|
|
"Hilafet Risaleleri" vesilesiyle
Martin Luther Kutsal Kitabı Almanca'ya çevirmekle Reform hareketinin üç aşamalı bir strateji üzerinden hedefine ulaşmasını imkan sağlamıştı. 1) Almanlar kutsal kitaplarını anadillerinden okumalı ve ibadetlerini anadilleriyle yapmalıydılar. Yani böylelikle Latince tasfiye edilmiş oluyordu. 2) Ruhban sınıfı Tanrı ile halkın arasından çekilmeli, halk din adamlarının aracılığına ihtiyaç duymadan dilediği gibi Tanrısına kulluk edebilmeliydi. Latince'nin yerine Almanca'nın ikamesi Ruhban sınıfının tasfiyesini kolaylaştırmış, kutsal kitabını anadilinden okuyabilen, ibadetlerini anadiliyle ifa edebilen halkın görünürde dinadamlarına ihtiyacı kalmamıştı. 3) İmdi vergileri Roma'ya göndermeye gerek yoktu. Çünkü ruhban sınıfı aracılığıyla hakimiyetini idame ettirebilen Papa da devreden çıkarılmıştı. Alman halkı artık özgürdü. (Yani Almanları bu sefer Alman soyluları kendi lehlerine istedikleri gibi sömürebilirlerdi.) Bizim tarihimizde de benzeri bir süreç yaşandı. Latince'nin yerine Arapça, Ruhban sınıfının yerine Ulema ve en son olarak Papalığın yerine Hilafet'i koymak suretiyle bizdeki reform taleplerini (dolayısıyla bu yoldaki adımları) değerlendiriniz, göreceksiniz ki sonuç hiç değişmiyor. Sadece arada küçük (!) bir fark var, o da Roma'nın yerinde İstanbul'un, Papa'nın yerinde Halife'nin bulunuyor olmasıdır... Almanlar dışarıya, bizler ise içeriye karşı savaşmışız... (Bkz. Türk Tarihi!) 3 Mart 1924'de Hilafet'in ilgasıyla beraber Türkiye yeni ve farklı bir istikamete girdi... Öyle ki artık siyasî kavramlarımız da iktidar tasavvurumuz da kökten değişti... İşin tuhaf tarafı İslamcılık da köklü dönüşümlere sahne oldu.... Din-Devlet, İslam-Siyaset tartışmalarında kimse hilafet kelimesini ağzına almaz oldu. Sanki bütün bu tartışmalar bu tehlikeli kelimenin ağza alınmaması için yapılıyordu... Kısacası İslamcılar da sözüm ona muhalifleri gibi imparatorluk ufkunu da, hilafet meselesini de unutmuşlar, mevcut ulus-devlet konsepti içinde fırtınalar koparmakla meşguldüler... Cumhuriyet'in ilk beş yılı boyunca (1928'e kadar) bir 'İslam Cumhuriyeti' olması dahi pek dikkat çekmemiş ve zamanla İslamcılar artık içeriden değil, dışarıdan konuşur bir tutuma sürüklenmişlerdi.... 'Ele geçirilmesi gereken bir iktidar' konsepti yerine 'yıkılması gereken bir devlet' konsepti sadece içteki sert uygulamaların neticesi miydi, yoksa soğuk savaş politikalarının bir hediyesi mi, işte burası tartışılmaya değer... NATO'nun İslam'ı (Siyasal İslam'ı ve/veya Fundamentalizmi) bir tehdit olarak algıladığını ilan etmesinden kısa bir süre sonra bizde 28 Şubat süreci başladı... derken 11 Eylül saldırısı... ardından Afganistan'ın işgali... ardından Irak'ın işgal hazırlıkları... ve tam da bu sırada taze bir hükümet.... İslam coğrafyası lime lime ediliyor ve bizler ne olduğunu bile anlamaksızın günübirlik keyfi yorum bombardımanı altında başımızi kuma sokmuş öylece bekliyoruz... Olup bitenleri anlama şansımız yok, çünkü böyle bir şansın doğmaması için elden gelen yapılıyor. (Medyanın vazifesi de bu değil mi zaten?!?) Geriye bir tek seçenek kalıyor: TARİH... Yani bizden unutmamızı istedikleri ne varsa onları unutmamak için direnmek, hafızamızın formatlanmasına izin vermemek... İşte tam da böylesine kritik bir dönemeçte Hilafet Risaleleri okunmayı hak ediyor... İngilizlerin hâlâ iş başında olduğunu bilmek için, bir zamanlar onların nasıl işin başında olduklarını bilmek gerek... Tarih tekerrür etmiyor, devam ediyor. Not: Yarın (6 Ocak 2003 Pazartesi günü) saat: 18.00'de Tarık Zafer Tunaya'da 'Modern Mantık'ın Türkiye'ye Girişi' konulu bir konferansım var. Dostlara duyurulur.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |