

- Bu ülkeyi gerçekten seven herkesin ortak dileği bu hiç kuşkusuz... Son olarak, şu ünlü deyişinle, "necip Türk milleti"ne ne gibi bir mesajın olacak?

- Şunu iyi bilsinler ki çok seviyorum onları. Bütün amacım, onların yüzüne fırsat buldukça birer gülücük kondurabilmek. Cenab-ı Allah'tan da bu ülkeye ve onun fedakâr insanlarına aydınlık bir gelecek nasip etmesini diliyorum.

  DİĞER BÖLÜMLER
  • 1. Bölüm : 'Ben daima Müslüman bir solcu oldum'
  • Geri dön   Yazdır   Yukarı


    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi