|
|
Türkiye, destansı filmlere konu olabilecek "büyük cesaret öyküleri"nin öyle pek sık yaşanmadığı bir ülke. Bu da bizi yöneten güçlerin son derece bilinçli bir tercihi. Gündelik hayatında "kira ve fatura ödeme" çemberinin içine sıkıştırılmış olan bir toplumun mensupları, bu kısır döngüden sıyrılıp kendilerini nasıl aşabilirler ki? Bizlere dayatılan tek boyutlu hayat ve buna bağlı olarak gelişen köşeye sıkışmışlık duygusu, sadece ilginç ve sıradışı toplumsal portreler üretmedeki kabızlığımızın değil, edebiyatımızda polisiye, bilim-kurgu ya da gerilim gibi popüler türlerin esamesinin okunmamasının da temel nedeni kanımca. Türk milletinin mensupları boylarını aşan işlerle uğraşmayıp sürekli "ekmek" derdi peşinde koşmalı, öyle değil mi ya! İşte "Devrim", bundan tamı tamına 42 yıl önce, hayal kurması şiddetle yasaklanmış olan böyle bir toplumda doğdu. Türkiye'nin ilk gerçek yerli otomobil prototipiydi o. Koç topluluğunun resmi tarihe göre "ilk" sayılan "Anadol"undan daha önce doğmuştu. Ancak, dedik ya, bu sıkıştırılmış toplum için haddi fazlasıyla aşan bir çabanın, cüretkar bir hayal gücünün ürünüydü "Devrim". Nitekim, anında cezalandırıldı. Bir daha da yıllar boyunca kimseler adını bile anmayacaktı. Anmamak şöyle dursun, üretilmiş olan üç tane gıcır gıcır "Devrim"den ikisinin karanlık güçler tarafından preslenerek yok edildiğini biliyoruz bugün. Sonuncu prototip otomobili ise ona emek veren Eskişehirli yurtsever işçiler güç bela kurtardılar hayal düşmanlarının ellerinden... "Devrim"in göz yaşartıcı doğuş öyküsünün bir benzeri, ABD'de 1940'larda "Tucker" otomobillerini üreten serbest girişimci Preston Tucker'ın trajik hayatıyla büyük ölçüde paralellikler gösteriyor. Soyadıyla anılan özgün bir otomobil üreten bu cesur adam, halkın yeni otomobili çok tutması nedeniyle telaşlanan Amerikan otomotiv devlerinin hışmına uğrar ve şirketi kısa süre içinde çeşitli ayak oyunlarıyla batılır. Tucker da beş parasız ve ülkesine kırgın bir insan olarak hayata veda eder. Bu konuda okuduğum son haberde, Amerikan karayollarında yarım yüzyıl sonra hala 50 dolayında Tucker'ın "tıkır tıkır" dolaştığını öğrenmiştim. Ama vahşi kapitalizmin tiranları o kaliteli otomobile hayat hakkı tanımadılar. Tıpkı "Devrim"e tanımadıkları gibi... Bereket versin ki, sinema diye bir sanat dalı var ve çağımızda pek çok iade-i itibar işlemi devletler eliyle değil, yine bu sanatın aracılığıyla yerine getiriliyor. 1988 yılında "Tucker: A Man and His Dream" (Tucker: Bir Adam ve Rüyası) adında yumruk gibi bir film çeken "baba" yönetmen Francis Ford Coppola, Preston Tucker'a beyazperde yoluyla da olsa itibarını iade etti. Darısı "Devrim"in başına...
"Bana bir otomobil yapın"
Yıl 1961... Cemal Gürsel cuntası işbaşındadır ve Menderes idam edileli kısa süre olmuştur. Çeşitli firmalarda çalışan 23 tecrübeli Türk mühendisi, kendilerine gönderilen ayrı ayrı mektuplarla "mühim bir konuyu istişare etmek üzere" Ulaştırma Bakanlığı'na davet edilirler. Bu insanların bazıları yurt dışında görev yapmaktadır; ancak mesajı alan herkes "devletin isteği başımız üstüne" diyerek işini gücünü bırakıp Ankara'ya gelir. O yılın 16 Haziran'ında bakanlıkta biraraya gelen mühendislere, bizzat Cemal Gürsel'den gelen "çok gizli" damgalı bir emir okunacaktır: "Bu yılın Cumhuriyet bayramı törenlerinde halkımızın görüş ve takdirlerine sunulmak üzere, hem tasarımı hem de malzeme olarak tamamen yerli malı bir otomobil üretmenizi istiyorum." O gün orada bulunan 23 mühendis bu emri "Türk insanının makus talihine karşı bir meydan okuma" olarak algılarlar. En küçük bir tereddüt ya da endişe sergilenmeksizin derhal işe başlanır. Çalışma mekanı olarak Devlet Demiryolları'nın Eskişehir'deki Cer Atelyesi seçilir. Zaman müthiş dardır, Cumhuriyet Bayramı'na kadar yalnızca 129 günü vardır ekibin... Günde bir kaç saat uyuyarak ve bu süre zarfında tesislerden hiç ayrılmaksızın, modeli tümüyle kendilerine ait olan, tüm parçaları el işçiliğiyle üretilmiş, 4 silindirli ve direksiyondan vitesli harika bir "aile otomobili" yaparlar kahramanlarımız. Hem de bir tane değil, tam üç tane! Üç araç da insanüstü bir çabanın sonucunda 28 Ekim akşam saatlerinde tamamlanmıştır. Araçlara "Devrim 1", "Devrim 2" ve "Devrim 3" adı verilir. Mühendislerden biri Cumhurbaşkanı'nın alternatif bir renk isteyebileceğini düşünerek, araçlardan birinin siyah olmasını teklif eder. Böylelikle, iki araç krem rengi kalırken, üçüncüsü ise onu 29 Ekim geceyarısı Ankara'ya götüren "Karakurt" treninde binbir güçlük içinde siyaha boyanır. Depolarında, trendeki güvenlik kuralları gereği hiç benzin bulunmayan "Devrim"ler, 29 Ekim törenlerinde Cemal Gürsel'e hipodrom önünde kılpayı yetiştirilir. Çevresinde yarattığı panik ortamıyla araçlara doğru düzgün bir benzin ikmali yapılma şansı dahi tanımayan Milli Şef, bindiği krem renkli "Devrim"den inip siyah "Devrim"e geçince, aracın zaten az miktarda olan benzini de biraz sonra biter. Ve siyah "Devrim" durur. Gürsel'in, şoför koltuğundaki mühendise sorusu kısa ve nettir: "Ne oldu?" Şoför, "Benzin bitti Paşam" der korkarak. Bunun üzerine "Garp kafasıyla araba yapıyorsunuz, ama şarklı olduğunuz için benzin koymayı unutuyorsunuz" diyerek hışımla aracı terkeder Gürsel. Oysa, o aracı yapmayı başaranlar deposuna benzin koymayı da bilmektedirler elbette. Fakat, kimse aksiliğin yaşanan panikten kaynaklandığını cunta liderine anlatamaz ve "Devrim'ler" daha doğdukları gün bizzat devlet eliyle öldürülürler. Arkalarında, kendilerine doğru düzgün bir teşekkür bile edilmemiş 23 tane gözüpek mühendisi bırakarak...
"Ve "Devrim" koruma altında...
Aradan geçen yıllarda Eskişehir DDY tesislerinin, hem yurt içi hem de yurt dışı pazarlara vagon ve makine üreten bir dev bir devlet şirketine dönüştüğünü görüyoruz. "Tülomsaş" adını alan şirketin bahçesindeki bir depoda, tamamen orada çalışan insanların özverisiyle korunmaya çalışılan "Devrim 1", kendi hakkında sarfedilen onca hakaret cümlesine inat, adeta akıllı bir varlık gibi yokoluşa direndi. Zaman zaman test sürüşleri için çalıştırılması dışında, işçiler bu eşsiz yadigarı yıpratmamaya azami özen gösterdiler. Ancak, ben geçtiğimiz yıllarda bu aracı gördüğümde sağında solunda zamanın yıkıcı tesirleri yine de kendisini ufak ufak belli etmeye başlamıştı. "Bunu büyük kentlerde daha geniş kitlelerin görebilmesi için herhangi bir müzeye, mesela şu anlı şanlı sanayi müzesine vermeyi hiç düşünmediniz mi?" diye sorduğum bir yetkili, "Asla!" diye cevap vermişti o zaman soruma, "Asla vermeyeceğiz. Bundan önce iki Devrim'i acımasızca yokettiler. Arabaların ikisi Ankara'ya gitti ve bir daha onları gören olmadı. Oysa hepsi gıcır gıcırdı ve kusursuz biçimde çalışıyorlardı. Duyduğumuza göre ikisini de metal presinde ezmişler. Sonuncuyu hiç bir yere vermeyeceğiz. Zaten bugün ulusal otomotiv sanayini yöneten çevreler de bu aracı ilk Türk otomobili olarak kabul etmiyorlar. Ama biz Eskişehirliler neyin ne olduğunu biliyoruz ya, bu yeter!" O gün saatlerce "Devrim"i inceledim. Bir işçinin refakatinde araca bindim, Tülomsaş'ın bahçesinde bu eşsiz otomobil ile turlar attık. Evet, motoru biraz zorlanmakla birlikte hala çalışıyordu. Sağındaki solundaki bir kaç kırığı sorduğumda "Yapılacak birşey yok" dedi işçi arkadaş, "Bütün parçalar el yapımı ve orijinal, kırılan bir parçayı yerine koyamıyoruz. Tek yapabildiğimiz şey, bundan sonra daha fazla zarar görmesini engellemek." Müthiş birşeydi doğrusu. El yapımı orijinal jantların göbeklerinde "Devrim" yazıyordu, aynı şekilde aracın ön kaputunda da. Ama beni en çok "Devrim"in ön paneli etkilemişti o zaman. Kadranlarındaki bütün ibareler Türkçeydi. "Hararet", "benzin", "yağ" gibi sözcükleri görünce kendimi bir an için Alman gibi hissettim. Diyeceksiniz ki bu ne demek şimdi? Hani Almanların yüzde yüz kendi üretimleri olan BMW, Mercedes, Opel, Volkswagen gibi dünya markası olmuş otomobillerine bindiklerinde yüzlerine yayılan mağrur bir ifade vardır ya, "Devrim"in milliyetçi kadranı da bana bir an için ona benzer bir gurur duygusu vermişti işte. Bu karşılaşmadan önce ve sonra bir daha hiç yaşayamadığım türden bir gurur... Geçtiğimiz günlerde, "Devrim"in son durumunu öğrenmek üzere, uzun bir aradan sonra yeniden Tülomsaş'ı aradım ve Basın-Halkla İlişkiler Müdiresi Semiha Ünal ile görüştüm. Ünal, bu görüşmemizde bana müthiş sevindirici bir haber verdi. 2002 Nisanında Tülomsaş Genel Müdürü Dilaver Zeki Daloğlu'nun direktifleriyle tesisin bahçesinde bir "mini müze" oluşturulmuş ve "Devrim" bu müzede yıpratıcı iklim koşullardan etkilenmeyeceği camekanlı bir bölüme konulmuş. Yalnız "Devrim" de değil, "Devrim"i 29 Ekim 1961'de Ankara'ya taşıyan ünlü "Karakurt" lokomotifi ve diğer bazı tarihsel değeri olan araçlar da orada toplanmış. Ne güzel! Birileri yıkmaya çalışırken, birileri de herşeye rağmen direniyor ve bir kentin onuru olan bu eşsiz eseri koruma altına alıyor. Tülomsaş ailesine buradan içten bir selam gönderirken, yolu bundan sonra Eskişehir'e düşecek okurlarımıza da ısrarla sesleniyorum: Gidin ve Tülomsaş'ın bahçesindeki "Devrim"i mutlaka görün. Onu, bu ülkede toplu iğne bile üretilemediği bir dönemde Türk mühendisleri yaptı. Ve bir çoğu o günlerde henüz otomobil kullanmayı dahi bilmiyordu.
|
|