T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
R Ö P O R T A J | 12 ARALIK 2005 PAZARTESİ | ||
|
"Göbeğim, fiziksel sorunları nedeniyle her gün muhatapları tarafından taciz edilenlerin, çağdaş ölçülere göre yeterince albenili olmadıkları için çevrelerince dışlanıp itilenlerin bir simgesidir. Ben, onunla 'Yeni Kadirizm'in temsilciyim." - İlk bölümde bayağı bir ciddileştik, ama önemli konulara da değindik. Şimdi artık konuyu değiştiriyorum. Yakından görme şerefine nail olduğum şu muhteşem göbeğin, gösteri dünyasında senin dışında, hattâ bazen senden çok daha ön planda apayrı bir fenomene dönüştü. Rahatsız mısın onun bu göz kamaştırıcı şöhretinden? Göbekle aranda bir ego mücadelesi ya da kıskançlık çatışması oluyor mu? - Hayır, aksine, onu ürettiği ekonomik artı değer nedeniyle çok seviyorum. Kıskanmaktan ziyade, "Hadi yavrum, biraz daha, yüklen yavrum, bunu da yersin sen" falan gibi yüreklendirici sözler sarfediyorum ona, "Bak bu tatlıyı senin için pişirmişler" diyorum meselâ. Ben, fiziksel olarak ideal sayılmayan insanların kahramanıyım. Olaya çağdaş dünyadaki estetik değerler açısından bakıldığında, göbekli insanlar topluma sürekli itici mahlûklar olarak sunulur. "Ay, ne çirkin, ne kadar estetik dışı!" falan diye homurtular duyarsınız şişmanlarla ilgili olarak. Ben, bütün bu aşağılayıcı kampanyalara rağmen milletin benim göbeğimi sevmesini, şekle tapınarak yaşayanlara karşı düzenlenmiş en büyük provokasyon olarak görüyorum. Söyle Allah aşkına, koskoca bir "estetik görünme endüstrisi"ne karşı ben tek başıma bir şovalye gibi ilerlemiyor muyum bu âlemde?
- Doğru aslında... Şimdi göbeğine daha bir saygı duydum ben de... Olabildiğince iyi beslemelisin onu...
- Evet azizim, olay budur. Bu göbek, fiziksel sorunları nedeniyle her gün muhatapları tarafından taciz edilenlerin, çağdaş ölçülere göre yeterince albenili olmadıkları için çevrelerince dışlanıp itilenlerin bir simgesidir. Ben, onunla "Yeni Kadirizm"in temsilciyim.
- Türkiye'deki pek çok televizyon yıldızı, gün gelip uzun metrajlı bir sinema filminde oynamayı, oyunculuklarının sektörden genel anlamda icazet alıp taçlandırılması şeklinde algılıyor. Ya senin beyazperdeyle aran nasıl? Şimdiye kadar hiç sinema filmi teklifi aldın mı?
- Sinema filmi yapayım diye öyle aman aman yanmıyorum. Çünkü ben özünde bir televizyon şovmeniyim. Şimdiye kadar birkaç senaryo geldi, ama doğrusu bunların hiçbiri içime sinmedi. Kendini tanıyan bir adam olarak, tipimin ve oyunculuk tarzımın neye gidip neye gitmeyeceğini gayet iyi biliyorum. Gelen senaryolar beni öykü içinde doğru konumlandıramamışlardı. Sinan abi (Çetin) birlikte bir şeyler çekmemizi çok istiyor. Gelecekte film oyunculuğu yaparsam, bu muhtemelen onun bir projesinde olacaktır.
- Geçmişinde çok başarılı bir müzik yazarlığı dönemin oldu. Şu anda da kamera çevresinde dönen işler dışında böyle farklı bir uğraşın var mı? Kitap yazmak gibi meselâ...
- Evet, yakında Karakutu yayınlarından bir kitabım çıkacak. Bir süredir Esquire dergisinde gerçek mi hayâlî mi olduğu tarihin sorgusuna bırakılmış bazı uçuk röportajlarım yayınlanıyor. Bunları biraraya getiriyorum şimdilerde. Bill Clinton'dan Vladimir Putin'e kadar muhtelif önemli şahsiyetlerle "hesapta" konuşuyoruz. Aralık itibarıyla inşaallah çıkartacağız bu kitabı...
'Yemek, çekimden önce gelir'
- Kameranın sana dönük olmadığı zamanlarda nasıl bir adamsın? Aynen bizim ekranlardan tanıdığımız gibi bir neşe küpü mü, yoksa soğuk ve kavgacı mı? Bu soruya olabildiğince içtenlikle cevap ver ama, çünkü vurguladığım o ikircikli tutum gayet tipik bir komedyen sendromudur.
- Yok yok, kavgacı değilim aslında. Benim en tehlikeli olduğum anlar, açlıktan kan şekerimin düştüğü zamanlardır. Hattâ, bir şey söyleyeceğim, Ramazan ayında da pek tehlikeli olmuyorum, aha bak bu kadar ekip arkadaşım duruma şahittir! (Ekip üyeleri başlarıyla onaylıyorlar) Bir an için sinirlenecek gibi olsam bile, "Oğlum Kadir" diyorum kendi kendime, "Şurada manevî bir atmosferin içindeyiz. Kırma ulan ekibin kalbini!"
'Avrupa'daki Türk izleri' hakkında...
- Türkiye'nin AB'ye giriş mücadelesi hakkında ne düşünüyorsun? Medya ve siyaset dünyamızda, bu süreci "vatanı yabancılara peşkeş çekmek" olarak gören ve gösteren büyük vatanseverler var.
- Bundan bir ay kadar önce Paris'teydim. Dönerken uçakta, orada uzun yıllardır çalışan bazı Türk işçileriyle karşılaştım ve kendileriyle uçuş boyunca sohbet ettim. Meselâ, eğlence sektöründe söz sahibi olmuş, orada lokal işleten bir Türk işadamı aynen şunları anlattı bana: Paris gece hayatına, "Geceyarısı 01.00'den sonra canlı müzik çalmanın bedeli beyaz bir zarftır" anlayışını getirenler, yine benim dost canlısı aziz vatandaşlarım olmuş! Çünkü bizimkiler bu piyasaya girene kadar herşey Fransız usûlüymüş. Yani, eskiden devriye polisler lokallere geliyor ve "Beyler, müzik izniniz gece 01.00'e kadar, artık kapatıyorsunuz" deyip gidiyorlamış. Necip Türk milleti orada da bu sorunu kendine özgü yöntemlerle çözüme kavuşturmuş. Gelen polisi hemen boş bir masaya almaya, "Canım Jean-Pierre abicim benim, nasılsın, işler nasıl, terfi zamanın gelmedi mi, sizin de göreviniz bayağı zor be abicim" falan demeye başlamışlar. Tabiî, bu esnada ulvî bir dostluğun simgesi olan zarflar da masanın altında el değiştiriyormuş. Böylelikle bu can sıkıcı mesele zaman içinde Türkler eliyle sulha ermiş. Alıştırmışlar adamları ve şimdi Paris'te aslanlar gibi sabaha kadar müzik çalınıyormuş.
İsviçre otobanlarındaki 'çiş yasağı' Hiç unutmam, özel bir araçla Cenevre'den Zürih'e gidiyorduk. Otobanda acaip sıkıştım ve İsviçreli şoföre durması için dakikalarca yalvardım. "Beni yakarsınız Sir" dedi, "Otobanda işemenin çok ağır cezası var, benzinciye kadar sabretmelisiniz!" - Avrupa Birliği serüvenimiz için bundan daha hoş, daha keyifli bir tanımlama bulunamazdı herhalde: "İçeri doğru süzülmek"... - (Kahkahalar) Evet azizim, başka yolu yok. Herkesin de gördüğü gibi bizi içeri öyle cart diye buyur etmiyorlar. O zaman gerekiyorsa mâyi hâline dönüşüp, cıvalaşıp içeri doğru akacağız. O zaman da AB'nin en büyük, en güçlü devletlerinden biri olacağız.
'Çocuklarımın babam gibi acı çekmesini istemiyorum'
- Konu hazır AB'den açılmışken, sözü şu ünlü "hazmetme kapasitesi" olayına getirmek istiyorum. Sindirime ilişkin bu kavram aslında senin için de pek yabancı sayılmaz. Ne dersin, AB Türkiye'yi hazmedebilecek mi? - AB'nin, her üye ülkenin mutlaka sahip olmasını istediği bazı değişmez standartları var. Türk milleti gibi -standartlardan hiç hoşlanmayan- bir camiaya bunları kabul ettirmek biraz zaman alacaktır elbette. Meselâ, İspanya'da zeytin üreticilerine zeytin ağaçları arasında 2-3 metrelik standart bir mesafe olması gerektiğini öğretene kadar akla karayı seçmişler. Çünkü İspanyol çiftçisi o tarihe kadar dededen kalma yöntemlerle çalışmaktaymış. Adama anlatıyorsun, "Yahu canım kardeşim, bunların köklerinin birbirini etkilememesi lâzım, aralarında en az iki metre olursa çok daha iyi büyürler, böylelikle zeytinlerin daha iri ve lezzetli olur". İspanyol çiftçi amcam ise bilim milim sallamıyor, atalarından nasıl görmüşse inatla aynı yolda gidiyor. Yıllar geçti İspanya'ya modern tarımı öğretene kadar. Bilmem kaç yıl sürmüş bunun müzakeresi. İnan bana, bizde her standardın müzakeresi bunun en az iki katı sürecektir. Ama sonuçta şunu göreceğiz ki o iki ağaç arasındaki mesafeyi adamlar kıçlarından uydurmuyorlar. Bu standart, laboratuarda yıllarca süren bilimsel deneyler sonucunda ortaya çıkmış ve ancak öylelikle bir standarda dönüşmüş. Yoksa, Allah'ın Fransızı ya da İngilizi oturup da egolarını tatmin etmek için, "Kaç metre yapalım lan şu zeytin ağaçlarının arasını, at kafadan bir sayı" dememiş.
'Mutsuz değiliz, ama güvensiziz'
Brüksel, Avrupa'nın en kasvetli şehri olarak tanınır. Gökyüzü yılda on ay hep kurşunî renktedir. Yalnızca iki ay güneş görür orası. Yani tam bir depresif atmosfer. Üstüne üstlük, Belçikalılar da özünde köylü ve kaba bir millettir. Ama buna rağmen ben Brüksel'de suratı beton gibi, hayattan nefret eder bir ifadeyle dolaşan çok az insan gördüm. Orada bile insanların mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. Bir de bizim insanlarımızın yüzlerine bak. Geçenlerde uluslararası bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. Dünyanın en mutlu ve en mutsuz halklarını tespit etmek için beş kıtada çok büyük bir anket yapmışlar. Hatırlayabildiğim kadarıyla mutsuzluk sıralamasında Macarlar birinci, Ruslar ikinci, biz de üçüncü çıkmışız. En mutlu ülkelerde de Avusturyalılar birinci, Amerikalılar ikinci olmuş. Hani şu Avrupa ve Amerikan yapımı aile filmlerini izliyoruz, oralardaki insanların yüzlerinde bir yaşama sevinci göze çarpıyor ya. Habire koşuşturup duran, gündelik sıkıntılarla boğuşan insanlar bunlar; ama aynı zamanda ülkelerine derin bir güven duyduklarını da görüyorsun. Ben bu tür araştırmaların sonuçlarını gördüğümde, o özgüven duygusunun öyle bazılarınca iddia edildiği kadar gerçekdışı olmadığını anlıyorum artık. Demek ki filmlere de yansıyan o mutluluk bütünüyle bir hayâl ya da propaganda değil. Bu insanların, kendilerine özgü bütün güncel sorunlarına karşın keyifleri yine de yerinde, geleceklerinden eminler ve ülkelerine güveniyorlar. Biz de tam tersine dünyanın en mutsuz, geleceğinden en umutsuz üçüncü halkı çıkmışız.
- O araştırmayı ben de okudum. Fakat, kendi adıma böylesine karamsar bir tabloya pek inanmak istemedim doğrusu.
Bence anketçiler o gün Türkiye'de çoğunlukla canı sıkkın, kredi kartı borcunu ödeyememiş kişilere denk gelmişler. - Bu ülkeyi gerçekten seven herkesin ortak dileği bu hiç kuşkusuz... Son olarak, şu ünlü deyişinle, "necip Türk milleti"ne ne gibi bir mesajın olacak? - Şunu iyi bilsinler ki çok seviyorum onları. Bütün amacım, onların yüzüne fırsat buldukça birer gülücük kondurabilmek. Cenab-ı Allah'tan da bu ülkeye ve onun fedakâr insanlarına aydınlık bir gelecek nasip etmesini diliyorum.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |