|
|
Amerika'nın bölgedeki çıkar ve önceliklerinin farkında olan uzmanların da kabul ettikleri gibi en önemli etken petrol faktörüdür. Ama durum göründüğünden daha karmaşık bir yapı arzetmektedir. Irak, 112 milyar varil petrol ve 110 trilyon metre küp doğal gaz zenginliğiyle, yeryüzündeki en değerli gayrı menkuldür. Şimdiki -tespit edilen- petrol rezervleriyle Irak, Suudi Arabistan'dan sonra gelmektedir. İşgalden sonra, Amerika'nın empoze ettiği yaptırım ve dayattığı uygulamalar ile Irak de facto bir sömürge haline getirildi. Ve bu sömürgeleştirme sürecinin kazançlarını iyi gören Amerika, Suudiler başta olmak üzere diğer petrol zengini ülkelerle devam edegelen dost ve müttefik temelli iyi ilişkilere fazla rağbet göstermemeye başladı. Çünkü artık buna ihtiyaçları kalmadı. Irak'ta yürütülen askeri kampanya ve savaş çığırtkanlığı politikası, daha büyük bir projenin sadece başlangıç safhalarıdır. Soğuk savaş döneminde etkili bir şekilde kullanılan 'domino teorisi' ne başvurduğumuzda, Irak'ın ilk domino taşı olduğunu görürüz. Irak devrildiğinde, Arap dünyasındaki diğer ülkeler de sırasıyla-zincirleme bir şekilde düşecek ve bu süreç Asya, Afrika ve büyük bir olasılıkla Latin Amerika'daki son ülke devrilene kadar devam edecektir. Amerikalı liderler, petrol ihraç eden ülkelerle yaptıkları zaten adil olmayan, gayrı meşru ve zoraki antlaşmalara artık uyma gereği bile duymuyorlar. Amerikalılar, İslam ülkelerini kamplara bölmekte ve eski yöneticilerin de rütbelerini düşürerek bu ülkeleri istikrarsızlığa ve kaosa mahküm hale getirmektedir. Nikaragua'nın bir zamanlar en güçlü kişisi olan Noriega'nın başına gelenler ne demek istediğimizi en iyi şekilde açıklamaktadır. Bush'un 17 Eylül Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde de açıkladığı gibi, Amerikan dış politikasının tek gayesi, uluslararası arenada ABD'nin politik, ekonomik ve diplomatik gücünü baypas edecek, onun bu gücüyle yarışacak, ona denk veya eşit bir gücün oluşmasına imkan vermemektir. İslam ülkelerinin dayanışması engelleniyor ABD'nin kendisi ithal-dış enerji kaynaklarına gereksinim duymasa bile, dünyadaki endüstrileşmiş pekçok ülke hâlâ Ortadoğu'daki petrol kaynaklarına bağımlıdır. Petrol para demektir. Yüksek petrol üretim kapasitesi olan bir ülke rahatlıkla zenginleşebilir. Refah düzeyi ileri olan ülkeler genellikle büyük bir nüfusa ve toprağa sahip olmaları itibariyle global veya bölgesel bir güç olma potansiyelini de her zaman taşırlar. İşte bu, tam da Bush Doktrini'nde daha palazlanmadan önlenmesi gereken potansiyel tehlike diye gösterilen güç ve gelişmedir. İşte burada olması muhtemel bir savaşın jeopolitik yönleri gündeme gelmektedir. Petrol rezervleri daha çok Endonezya'nın içlerinden Asya'ya, oradan da Afrika'nın batı ve kuzey kısmındaki bölgelere kadar yayılan ve çok geniş bir coğrafyayı kapsayan İslam ülkelerinde yoğunlaşmaktadır. Afrika, Ortadoğu ve Asya'nın stratejik bölgelerinde bulunan Müslüman ülkeler Washington'un en büyük kabusudur. 1.5 milyarlık Müslüman bir nüfusu barındıran bu tarz büyük ölçekli bir ittifak, inanılmaz bir güce ve zenginliğe ulaşabilir. Eğer bu 'Birleşik İslami Blok' rahat bırakılırsa, çok yakın bir zaman zarfında uluslararası etki ve güç bakımından Amerika'dan daha üstün bir hale gelecektir. Her yönüyle İslam hedef alınıyor Peki bu İslam'a karşı açılmış bir savaş değil mi? ABD Başkanı bunu inkar ediyor. Dahası Müslümanlar'ın Ramazan'ını kutlayarak, camileri ziyaret edip Beyaz Saray'a bazı Müslüman şahsiyetleri davet ederek İslam'a karşı açtığı savaşı örtbas etmeye gayret gösteriyor. Bu yolla bazı kesimleri ikna ettiği bile söylenebilir. Hatta buna kendisi bile inanmış olabilir. Ne var ki, dünyanın büyük bir kesimi bu savaşın asıl amacının İslam dünyası olduğuna inanıyor. İngiliz gazeteci Robert Fisk'in de sorduğu gibi, "Eğer Amerikalılar 11 Eylül'ü 'medeniyete' yapılmış bir saldırı olarak görüyorlarsa, Afganistan'ın bombalanmasını da Müslümanlar neden İslam'a yapılmış bir saldırı olarak görmesinler ki?" Çoğu Müslüman Afganistan'ın bombalanmasını İslam'a ve kendilerine yapılmış bir saldırı olarak algılıyor. Muhafazakar ve Hristiyan sağ kanada mensup Pat Roberson, Jerry Falwell, Franklin Graham gibi bazı etkili rahipler kendi toplumlarına İslam'ı genelde terörist bir din olarak lanse ediyorlar. Medeniyetler Çatışması'nın yazarı Samuel Huntington'a göre, "Batı için hayati önemdeki sorun fundamentalist İslamcılık değil, bizatihi İslam'ın ta kendisidir.' Bazı önde gelen muhafazakarlar İslam ülkelerinde Hıristiyanlaştırma çabaları için çağrıda bulundular. "Ilımlı ve Radikal" İslamcılık safsatası
Bugün karşı karşıya olduğumuz anlaşmazlık soğuk savaş dönemindekilerle bazı ortak benzerlikler gösteriyor. Soğuk savaş sırasında, Batı düşmanını 'tanrısız' ve 'yayılmacı' komünizm olarak tanımlamıştı. Komünizmin en çok vurgu yapılan versiyonu ve en çok empoze edilen tanımı buydu. Böylece, kendilerini Marksist olarak tanımlayan Latin Amerikalı Katolikler de bu politika gereği aynı 'tanrısız' ve 'yayılmacı' yaftasını yiyorlardı. Bugünkü düşman ise İslam. Batılı güç odakları bu kez de 'İslamcılar', 'Radikaller' ve 'Ilımlılar' etiketiyle Müslümanlar arasında siyasi temelli ayırımlar yapıyor. Ancak bu bağlamda 'Ilımlı' ile neyi kastediyor acaba savaş lordları? ABD'nin yarattığı rejimler ve organizasyonların sınırları dışında 'ılımlı' bir İslam gerçekten var mı? Şurası açık ki, birinin düşman olarak nitelenmesi için bir bombasının veya 'terörist' bir eyleminin olmasına gerek yok. Yeni dünya düzeninin ABD'li teorisyenleri, 'radikal' İslam'ı giyim kodları ve günlük davranış kalıplarıyla mercek altına alıp inceliyor. Ve burada imajlar realitenin yerine geçip temsiliyeti ele alıyor. ABD liderleri ve Amerikan dış politikasına yön veren toplum mühendisleri 'ılımlı' İslam'dan sözederken kasdettikleri anemik(atıl), pasif ve uysal bir İslam portresidir. Oysa içi boşaltılmış böyle bir anlayışın İslam'la uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok aslında. Yalnızca belli bir yere kadar, o da kültürel bir form, sosyal ve tarihsel bir renk olarak kabul görebilir bu anlayış. Bu tür bir anlayışın, İslami hayat tarzını ve kültürü etkilemesi ise olanaksızdır.
|
|