T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Göğü delen adamlar Bağdat semalarında

Yeni yılın ilk yazısının kan kokmamasını arzu ederdim. Ama göğü delen adamlar, yeri göğü kızıla boyamaya kararlı gibiler. Alışmadığımız bir şey değil bu. Kan ve şiddet, Batı medeniyetinin (?) ikizleri. Medeniyet kelimesinden sonra soru işareti koymam sebepsiz değil: Normatif anlamıyla medeniyet, bir yaşama ve yaşatma sanatı değil midir? Başkasını yaşatmayı bilmeyen, yaşıyor (ve üstelik medeni) sayılabilir mi?

Bu hafta size muhtemel savaşın gerekçesi olarak petrolden filan söz edecek değilim. Daha derindeki bir olguya, Batı'nın 'farklı' olana tahammülsüzlüğüne dikkat çekmek istiyorum. Tarihte bu denli tekelci ve tekbenci bir kültür var olmuş mudur, bilmem. Bildiğim, olmuşsa da, hiçbiri bu marifetini 'çoğulculuk' cilası vurarak pazarlamaya teşebbüs etmemiştir. Modern Batılı, medeniyetin kendi beninde tecessüm ettiğini, bu haliyle de diğer insanları (insanlığı eksik insanları) kendine benzetmeye memur kılındığını iddia edegeldi. Görünen o ki, birkaç istisnai beyin dışında, bu iddiasında musırdır.

Peki, göğü delen adam, bu değiştirmek istediği (ve bugüne değin önemli ölçüde değiştirdiği) insanlara gerçekte ne sundu, ne sunuyor? İşte istisnai diye nitelendirdiğim Batılılar'dan biri, 80 yıl kadar önce yaşamış bir antropolog, 'ilkel' insanın nazarıyla 'modern' hayatın nasıl göründüğünü Papalagi başlıklı eserinde ölümsüzleştirmeyi becerdi. Bugün size, artık yeni baskı yapmayı hakeden bu kitaptan söz edeceğim.

Bilmeyen yoktur ya, antropolojinin 'ilkel toplum'u kasıtlı bir inşâ idi. Özgün bir ilkel toplum yoktu ortada; antropolojik arayışın kendisi ve hedefi bir yanılsamaya dayanıyordu. İlkelliğe dair inşâları incelerken Batı insanı kendi tasavvurlarını incelemiş oluyordu. Antropologlara göre, modern toplum şu üç aslî unsurdan oluşuyordu: Teritoryal devlet, tekeşli aile, özel mülkiyet. O halde ilkel toplum göçebe, kan bağına dayalı, üyeleri rastgele çiftleşen ve komünist yapıda olmalıydı. Zihniyette de zaman içinde bir terakki söz konusuydu: İlkel insan mantıksızdı ve büyüye teslim olmuştu. Evet, insanoğlu zamanla daha incelikli dinler geliştirmişti. Ancak, modern insan bilimi icat etmişti. Hülasa, öncü antropologlar, içinde bulundukları toplumu anlamak için geriye bakıyor, modern toplumun kendi antitezi (olabilecek) bir toplumdan evrildiğini varsayıyorlardı. Kendi toplumlarının 'modern' olabilmesi için, eski toplumun 'ilkel' olması gerekiyordu.

Erich Scheuermann'dan öğrendiğimize göre, Samoa adasında yaşayanlar, beyazlara (yabancılara) papalagi diyorlardı. Papalangi diye okunan bu kelime, göğü delen adam demektir. Yabancı ile göğü delmek arasında nasıl bir münasebet olabilir? "Samoa'ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği delik. O, göğü delip geçmişti."

Göğü delen adam, Samoa'ya bilim ve mantık getirmişti. Ama Samoalı, onun gibi düşünmüyordu. Evden paraya kadar birçok hususta ayrı telden çalıyorlardı. İşte 'Avrupa görmüş' bir Samoalı'nın (!) modern ve ilkel toplumları çeşitli yönden karşılaştırması ve verdiği hükümler. Bakalım siz hangi toplum tipinden yanasınız?

EV
PAPALAGİ (beyaz adam), tıpkı bir midye gibi, sert bir kabuğun içinde oturur. Toprak kurdu gibi, taşların arasında yaşar. Sağı, solu, altı, üstü hep taşlarla örtülüdür. Barınağı dikine duran bir taş sandığını andırır, çok sayıda gözü olan delik deşik bir sandık. Bu taş kabuğa tek bir yerden girilip çıkılır; Papalagi bu yere, içeri girerken "giriş", dışarı çıkarken de "çıkış" adını verir, oysa ortada tek bir delik vardır.

Barınağa girmek için büyük bir güçle itilmesi gereken ağır bir tahta kanat vardır. Kimi barınaklarda, bir Samoa köyünde yaşayan insanlardan çok daha fazla insan oturur. Bu nedenle görüşmek istediğin ailenin adını kesin olarak bilmen gerekir. Her aile bu taş sandığın belli bir bölümünü kendine ayırmıştır. Bir aile diğerlerinin ne yaptığını bilmez. Sanki onları yalnızca taş duvar değil, birçok ada ve deniz ayırıyormuş gibi. Giriş deliğinde karşılaştıklarında ya isteksizce selamlaşırlar ya da düşman böcekler gibi mırıldanırlar. Gören de bir arada yaşamak zorunda kaldıkları için hiddetlendiklerini sanır.

PARA
BİR AVRUPALI'YA sevgi tanrısından söz edecek olsan, yüzünü buruşturur ve güler. Ama pırıl pırıl bir yuvarlak metal ya da kocaman bir ağır kâğıt uzatacak olursan, o an gözleri parıldar ve ağzından salya akar. Onun sevgisi paradır, tanrısı para. Beyazlar uykularında bile bunu düşünürler. Onların ülkesinde güneşin doğuşundan batışına kadar parasız hiçbir şey yapamazsın. Daha doğar doğmaz para ödemeye başlarsın. Öldüğünde de, öldüğün için ailen para ödemek zorunda kalır. Ayrıca bedenin toprağa verildiği için ve mezarına dikilen taş için de para ödemek gerekir. Birçok beyaz adam, başkalarının kendisi için kazandığı paraları üst üste yığıp, bunları çok iyi korunan bir yere getirir. Sonradan da üstüne ekler durur. Günün birinde öyle bir an gelir ki kimsenin onun için çalışmasına gerek kalmaz. Çünkü parası tek başına onun için çalışır. Büyüye başvurmadan bunun nasıl gerçekleştiğini öğrenemedim, ama gerçek bu. Beyaz adam köşesinde uyuklasa bile, paraları bir ağacın yaprakları gibi durmadan çoğalır, sahibi de giderek daha fazla zenginleşir.

ZAMAN
GÜNEŞİN doğuşuyla batışı arasındakinden başka bir zaman olmamasına rağmen Papalagi'ye yetmez yine de. Zaman onu hep mutsuz eder. Büyük Ruh'a yakınır da yakınır, daha fazlasını vermedi diye. Hem de her yeni günü bölüp parçalayarak her birine ayrı bir ad verir: Saniye, dakika, saat. Bir saate varmak için altmış tane dakika, bir sürü de saniye gerekir. Hiç zamanı olmadığını iddia eden Papalagiler vardır. Aklı başından gitmiş halde, ruhuna şeytan girmiş gibi koşuştururlar. Papalagi, zamanıyla ne yapar? Büyük Ruh tarafından şölene çağrılmış gibi sözler etmesine, elini kolunu sallamasına rağmen anlayabilmiş değilim. Sanıyorum ki, zamanı çok sıkı tuttukları için, kayıp gidiyor ellerinden.

SİNEMA
YANLIŞ hayatlar mekânı... Beyazların sinema dedikleri bu yeri sizin yalın gözle görüp tanıyacağınız şekilde tarif etmek pek kolay değil. İnsanlar onu mabedden bile çok severler. Upolu'daki en büyük şef kulübesinden daha büyük bir kulübedir. En aydınlık günde bile kapkaranlıktır. İnsanlar içeri süzülüp el yordamıyla duvarlara tutuna tutuna ilerlerler, taa ki elinde ateş kıvılcımı olan biri gelip de boş bir yer gösterene dek. İnsanlar balık istifi gibi karanlığın içinde yan yana çökerler.

Tam o sırada duvara bir ışık vurur. Bu ışığın içinde insanlar vardır, gerçek insanlar, tam bir Papalagi gibi giyinmiş, hareket eden, oraya buraya giden, koşan, gülen, zıplayan insanlar. Hepsi ağızlarını oynatırlar, ama ne bir ses duyulur ne de bir söz. Bu insanlar göstermelik insanlardır, gerçek değil. Tek işleri, Papalagi'ye bütün sevinçlerini, acılarını, ahmaklıklarını, zaaflarını göstermektir. En güzel kadınları, erkekleri yanıbaşında görür. Ona sanki duvardaki insanlar kendilerini görüp konuşuyormuş gibi gelir. Hiçbir zaman yanına yaklaşamayacağı şefleri kendi akranıymışçasına görür. En büyük davetlere ve diğer şölenlere katılır; hep birlikte şenlik yaptığını sanır.

Papalagi, duvarda bütün olup biteni kalbi yokmuş gibi duygusuz bir şehvetle seyreder. Seyredenin kafasında hep tek bir fikir çakılıdır: Kendisi duvardaki göstermelik insanlardan daha iyidir ve karşısına çıkan bütün ahmaklıkların üstesinden gelebilir. Soylu bir suret gördü mü, işte bu benim diye düşünür. Papalagi'ye bu denli zevk veren, duvardaki yanlış suretlere ve o hayatın içine taşınmaktır. Bu karanlık mekânda, hiç utanıp sıkılmadan, başkalarıyla göz göze gelmeden yanlış bir hayatın içinde buluverir kendini. Yoksul zengini oynar, zengin yoksulu; hasta kendini sağlam yerine koyar, zayıf güçlü yerine. Bu karanlığın içinde herkes, gönlü ne çekiyorsa, gerçek hayatta yaşamadığı, yaşayamayacağı ne varsa yanlış hayatında onları yaşar.

Bu yanlış hayatın içine dalmak Papalagi için büyük bir acı kaynağıdır. Bu bir hastalıktır. Çünkü aklıbaşında bir insan güneşin altında sıcacık gerçek hayatı dururken, karanlık bir odaya hapsolmuş sahte hayatı ne yapsın? Bu acının sonucunda, yanlış hayatlar mekânından çıkan Papalagilerin çoğu artık bu hayatı gerçek hayattan ayırt edemez olurlar. Gerçek hayatta yapmayı akıllarının ucundan geçirmeyecekleri rezillikleri yaparlar. Yaparlar, çünkü gerçek olanla olmayanı birbirinden ayıramıyorlardır artık.

GAZETE
PAPALAGİNİN bütün bilgeliği gazete adını verdiği bu kalabalık kâğıtlara dökülmüştür. Her sabah ve akşam kafasını bunlara gömmek zorundadır. Yeniden doldurmak, doyurmak için. Böylece daha iyi düşünebilsin, kafasının içinde daha çok şey olsun diye. Tıpkı, muzları yiyip, gövdesini adamakıllı dolduran atın daha iyi koştuğu gibi. Uykuyu savdıktan sonra Papalagi'nin eline aldığı ilk şey budur. Okur. Gözleri kâğıdın anlattıklarını deler geçer. Avrupa'nın en büyük şeflerinin neler söylediklerini okur. Ne denli budalaca olursa olsun hepsi kâğıtta yazılıdır. Papalagi buna: "Olup biten herşey hakkında bilgilenmek" der. Güneşin batışından bir sonraki batışına kadar ülkesinde olan herşey hakkında bilgilenmek ister. Bir tek şeyi bile kaçırsa küplere biner.

Gazeteyi bir kere okudun mu, artık dostların ne düşünüyorlar, ne yapıyorlar, neyi kutluyorlar diye Apolima'ya, Manono'ya gitmene gerek kalmaz. Sen döşeğine uzanırsın ve kalabalık kâğıtlar sana her şeyi anlatır. Bu çok güzel, çok keyifli gibi görünebilir, ama aslında sadece bir yanılgıdır. Çünkü diyelim ki kardeşlerinle karşılaştın ve hepiniz önceden kafanızı o kâğıt kalabalığının içine soktunuz. Herkes kafasında aynı şeyleri taşıdığı için, birbirinize anlatacağınız yeni özel bir şey kalmaz. O zaman ya karşılıklı susuşursunuz yahut kâğıtta yazılı olanları tekrarlayıp durursunuz.

Kalabalık kâğıtların asıl kötü yanı şunun bunun hakkında, ulu şeflerimiz hakkında, başka ülkelerin şefleri hakkında, olup biten ve insanın yaptığı her şey hakkında nasıl düşünmemiz gerektiğini söylemeleridir. Gazete, bütün insanları tek bir kafa haline getirmeye çalışır. Tüm insanların kafasını ve düşüncesini ele geçirmeye çalışır. Bunu becerir de. Sabah kalabalık kâğıdı okursan, öğlene diğer Papalagilerin kafalarında ne taşıdıklarını bilirsin.

Yanlış hayatlar mekânı ve kalabalık kâğıtlar Papalagiyi bugün hak ettiği yere getirmiştir: Gerçek olmayanı sevip, gerçek olanı ayırt edemez hale gelen; Ay'ın suretini Ay sanan, yazılı hasırları hayatın yerine koyan, güçsüz, aklıkarışmış insanlar. (Papalagi: Göğü Delen Adam, İstanbul: Ayrıntı, 1988.)


5 Ocak 2003
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED