T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 16 ARALIK 2005 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  Hayat
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

Allah'ım inanamıyorum, 'Kurtlar Vadisi' en sonunda bitiyor!

Yemin ediyorum, ekranda "son" yazısını gördüğüm o gün, cebimdeki paranın yettiği irilikte bir koç alıp keseceğim; etini de bu diziyi üç sezondur ağzı açık vaziyette izleyen yoksul vatandaşlara dağıtacağım. (Siz görün, kesim ânının fotoğrafını da bu köşeye koyuyor muyum, koymuyor muyum?)

"Kurtlar Vadisi"nin 29 Aralık'ta biteceğini gazetelerden okuduğum dakika itibarıyla niyetlendim bu hayırlı işi yapmaya...

Öyle böyle değil, tüm zamanların bu en fazla şişirilmiş televizyon dizisi iki haftaya kadar nihayet tarihe karışıyor. Ya Rabbim, şu kasvetli kış günlerinde nasıl da büyük bir mutluluk bahşettin bizlere böyle!

2002 yılıydı. Daha Show TV ekranlarında "Kurtlar Vadisi"nin -ünlü "Omen" filminin ürkütücü yazı karakteriyle bezeli- ilk tanıtım görüntüleri dönmeye başladığı anda gidişattan kıl kaptım. Türkiye'de yasadışı rantın ne boyutlarda olduğunu "öğreten adam ve oğlu" modelinde uzun uzadıya anlatan açılış cümleleri, havada uçuşan animasyon bir baykuş (ya da karga, her neyse!) ve tabiî o unutulmaz "Bu bir mafya dizisidir" cümlesi...

Ardından dizi başladı. Sırf, "Acaba yanılıyor olabilir miyim" düşüncesiyle ilk bölümü pür dikkat izledim. Ve o gün itibarıyla da olaydan tamamen koptum.

Bu topraklarda hiçbir zaman bir benzeri görülmemiş ve görülemeyecek İtalyan özentisi mafya ritüelleri, sonradan bunların üzerine takviye olarak dökülen İlluminati sosu, tiyatrodan gelme birkaç istisnai aktör ve aktristin çizgi üstü performansları haricinde insana fenalıklar getiren amatör oyunculuk gösterileri (hele de sevgili Necati Şaşmaz kardeşimizin kameraya doğru attığı o ürkünç bakışlar yok mu!), "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" tarzında yazılmış destan gibi didaktik monologlar, sürekli sıcak haber gündeminden beslenen ve hiçbir kalıcılık kaygısı taşımayan olay örgüleri, hababam gizemli birşeyler anlatıp duran çok bilmiş adamlar ve onları dakikalarca "baş sallama detayı"yla dinleyip duran muhatapları, (yine) bu kültürde hiçbir geleneği olmayan acayip konuşma tarzları, acayip ilişkiler, acayip davranışlar... Metaforik bir anlam taşıma iddiasındaki "Vadi" lafı bile aslında yerli yerine oturmuyordu dizide. Çünkü Türkiye'yi vadi olarak tanımlamak için biraz insaf gerek. Ama bazı coğrafî ifadeler aslında öykü içinde çok da isabetli bir karşılığı olmasa bile sırf afişte şık durduğu için sinemacılar tarafından pek bir sevilir ya, sözkonusu kelimenin de o yüzden tercih edilmişliği apaçık meydanda...

Biliyorum, milyonlarca iflah olmaz "Kurtlar Vadisi" hayranının bulunduğu bir ülkede, bir tür "harakiri" yazısı oldu bu; ama ne yapayım, sinemayı çok seven bir adam olarak bu mutlu günün şerefine herşeyi göze alarak böyle bir yazı yazmaktan kendimi alamadım doğrusu... Hele de bir haftadır medyayı alabildiğine meşgul eden "Andy Garcia ve Sharon Stone son bölümde oynadılar, üstelik bir de Sharon Necati'yi dudağından öptü" muhabbetinden sonra duygularımı sizlerle paylaşmazsam resmen çatlardım. Onun için beni bu yazıdan sonra, artık ayağıma beton döküp denize mi atarsınız, yoksa bir duvarın içine mi gömersiniz; ne yaparsanız yapın razıyım. Yeter ki "Kurtlar Vadisi'ni beğenmeyen bir vatandaş olma" hakkımı şuracıkta hemen kullanayım.

1995 yılında, dönemin en ünlü mafya babalarından -geçtiğimiz yıllarda bir saldırı sonucu vefat etti, toprağı bol olsun- Nihat Akgün ile Yeni Şafak adına bir söyleşi yapmıştım. Hattâ başlığı da "Adalet Bakanı olmayı çok isterdim" gibi egzantrik birşeydi. O görüşmenin sonunda Akgün'e, "Ağabey" dedim, "Bu âlemin ünlü isimlerinden benim için birer randevu alabilir misiniz, mafyaya ilişkin sıkı bir yazı dizisi yapmak istiyorum! Siz ricacı olursanız beni kırmazlar."

Akgün bu isteğim üzerine bir kahkaha attı ve "Oğlum, ben sana randevu alayım almasına da bizim camianın adamlarıyla ne konuşacaksın? Bunlar yalnızca banknottan anlarlar. Çoğunun iki kelimeyi biraraya getirecek Türkçesi bile yoktur. Şu anda bu âlemin en kültürlü adamıyla konuşuyorsun, ama işte benim hâlim de ortada! Bırak bu sevdayı, su katılmamış kırodur bizimkiler!"

Çok hoş ve içten bir özeleştiriydi bu. Nitekim, sonraki yıllarda çeşitli vesilelerle konuşma fırsatı bulduğum bu tür "ağır ağabeyler"in hemen hemen tamamında vahim bir "yontulmamışlık" sorunu gözlemleyerek, Akgün'ün teşhisine bütün kalbimle hak verecektim. Türk-Kürt melez mafyasından bir "Don Carleone" çıkarmak pek kolay iş değildi.

O gün bugündür, her ne zaman ekranda "Kurtlar Vadisi"nin uzun ve sofistike cümlelerle konuşup duran karanlık adamlarını, kontlarını, baronlarını, lordlarını görsem aklıma hep rahmetlinin o sözleri gelir.

Bölüm başına bir servet tahsil ettikten sonra, yıllarca ilkellik denizinde yüzmüş olan Türk sinemacılığı için teknik anlamda yenilik sayılabilecek birkaç patlama efektiyle, bir-iki tane arabayı hurdaya çevirmekle, beyazcamda ya da perdede böyle şeyleri bugüne kadar hiç görmemiş bir halkın gözünü boyamak kolaydı elbette... Ama hiç kimse işin birazcık daha ayrıntısına inip şöyle sorular sormadı, sorması da beklenemezdi zaten: "Böylesine rahat bir bütçeyle çalışılmasına rağmen, ciyak ciyak bağıran bu çiğ betacam video görüntüleri nedir böyle? Madem ki bir süper prodüksiyondan söz ediyoruz, o hâlde tüm dünyada olduğu gibi 35 mm çekilmeli bu dizi. Elin oğlu en dandik televizyon komedilerini bile en azından süper 16 mm ile çekiyor. Bu mudur Türkiye'nin gelmiş geçmiş en müthiş dizisinin çekim formatı?"

E, serde biraz filmcilik olduğundan, kolayca anlıyoruz tabiî yapımcı ağabeylerimizin kaygılarını... Video kamera dediğin cillop gibi bir alet. Çekimi ucuz, seri ve kolay, kurgusu da öyle. Üstelik, "color correction" programları sağolsun, her türlü ışıklandırma hatasının kurgu masasında hemencecik örtülebildiği sihirli bir format bu. Hâl böyleyken kim girer 35 mm'nin kahrının altına!

Ha, hiç mi güzel giden şeyler yoktu bu üç sezonluk öyküde... Vardı elbette. En başta da müzik. İskoçya yaylalarından bir miktar tını ödünç alınmakla birlikte, dizideki müzikler yine de işin ruhuna uygun çalışmalardı. Zafer Ergin gibi bazı ustaların oyunculuklarına da hiç sözüm yok. Ama, isterse başkanlığını George Lucas'ın yaptığı uluslararası bir jüri karşıma geçip beni ikna etmeye çalışsın, bu fakir yine de Necati Şaşmaz'ın "iyi oyuncu" olduğuna, dahası "oyuncu" olduğuna inanma konusundaki çekincesini sonsuza kadar muhafaza edecek. "Keşke benim de senarist bir ağabeyim olsaydı" diyorum, başka bir şey demiyorum.

Dizinin bazı yabancı ülkelere satılmasını, teknik, estetik ya da öykü anlamında çok başarılı olduğunu kanıtlayan bir argüman gibi sunmaya çalışanlara ise dünyanın her gün her yerinde herkesin birbirine bir takım diziler sattığını söylemekle yetineceğim. Meselâ, en çok dizi ve film satan ülkelerden biri de Hindistan. Hindistan filmlerinin neyi ve nasıl anlattığını bilenler, ne demek istediğimi de gayet iyi anlayacaklardır. Aynı şekilde dizi fabrikatörü Brezilya'nın da...

Son olarak, gelelim Sharon Stone ve Andy Garcia olayına... Bu diziyle ilgili olarak medya üzerinden verilen ara gazlarını dikkatlice takip etmiş olanlar hemen hatırlayacaklardır. Malumunuz, geçen yaz toplum içinde "Al Pacino'nin dizide oynayacağı" efsanesi yayılmıştı. Bunu cep telefonu mesajlarıyla bile duyurdu "Vadi"nin propaganda ekibi. Sonra cevval bir muhabir arkadaşımız üşenmeyip Pacino'nun basın danışmanına ulaştı ve olayın gerçekliğini birinci elden sorguladı. Tabiî, adamın verdiği cevap bir hayli acıklıydı, "Yok kardeşim böyle bir şey, bize şu ana dek Türkiye'den hiç kimse başvurmadı. Zaten beyefendi asla televizyon dizilerinde oynamaz, aşar bu iş sizi" deyince balon bir anda söndü. Tabiî, yıllardır herkesin söz birliği etmişçesine yere göğe sığdıramadığı, aleyhinde görüş bildirmenin neredeyse ayıp ve yasak sayıldığı böyle bir prodüksiyon için müthiş bir prestij kaybıydı Amerika'dan gelen o haber. Bunun üzerine Hollywood'da klasman olarak Al Pacino'dan iki gömlek aşağıda olan Andy Garcia ve artık ahı gitmiş vahı kalmış durumdaki -son beş yıldır iş bulmakta zorlanan- Sharon Stone ile alelacele anlaşıldı. Bu Hollywood simâları da işin içine katılarak, Pacino olayında feci şekilde çizilen karizmayı toparlamak üzere gösterişli bir final tasarlandı. Ayrıca böyle bir hava değişikliği, medyada kopartılan onca fırtınaya karşılık, ekrana yansıdığında sapır sapır döküldüğü görülen "Suriye bölümleri"nin yol açtığı güven bunalımını dağıtmak için de elzemdi.

İşin "yerel kazanım" niteliğini, yani Türk sinemasının gelişimine ne gibi bir somut katkıda bulunduğunu daha iyi anlayabilmek için, anılan final bölümünün çalışma koşullarına bakmak yetip de artıyor bile. Amerikalı ekibe paraları peşinen ödenmiş, adamlar bizimkilere "Siz şöyle kenarda durun hele" demişler, Los Angeles'te bir villada kendi aralarında çekimi yapıp sonra da kaseti yapımcıya uzatmışlar. Ortalıktaki tek Türk görevli, o sahnede rolü olan Necati Şaşmaz... Dizinin yönetmeni Serdar Akar (ki kendisine "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" adlı harika filminden dolayı büyük saygı duyarım) onca bölümü yönetiyor, ama iki Hollywood yıldızının oynadığı son bölümü yönetemiyor. Türk sinemasının bu olaydaki müthiş kazanımına bakın hele!

Eğer bu bir kazanım ya da başarıysa, aha yazıyorum buraya, yarın sevgili patronumuz Ahmet Albayrak'a çıkıp "Ağabey, Yeni Şafak'ın bir sonraki imaj reklâmında Andy Garcia'yı oynatalım, Sharon Stone da finalde 'Türkiye'nin Birikimi' diyerek kameraya doğru bizim gazeteyi uzatsın" diyeceğim; eğer günündeyse o da mutlaka bu işin bütçesini masaya koyacaktır. Görün bakalım, Beverly Hills'teki hesabına makûl bir ücret yatırıldıktan sonra, gelecek reklâmımızda gazeteyi sizlere doğru Sharon Stone uzatmayacak mı? Hollywood ticarî bir yerdir ve orada parası olan herkes düşlerini gerçekleştirir. Amerikalı oyuncular açısından bu denli sıradan bir alışverişi bile büyük bir memleket meselesi hâline getirdiler.

Buna karşılık, ben her ne kadar Polat Alemdar'ın maceralarından zerrece haz etmeyen sessiz ve sindirilmiş azınlığın bir mensubu olsam da, kabul edelim ki güneş balçıkla sıvanmaz. "Kurtlar Vadisi"yle yatıp kalkmak zorunda bırakıldığımız üç yılın sonunda bu dizinin yapımcılarını, herşeye rağmen yürekten kutluyorum. Neden mi? Onca oyunculuk, yönetmenlik, ışık, kurgu, senaryo ve dramaturji hatasına karşın, bu projeyi gerçekten dehşetengiz bir PR çalışmasıyla Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi televizyon dizisi olarak topluma kabul ettirdikleri için... Ki bir malı pazarlamanın o malı üretmekten bile daha öncelikli konuma eriştiği çağımızda, bence en büyük başarıları da budur.

Ama ne yazık ki benim gibi bir sinema cahili, söz olayın sinematografik boyutuna geldiğinde çılgın kalabalıklardan farklı düşünmeye devam edecek. Ve eğer iki yıl sonra hâlâ bu sayfada yazıyor olursam, 2007 sonbaharında size şöyle bir soru soracağım:

"İçinizde Kurtlar Vadisi'ni hatırlayanınız var mı?"


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi