|
|
Özkök'ün çıkışı... Öngörülebilir sürpriz!
Demek, üzerinden iki seçim geçmiş olmasına ve millet iradesi siyaseti bütünüyle yenilenmesine rağmen, 28 Şubat hâlâ devam ediyor. Ülkeyi ağır bir ekonomik buhrana, demokratik geri kalmışlığa ve bunların doğal sonucu olarak onur kırıcı bir dış politikaya mahkum eden süreç; tarihin karanlık sayfalarına gömülmek şöyle dursun, iş başındaki komuta heyetinin himayesine de mazhar oluyor. Bunu, Genelkurmay resepsiyonunda en üst düzey komutanların yaptığı açıklamalardan öğrenmiş bulunuyoruz. İkinci Başkan Org. Yaşar Büyükanıt, normal birşeyden söz edermiş gibi, "Türkiye'de irticai tehdit devam ediyorsa, o süreç de devam ediyor. Bizim için halen bölücü terör ve irtica bir iç tehdit unsurudur ve bu tehdit devam ediyor" demektedir. Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök de "28 Şubat devam ediyor mu?" sorusuna aynı paralelde cevap veriyor: "28 Şubat irticaya karşı o dönem alınan önlemlerdir. Tehdit devam ettiğine göre sorunuz cevaplanıyor..." Her komutan değişikliğinde alkış tutup, "Artık herşey yoluna giriyor. Türkiye normalleşiyor..." analizlerini yağdıranlara ve "Şu ekip tasfiye oldu, bu ekip ipleri eline aldı" diye komplo şırınga edenlere günaydın! Eğer uyanmaya niyetleri varsa şimdi, Türkiye'yi geleneksel iktidar savaşları ışığında bir kez daha gözden geçirmeleri yararlı olacaktır. Genelkurmay Başkanı, YAŞ kararlarına şerh koyan ve "amiri" pozisyonunda olan Başbakan Abdullah Gül'ü de "irticayı cesaretlendirmekle" suçlamıştır ki bu sözler, demokrasi mantığının kabul edebileceği şeyler değildir. Tıpkı, kurumsal olarak "ordu"yu başörtüsü yasağının arkasındaki kararlı güç durumuna düşüren sözleri gibi. Başkan, "türbanın, mevzuata, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarına aykırı olarak siyasi bir dayatma ve cumhuriyet geleneklerini aşındırma sembol ve eylemi olarak kullanılmasını hoş görmemiz beklenmemelidir" demektedir. Demektedir ve bu da aklımıza, bu hoşgörmemezliğin hangi anayasal yolla tahakkuk edeceği sorusunu getirmektedir. Çünkü, askerin kendi idari alanı dışındaki uygulamaları engelleme ya da Özkök'ün deyimiyle "hoş görmeme"sini düzenleyen bir Anayasa ve kanun maddesi bulunmamaktadır. Belli olan tek birşey var ki, Genelkurmay Başkanı'nın sözleri başörtüsü yasağını uygulayanları daha fazla cesaretlendirecektir. Genelkurmay Başkanı'nın, sadece hükümeti değil, hukuku ve mantalitesi itibariyle demokrasiyi de hedef alan sözleri; bu ülkenin yenilenme ve değişim tasarımına büyük bir darbe indirmiştir. Temel güç ve meşruiyetin millet iradesi olduğu gerçeğini yok sayan ve kitlelerin 3 Kasım seçimine yükledikleri misyonu reddeden bu yaklaşım, ülke ve rejim üzerindeki sahiplik sorununu içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir. Ve maalesef Türk demokrasisi içinden çıkılamayacak bu gibi hallerde, yolunu hukukla bulabilme becerisine pek fazla sahip değildir. Son resepsiyon arkada, Türkiye'de değişim ile değişim karşıtlığının çatışması için küçük bir kıvılcımın yeterli olduğunu gösteren birçok delil bırakmıştır. "Siyasal iktidar" ile "devlet"in farklı yöntemleri benimsediği ve devlet mekanizmasının da siyaseti biçimlendirme arzusunu taşıdığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Oysa, siyaset demek devlet demek değildir ve siyasetin doğruları ile devleti resmeden statükonun doğruları mutlak surette farklı olmalıdır. Bu olmazsa siyasal iktidarlar sadece anlamlarını değil, sandıktan devşirdikleri güç ve meşruiyeti de yitirirler. Böyle bir kayba uğramamanın yolu da hem doğru olanı yapmaktan, hem de onda ısrar etmekten geçmektedir. Çünkü, Türkiye, halkın ezici bir çoğunlukla, hiç şüphesiz bilerek ve isteyerek başa getirdiği bir iktidar döneminde de millet iradesine uygun yönetilemezse hiçbir zaman yönetilemeyecektir. Bu yönetim avantajını korumak ise sadece iktidarın değil, bütün kurumlarıyla devletin ve bütün unsurlarıyla sivil toplumun da görevidir. Rejimi korumak ve kollamak adına tayin edilen sınırlar ve belirlenen koordinatlar Türkiye'nin demokratik gelişiminin ve refah potansiyelinin önünde bir engel olarak konumlandırılmamalıdır. Bu yüzden, bir "korkular rejimi" olan 28 Şubat'ın ülkeye maliyeti ortadayken, "Genelkurmay staff"ının da bu meş'um sürece sahipliği gözden geçirmesi gerekmektedir. Zira 28 Şubat'ı savunmak ve ona bel bağlamak bu ülkenin daha uzun yıllar karanlığa mahkum olmasını onaylamaktan başka bir anlam taşımamaktadır. 28 Şubat ayrıca, Anayasa'yı ıskalayan bir yarı-darbenin adıdır ki, bu da unutulmamalıdır. Peki bütün bunlar bir yana, iktidarda bulunan Ak Parti'nin tutumunu sorgulamak da gerekir mi? Evet, gerekir... İki partilerinin kapatıldığı, birçok yasak ve siyaset dışı müdühaleye maruz kalan geleneğin içinden gelen bir partinin, öngörülebilir bu çıkışlara karşı gereken politik üstünlüğü sağlayamaması sorgulanmalıdır. Mesela, daha 2 ay önce seçimle Meclis'e gelmiş bir üyesini, Ramazan Toprak'ı asker istedi diye Savunma Komisyonu Başkanlığı'ndan alarak, karşı çıktıkları YAŞ kararına boyun eğmenin ne kadar doğru bir hareket olduğu da tartışılabilir. Tartışılmalıdır da. Madem 28 Şubat yeniden filiz vermiştir o halde, bu konu sadece hükümetin değil bu sürecin mağduru olan herkesin sorunudur. 28 Şubat sürüyorsa da sadece iktidar için değil bu ülkede yaşayan herkes için sürüyordur ve herkesi yakından ilgilendiriyordur. Bu tartışma sonraki yazıya...
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |