|
|
Şaşırtıcı bir
düzende statüko...
Uçak düştüğünden, bir gün öncesinde gece saat 00.45'de biz de Atatürk Havaalanı'na inmeye çalışıyoruz. Uçağımız, Marmara üzerinde en az yarım saat dönüp dolaşıyor. Rüzgar, fırtına derken, biz de yerimizde zıplayıp duruyoruz. Uçak personeli dahil, hepimizde "yürek selanik" derler ya onun gibi bir şey!.. Uçakta bir "ölü sessizliği" var. Nihayet inişe geçiyor ve alana "pike" ile, "pekiy" diyoruz. İstanbul'da korkunç bir yağmur ve fırtına ile karşılaşıyoruz. Her zaman özlemini duyduğumuz "vatan toprağı"ndan bir hafta uzakta kalmanın hasretiyle nerede ise, yere eğilip "bu vatan toprağı"nı öpeceğimiz geliyordu. Amma kar-fırtınadan kaçarken, İstanbul'da doluya tutulmuştuk. Hemen valiz araştırmasına girişirken, bir de Havaş-Çelebi taşımacılığına takılmıştık! Adım atsan, para vereceksin! Gecenin ortasında, polis-gümrük kulübelerinde bilgisayarlar çalışmıyordu! Kuyrukta beklerken, bir de personel karmaşası yaşamaya başladık!.. Sanki, yeni İçişleri Bakanı ile Ulaştırma Bakanları yıpratılsın diye, yıllardır statükoyu temsil eden "bağnaz yöneticiler" pasif direnişe geçmişlerdi ve halkı daha şimdiden bıktırıp, tez elden bir yeni küfür edebiyatı üretmelerine çalışıyorlardı!.. Alman'ın veya bir başka Avrupa ülkesi'nde bizim işçi-memurları bir bir susturup, bir resmi alanda "susta" durdururlarken, hemen o insanlar Türkiye'nin düzeninin seçim olsa da hâlâ sürdüğünün bilincinde bildiklerini ve baba yadigârı eski statükoyu korumanın ötesinde yeniden yaşamanın heyecanı içinde, trafik kurallarını, giriş çıkışları ve durulacak yeri bile kendine ait sanan "pederşahî" bir düzenden almanın karmaşa ve şaşkınlığını yaşıyordu!.. Bu düzensizlikten ötürü, "eski tas eski hamam" deyip, 2002'de gidip 2003'de indiğimiz havaalanındaki yapı, her ne kadar "Atatürk Hava Limanı" ise de, bir türlü "Şark kurnazlığı" ile "doğulu bağnazlığı"ndan kurtulmuş değildi!.. İşte Diyarbakır'daki facia, bunun sonucu gibi geliyor bize... Kim ne derse desin, "bizim" bakan ve seçtiklerimizin hepsi birer "IV. Murad" gibi tebdil-i kıyafet ile, gece gündüz sorumlu oldukları bakanlıkların en alt birimlerine kadar denetim ve yönetim esaslarının işlerlik ve hizmet grafiklerini alıp, çalışmalıdırlar!.. Artık yeryüzünde, hiç bir ülkede, parasını alıp, hizmet götürmesi gereken insanları perişan eden kurumlara hayat hakkı yoktur. Bizim THY veya yer üstü hizmet birimlerinin hepsi emekçi ve hizmetçi/hadim olanlara "emlakçı taşaron" muamelesi yapacak kimselere yer olmayan bir uyanış ve silkiniş içinde olmalıdırlar. Ne yazık ki, bunu düşünmesi gereken insanlar birdenbire o "bira-şarap muhabbeti" ile ülkeyi "28 Şubat'lara" taşıyanlar, bu sefer de, ne Irak krizi, ne Kıbrıs pazarlığı ve ne de AB kalpazanlığına parmak basmadan, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yeniden basının basit ve ilkel dedikodu ve kulak fısıltıları içine çekme gayreti güden yayınları ile o eski "muhtıralar" döneminin "hatıralar" ile övünen kalemlerine yeni malzemeler hazırlamıştır! İşte Genelkurmay'ın son "Basın Resepsiyonu"nda ortaya çıkan durum... Buna herhalde en çok dikkat etmesi gereken "eski sustacı yedek subaylar" olmalıdır!.. Şimdi onlar, keçi sakallısı, smokin ve fraklısı ile, birer "Frank-Massonier" gibi eğilip bükülürler ve sonunda da "askerin doruk noktası" için, en olmadık şaklabanlıkları gösterirler!.. Halbuki bu safhada, Türkiye'nin ve özellikle de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin muhtemel bir savaşta, ne tür bir strateji uygulayıp, ne gibi bir manevî hava yakalaması gerektiğinin istişare ve moral kaynağının araştırılmasına gitmesi gerekirken, birdenbire bir "Yaş Kararları" ile, 7 kişinin ordudan atılmasına iki sivilin, Başbakan ile Millî Savunma Bakanı'nın, "yargı yolu açık olmak üzere" diye bir "şerh" koymaları, en büyük olay imiş gibi, yeni fırtınalar koparmaya yetmiş oldu. Onun içindir ki, yeni Genelkurmay Başkanı'na da eskileri gibi, "irtica ile mücadele bin yıl sürse de devam edecektir" gibi, tarihî ve hamasî "ata sözü"nü söyletmiştir. Öte yanda binbirce insanın hayatı bahse konu!.. Türkiye'nin üniter yapısı üzerinde, emperyalist hesaplar bütün gizliliği ile sürüp gitmekte, bir Musul-Kerkük meselesi "Gülbenkyan yanlıları"nın Bab-ı Ali'de sürdürdüğü yüz yıllık plan ve hasapları ortaya koyduğu "basın tröstü" ile, nisyana terkle, yine "askere söyletip", basının "sivil giyimli-faşizan militerler"i için yeni baskı ve sindirme umutları aşılanmıştır. Türkiye'de elli (seksen?) bin kadar askerini "konuşlandırmak" için, Diyarbakır vilayetini "merkez seçen" ABD askerlerinin muhtemel konumlarını yaparken, ne gibi bir lojistik çalışma yaptıklarını bizim kamuya "jurnallik" yapanlar hiç hesap edip, araştırmışlar mıdır? ABD ordusunda, kaç papaz var ki, onlar hem Kürtçe biliyor ve hem de İslamî bilgi ile donanmış bir haldedirler? On yıl öncesinde, Kuzey Irak'taki Hıristiyanlaştırılmış Kürtler'e nasıl bir "çadır kilise"yi hemen kurduklarını arşivlerdeki "Milliyet" ile "Hürriyet"te çıkan resimlerinde görmek mümkündür... Şimdi de ABD askeri ile gelirse, ülke içinde kaç kilise kuracak ve kaç çadırla, papaz-rahibe ruhaniyetini Kürt entellere aşılayacak, bunun ne tür bir dehliz açacağını, basının "şakşakçı" mensupları bir de "Paşalara" sorsaydılar ya?.. Ruhen "resmilik" ile hayat bulduğunu sananlar bunu soramazlar ki!
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |