T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 16 ARALIK 2005 CUMA | ||
|
Şemdinli'de olup bitenlerin üzeri çabuk kapanacak gibi. Ne zaman bu tür skandalların artçı sarsıntıları Ankara'da güvenlik bürokrasisini kuşatırsa, MİT, Emniyet ile Jandarma arasındaki ilişkiler gerilirse, bilin ki dosyalar kapanmakta ve bunun etrafında yaşanan saray kavgası azmaktadır. Çok yazdık... Şemdinli skandalı sadece bir kitabevinin bombalanmasına resmi görevlilerin karışmasından ibaret değildir. Bu olayın öncesi ve sonrasında yaşanan onlarca bombalama ve faili meçhul cinayet, Mart 2005 itibariyle başlayan "yeni politik bir durum"a işaret ediyor. Kim start verdi sorusu, Ankara'dan İmralı'ya, bunlar arasındaki karışık ilişkilere kadar uzanıyor. Peki amaç ne? Yanıtı günlerdir bu ve benzer konularda yazarak bulmaya çalışıyoruz... Yanıtın ipuçları ağır bir "saray kavgası"nın, "ideolojik bir direniş"in, "hükümete yönelik operasyonlar"ın ardında gizli... Bu koşullarda Şemdinli olayları sadece Şemdinli'yi mi ifade ediyor dersiniz? Susurluk dönemini hatırlayın... Kimi devlet politikaları açığa düşmüş, ama sonuçta iş birkaç kişinin mahkum olmasıyla geçiştirilmişti. Bir dönemin Özel Harekât Dairesi Başkanvekili İbrahim Şahin ve eski MİT görevlisi emekli yarbay Korkut Eken altışar yıl, aralarında Kırcı ve Hoştan'ın da bulunduğu 12 sanık dörder yıl hapse mahkum olmuştu. Suçları, cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmaktı... Peki ya kurumsal sorumluluklar? Onlara dokunulmadı... Susurluk'tan Şemdinli'ye uzanan yapı kökünü Gladyo'dan alan, sistemleşmiş ve devletleşmiş gayrimeşru ilişkiler ağıdır. Nitekim bir dönem Kutlu Savaş'ın hazırladığı resmi raporda, faili meçhul cinayetlerle devletin bağlantısı kuruluyor, JİTEM'den MİT'e devlet kurumlarının, bazı devlet görevlilerinin Susurluk olayındaki sorumluluğunun altı açık bir şekilde çiziliyordu. Örneğin Yeşil'in, MİT ve Diyarbakır Asayiş Komutanlığı'nda çalıştığı, Muş'ta valinin, emniyet müdürünün, bölge komutanının bulunduğu toplantılara katıldığı, aynı kişinin Musa Anter'i, Vedat Aydın'ı öldürdüğü söyleniyordu. Bu durum MİT'i, JİTEM'i, TSK'yı, Emniyet Teşkilatı'nı, adli mercek altına yatırmayı gerektirmez miydi? Ama böyle olmadı ve olamıyor. Çünkü pislik devletin en ciddi, en ücra köşelerine öylesine bulaşmış ki, sorunun üzerine gidilmesi, devlet sisteminin çökmesiyle eşdeğer tutuluyor. Kutlu Savaş'ın raporundaki şu can alıcı bölümü hatırlayın: "Kim olduğunu ve ne yaptığını bilmesine rağmen devlet, Behçet Cantürk'le başedememiştir. Yasal yollar yetmemiş, neticede Cantürk'ün finansörü olduğu Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk'ün devlete biat etmesi beklenirken, adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir. Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Cantürk'ün öldürülmesi emrini kim vermiştir? Bu yetki kim tarafından kullanılabilir? Kim kime karşı sorumludur? Sistem nasıl çalışmalı, sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır? Bu uygulama tüm dünya devletlerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama bu kararlar kurallar içinde alınmalı ve ciddiyetle uygulanmalıdır. Yoksa Yeşil'in subayı öldürdüğünü etrafa söylemesi, Çatlı gibi devletin emrinde çalışan bir kişinin kaçakçılık yapıp, korku salması gibi; geri kalmış bir ülkenin ciddiyetten uzak operasyonlarına izin veren bir yapı ülkemizin hak etmediği bir durumdur..." Bu pasaj, Susurluk'a neşter atan bir itiraftır, ama daha vahimi Susurluk mantığını savunmakta, neredeyse devamını öngörmektedir. Ne dersiniz?
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |