|
|
1980'ler, Türkiye'deki inançlı kesimlerin "kent efsaneleriyle" bolca sömürüldüğü, ahlâkî özdenetimden yoksun bir dönem oldu. Merkezinde yüce dinimizin bulunduğu birtakım hayâl ürünü olaylarla Müslümanlar'ın imanlarını güçlendireceklerini, imansızları da imana getireceklerini sanan bir grup hayâlperest, ilk önce "Çağrı"nın başrol oyuncusu müteveffa Anthony Quinn'i -sanki çok gerekliymiş gibi- "Müslüman" ilan etti. Ardından, Ay'a ayak basan ilk astronot olan Neil Armstrong'u aynı şekilde "zorla" imana getirdiler. Bir süre sonra ünlü okyanus bilimci Kaptan Jacques-Yves Cousteau'nun da Atlas Okyanusu'nda keşfettiği bir sıcak su akıntısı nedeniyle İslâm'ı seçtiği duyuruldu kitlelere. Ardından, hayatı boyunca Türkiye dışına adım dahi atmamış, aslında öz be öz Türk olan bir takım "yabancı uyruklu (!) Müslüman bilim adamları" türedi ve bunların yazdıkları "yüksek bilim kitapları" bu saf ülkede yıllarca yok sattı. Yukarıda saydığım örnek olayların tümü koca birer yalandı. Anthony Quinn kuşkusuz ki çok iyi bir oyuncuydu. Ancak, son nefesine kadar vasat bir Katolik olarak yaşadı, inanca ve İslâm âlemine ilişkin ölümünden önceki en taze düşüncelerini bizzat kendisinin yazdığı ve Altın Kitaplar'dan Türkçe'ye de çevrilen "Tek Kişilik Tango" adlı özyaşam öyküsünde bulabilirsiniz. Üstelik Quinn, özel hayatında İsrail'e ve siyonist düşünceye açık destek veren bir adamdı, bu nedenle Libya'da "Çağrı"yı çekerken kaldığı otelde karşılaştığı Yaser Arafat'la hafiften nasıl atıştığını da anlatır o kitabında. Neil Armstrong hâlâ hayatta ve emekli bir havacı olarak bazı büyük Amerikan şirketlerine danışmanlık yapıyor. Bu söylenti 1980'lerde onun kulağına kadar gitti ve adamcağız belki bin kere Hıristiyan olduğunu açıkladı. Ayrıca, kendisine günümüzde elektronik posta yoluyla bile ulaşıp konuyu sormanız mümkün. Jacques-Yves Cousteau, 1997 yılında öldüğünde hâlâ tam bir Katolikti ve bizzat vasiyeti üzerine kendisi için kilisede dînî tören yapıldı, ardından da Paris'te bir Hıristiyan mezarlığına gömüldü. 1980'li yıllarda yazdığı "bilim-kurgu" kitaplarında aslen ateist, budist ve Hıristiyan olan yüzlerce kişiyi hiç utanmadan "gizli Müslümanmış" gibi gösteren, bu arada kendisini de NASA'dan emekli Danimarkalı atom fizikçisi olarak tanıtan "Hans Von Aiberg" lâkaplı vatandaşı herhalde hatırlarsınız. Onun da maskesini bu fakir düşürdü zamanında; şimdilerde ne mutlu ki pek ortalıkta gözükmüyor. İslâm'ın, "birtakım şöhretli insanların onu seçmesiyle şeref ve itibar kazanacağı" gibi sakat bir düşünceden ömrüm boyunca hep nefret ettim, bu tür propagandalarla hayır işleyeceğini sanan bütün kişi ve gruplardan da ısrarla uzak durdum. Çünkü, işinde başarılı bir Batılı bilim ya da sanat adamı, eğer yaradılışın sırrını kavrayıp İslâm'a yönelirse bu olsa olsa kendisine şeref getirir, "evrenin kanunu" olan İslâm'a değil. Bu arada, yeryüzünde yaşayan herkes de mutlaka Müslüman olmak zorunda değil. Bu bir takdir ve nasip meselesi... Ancak, tüm bunlara karşın "kent efsaneleri" yine de ilgi görüyor. Özellikle İslâm'a ilişkin olanları... Bu Pazar aktaracağım olay, İslam-bilim ilişkilerine ilginç bir örnek, ancak altını çizerek belirtmek isterim ki kesinlikle bir safsatadan söz etmeyeceğiz. Çünkü, asla kanıtsız yazıp konuşmayan biri olarak, anlatacağım olayın elimde "video kaset" şeklinde bir kanıtı da bulunuyor.
17 Ağustos 2000 akşamı, İngilizce dilde yayın yapan orijinal "National Geographic" kanalı, NASA'nın 1967-1972 yılları arasında yürüttüğü "Apollo Ay Programı"nı anlatan "To The Moon" (Ay'a Doğru) adlı bir belgesel film yayımladı. Ay'a gidiş serüveni çocukluğumdan beri hep ilgimi çekmiştir, bu nedenle ekranda ne zaman dünyamızın uydusu üzerine bir belgesel görsem mutlaka kaydederim. Bu filmi de daha başlar başlamaz kaydetmeye başladım. "To the Moon"da, Apollo ay programına emeği geçmiş bir sürü astronot ve bilim adamı tek tek konuşup o günlere ilişkin anılarını yâdetmekteydi. Şimdiye kadar hiç ekrana gelmemiş olan bir dizi yeni uzay çekimi de bu belgesel kapsamında ilk kez izleyicilere sunuluyordu. Astronotları büyük bir keyifle izlerken, filmin bir bölümünde ekrana Profesör Faruk El Baz geldi ve anılarını anlatmaya başladı. El Baz, NASA'da uzun yıllar boyunca stratejik görevler almış Mısırlı Müslüman bir bilim adamıdır ve kendisi o dönemde de Apollo ay programının en önde gelen yöneticilerinden biriydi. Halen hayatta olan bu dindaşımız, ünlü Cape Caneveral uzay üssünde "uçuş yöneticisi" olarak Apollo astronotlarının başarıları için bolca ter dökmüştü. 26 Temmuz 1971 tarihinde fırlatılan Apollo 15, günümüzde tüm bir Apollo programının en riskli uçuşu olarak anımsanıyor. El Baz, belgeselde bu riskin nedenini "aşırı yük" olarak açıklıyordu. Hani Ay belgesellerinde sık sık gördüğümüz, uydumuzun yüzeyinde hoplaya zıplaya ilerleyen bir otomobili vardır ya, işte o araç ilk kez 15 numaralı uçuşla Ay'a götürülmüştü. "Apollo 15 seferinde televizyon kameraları, otomobil ve bir sürü deney araç-gereci vardı. Satürn 5 roketine daha önce yapılan dört seferin toplamından daha fazla yük yüklemiştik" diyordu El Baz, kendisiyle yapılan o söyleşide. "Ve çıkabilecek aksaklıklardan da çok korkuyorduk. Apollo 1 denemesinde üç astronotumuz yanarak ölmüştü, Apollo 13'ün ekibini güç bela dünyaya geri getirmiştik ve kamuoyunun bir daha böyle bir felakete tahammülü yoktu." Uçuş anına saatler kala, Faruk El Baz geminin üç astronotu, komutan David Scott, yardımcıları James Irwin ve Alfred Worden ile son kez kucaklaşır ve komutan Scott'a aynen şu sözleri söyler: "Sana İngilizce bir Kur'an-ı Kerim getirdim. Bu bizim dinimi-zin kutsal kitabıdır. Bunu yolculuk boyunca sık sık okuyun. İnanıyorum ki Yüce Allah sizleri her türlü tehlikeden koruyacaktır." Scott, El Baz'a teşekkür ederek Kur'an'ı yanına alır. Bir kaç saat sonra da Apollo uçuşlarının en riskli anlarından biri olan fırlatma işlemi sorunsuz bir biçimde gerçekleşecektir. Araç dört günlük bir yolculuktan sonra Ay'a ulaşır. Yol boyunca Kur'an'dan pasajlar okuyan ekip üyeleri, yanlarında götürdükleri ağır kargoyu Ay yüzeyine rahatça indirir, ünlü "Rover" ile pudrayı andıran yüzeyde çocuklar gibi güle oynaya gezinip bu eşsiz anları filme alırlar. Sonra da otomobili ve televizyon kameralarını (ve muhtemelen Kur'an'ı da) Ay'da bırakarak dönüş yoluna çıkarlar. "Muhtemelen" diyorum, çünkü izlediğim belgeselde bu bölüm pek açık değildi. Apollo uçuşlarında astronotların kargolarının çok önemli bir bölümünü rahat havalanabilmek için ay yüzeyine terkettiklerini bildiğimizden, durumdan böyle bir mantıksal çıkarım yapıyoruz. Sonuçta, Scott ve adamları, tüm bir Apollo programının belki de en sorunsuz uçuşunu tamamlayıp, Florida'dan ayrılışlarından tam 295 saat 12 dakika sonra dünyaya geri dönerler. Tıpkı uçuş yöneticileri Faruk El Baz gibi üç astronottan ikisi bugün hâlâ hayatta (Uçuş ekibinden James Irwin ise 8 Ağustos 1991'de kalp krizinden öldü) ve izlediğim belgeselde o günlere tanıklık ediyorlardı.
Reha Muhtar'ın haberi El Baz'ın anılarını videoya kaydettiğim dönemde, bu ilginç olayı kamuoyuna aktarabileceğim herhangi bir basın-yayın organında görevli değildim. Ancak, o günlerde henüz Show TV'de görev yapmakta olan Sayın Reha Muhtar'ı aradım. Reha Bey haberle çok ilgilendi, verdiğim görüntüleri kullanarak kendisinin sağ kolu durumundaki deneyimli muhabir Fatih Polat'ın özenli kurgusu eşliğinde özel bir haber hazırlattı. Ve bunu geçtiğimiz yılın başlarında Show ekranlarından milyonlarca izleyiciye sundu. Bu şekilde Türkiye kamuoyu da İslâm-bilim ilişkileri üzerine "palavrasız" bir haber izlemiş oldu. Biz Müslümanlar için derin bir duygusal boyutu olan bu olayı, gazetemiz Yeni Şafak'ta sizlerle biraz daha detaylı biçimiyle bir kez daha paylaşmayı istedim. Bundan sonra bu tür sohbetler açıldığında insanoğlunun Ay'a bir Kur'an götürdüğünü ve ilahi mesajın orada da yankılandığını rahatlıkla anlatabilirsiniz. Biliniz ki bu defaki enformasyon, Batılılar'a karşı kompleks yüklü hasta bir hayâl gücü-nün ürünü değildir. Hatırlatayım, kaset hâlâ bende!
|
|