|
|
Türkiye'nin savaşta ABD'nin yanında yer almasını savunan neo-liberallerin son günlerdeki "İşte savunduğunuz millet" yazıları ile; katı bir Amerikan karşıtlığını savunan Kemalistlerin "Değmezmiş bu Iraklılar için" yazıları sonuçta aynı kapıya çıkmıyor mu? İki kesimin de tıpkı Amerikan yönetimi gibi "Çapulcu gruplar"dan değil de "Iraklılar"dan söz etmesi anlamlı değil mi?
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld "Yağma özgürlüktür" (Hürriyet, 13 Nisan) sözleriyle, başta Bağdat olmak üzere Irak'taki yağmacılık hareketlerini onayladıktan sonra medyaya çatmayı da ihmal etmemiş. Şöyle demiş: "Medya Saddam'ın devrilmesinden ve Irak'a özgürlük gelmesinden çok, yağma ve şiddet olaylarını öne çıkarıyor, yaralıların görüntüsünü yayınlıyor. Bu inanılmaz." Rumsfeld'in yaklaşımının felsefî gerekçesini de öğrenmek ister misiniz: "Özgür insanlar, suç işlemekte özgürdür" demiş ve şöyle sürdürmüş sözlerini: "Şimdi orada düzensizlik var. Savaş ile özgürlük arasındaki düzensizlik. Zaten özgürlük, düzensiz bir şeydir. Ve özgür insanlar, hata yapmakta, suç işlemekte, kötü şeyler yapmakta özgürdür…" Şimdi "Rumsfeld niye kızıyor ki medyaya" diyebilirsiniz haklı olarak, "madem yağma 'özgürlük'tür, e o zaman onun gösterilmesinde de bir sakınca olmamak gerekir…" Dedik ya, haklısınız, ama zaten ABD yönetiminin olan bitenin medyaya yansımasından samimi olarak rahatsız olduğuna inanmak da mümkün değil. Dikkat ederseniz, ABD yönetimi böylece "yağmacılar"ın değil, "Iraklılar"ın "özgürlüklerini" kullandıklarını işliyor. Ve yerli-yabancı medya da olayların öznesini hep "Iraklılar" diye kodluyor… En son "modern tarihin en büyük kültür felaketi" olan Irak Ulusal Müzesi'nin de yağmalanmasından sonra ortaya çıkan duygu "Bunlar ciğeri beş para etmez bir milletmiş" değil midir? Türkiye'nin savaşta ABD'nin yanında yer almasını savunan neo-liberallerin son günlerdeki "İşte savunduğunuz millet" yazıları ile; katı bir Amerikan karşıtlığını savunan Kemalistlerin "Değmezmiş bu Iraklılar için" yazıları sonuçta aynı kapıya çıkmıyor mu? İki kesimin de tıpkı Amerikan yönetimi gibi "Küçük çapulcu grupları"ndan değil de "Iraklılar"dan söz etmesi anlamlı değil mi? Bu kodlama hiç şüphesiz gerçeği yansıtmıyor. Hiç şüphesiz, her toplumda bu tür karakter zaafı olan kişiler vardır ve benzer bir tarihi yaşamış başka bir ülkede de savaş sonrasında benzer sahneler yaşanacaktı. (Milliyet yazarı Mine Kırıkkanat, Türk gazetecilerin kendi toplumlarından o kadar da emin olmamaları gerektiğini yazdı.) Ayrıca medyanın "sunumu" meselesi var… Haluk Şahin 12 Nisan'da Radikal'de, Firdevs Meydanı'ndaki heykel yıkımının bütünüyle "planlanmış" bir senaryonun görüntüleri olabileceğini yazdı: "Heykelin devrilmesi olayını otelin tepesinden izleyen görüntülerin çok-uzak-planlarına bakanlar, meydanın dört girişinin dört Amerikan tankı tarafından kapatıldığını, heykelin kaidesinin dibindeki kalabalığın ise hemen hepsi erkek birkaç yüz kişiyi geçmediğini belirtiyorlar. Çok uzak plan görüntülerde meydanın görece boşluğu göze batıyor. Yani bu olay Berlin duvarının yıkılması türünden, yüz binlerin katıldığı coşkulu kitlesel bir yıkımdan ziyade, fevkalade kontrollü bir çekime benziyor." MÜZE DE Mİ ABD'YE RAĞMEN?
Amerikalı yöneticilerin yağma görüntülerinden "rahatsız" oldukları yönündeki beyanlarının samimiyetini gölgeleyen son gelişme "müze yağması" oldu. Bazı müze görevlileri ağlayarak "Amerikalılar isteseydi buranın yağması önlenebilirdi. Bir tank, birkaç da asker yeterdi" demişler. Hürriyet yazarı Fatih Altaylı da "Irak'a medeniyet getirirken medeniyeti yok ettiler" başlıklı yazısında benzer bir kuşkuyu ima ediyor: "Amerikalı askerler bir ara yağmayı engellemek için gelmişler ancak müzeyi koruma altına alan Abrams tankının çekilmesinin hemen ardından yağma yine başlamış." Size de çok tuhaf görünmüyor mu bu? ABD'nin müze yağmasına (da) "izin vermesini" "İşte bunlar böyle" duygusunu iyice yerleştirmeye yönelik bir gözü dönmüşlük olarak yorumlamak çok mu "komplocu" bir yaklaşım olur? Neyse ki ortada bir "Millî Kurtuluş Savaşı" falan yokmuş… Neyse ki "IRAKLILAR" "Gidene ağam, gelene paşam" dediler, çapulculuk yaptılar, el öptüler… Bu sonuç, hem Amerikan yandaşlarını hem de karşıtlarını rahatlatmış görünüyor… Allah muhafaza, az kalsın "Ne Şam'ın şekeri, ne Arap'ın yüzü" atasözünü bile kullanamaz hale gelecektik! Neyse, korkulan olmadı da hep birlikte "IRAKLILAR"a (aslında "ARAPLAR"a) verip veriştirme özgürlüğümüzü kullanmaya devam edebiliyoruz… (A.G.)
'Tezkere geçseydi, şimdi Kuzey Irak'taydık' analizi çöktü...
"Tezkereci" yazarların, "Tezkereyi reddettiler, gitti paralar" feryadı bir noktadan sonra iyice tatsız bir hal almaya başlamıştı ki, imdada, Kerkük'e giren Talabani'nin peşmergeleri yetişti… Bu noktadan sonra, "kaçırılan fırsat" yazılarının "fırsat" bölümüne "para" yerine "Kuzey Irak'ta Türk askeri" kelimeleri yerleştirildi. Örneklersek: "(..) Türkiye yavaş yavaş bu tezkereyi reddetmesinin yarattığı sorunları görmeye başladı. İkinci tezkere geçmiş olsaydı, bugün Kuzey Irak'ta 30-40 bin Türk askeri bulunacaktı. (…) Ama, bu dâhi çocukların kendi kendilerine biçtikleri 'tarihi misyonun' bizi getirdiği nokta budur. Kuzey Irak'ta kontrolü kaybetmiş bir Türkiye. Ve bu kontrolü tekrar ele almak için, yaratılmaya çalışılan bir 'İran-Türkiye-Suriye' paktı…" (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 8 Nisan) 10 Nisan'da bu bakış açısını şöyle eleştirmiştik: "Bu yazarlara şu soruyu soracağız: Tezkere Meclis'ten geçseydi, şu anda Kuzey Irak'ta 30-40 bin Türk askerinin bulunacağından nasıl bu kadar emin oluyorsunuz? ABD ile Türkiye arasındaki müzakereler sürerken (ve Hürriyet 'Para dışında her şey tamam' diye üst üste manşetler atarken), aslında iki ülke arasında 'çok ciddi siyasi sorunlar' olduğu sonradan ortaya çıkmadı mı? 'Çok ciddi siyasi sorunlar'ın başında Kuzey Irak'ta Türk askerinin bulunmasına Amerikalıların muhalefet etmesinin geldiği sonraki günlerde apaçık ortaya çıkmadı mı? Hürriyet yazarları, 'Para dışında her şey tamam' haberlerine bugün de mi inanıyorlar yoksa?"
PARRIS'İN SÖZLERİ
Aynı yazıda, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Parris'in "çok önemli" (Cüneyt Ülsever, Hürriyet) sözlerinin de "ABD'yi küstürmeseydik şu anda Kuzey Irak'taydık" tezinin tartışmaya çok açık, naif bir tez olma ihtimalini güçlendirdiğini vurgulamıştık.... 6 Nisan'da Sabah ve Akşam gazetelerinde yayımlanan demecinde, hatırlayın, "Irak halledildikten sonra ilişkilerin işleyişinde zaten değişiklik olacaktı. (…) Bunun 62 bin askere Türkiye'de konuşlanma izni verilmemesi ile ilgisi yok. (…) Dengeler değişti. (…) Savaştan sonra ABD İncirlik üssüne bile ihtiyaç duymayabilir…" demişti Parris... Sabah'tan Ömer Lütfi Mete, Parris'in sözlerini, Amerika'nın kapalı kapılar ardında sürdürülen görüşmelerde Türkiye'ye "Ben gireyim, sen seyret, şu kadar da rüşvet vereyim" demiş olduğunun kanıtı diye gösteriyordu ki, biz de önemli ölçüde hak vermiştik kendisine... Nihayet, Hürriyet'in 9 Nisan tarihli "GİRERSENİZ PARA YOK… ABD Senatosu'ndan, Türkiye'ye öngörülen 8.5 milyar dolar krediye, 'Kuzey Irak'a girme' koşulu geldi…" sürmanşetini de aktardıktan sonra şöyle bağlamıştık yazımızı: "ABD'nin 'Kuzey Irak' konusunda bu kadar 'kararlı' oluşunu sadece 'Türkiye'yi cezalandırma' saikiyle açıklayabilir miyiz? Bu son gelişme, 'Tezkere' geçseydi bile ABD'nin 'Kuzey Irak kararlılığı'nın sürebileceği kuşkusunu haklı çıkarmıyor mu?"
'GÜL'DEN TARİHİ AÇIKLAMA'
Bütün bu tartışma, iki ülke arasında yürütülen müzakerelerin "gizliliği"nden besleniyordu kuşkusuz... "Tezkere çıksaydı şimdi Kuzey Irak'taydık, Musul'a, Kerkük'e müdahale edebilirdik" diyenler de; "O kadar emin olmayın" diyenler de basına yansıyan, doğruluğu kuşkulu bilgilere dayanıyordu. Ama ilk kez 15 Nisan'da, müzakerelerin birinci elden tanığı bir hükümet yetkilisinin açıklamalarıyla tartışma bir anda "spekülatif" alandan çıkıverdi. Çok da iyi oldu. Uzatmayalım... Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Radikal Ankara Temsilcisi Murat Yetkin'e söyledikleri, "O kadar da emin olmayın" diyenleri doğrular nitelikte... Radikal'in birinci sayfasında "GÜL'DEN TARİHİ AÇIKLAMA" başlığıyla sunulan haberin spotunu aktarmakla yetiniyoruz: "DIŞİŞLERİ BAKANI: TEZKERE GEÇSE DE MUSUL VE KERKÜK'E GİREMEZDİK... Dışişleri Bakanı Gül, tezkerenin perde arkasını anlattı: 'İnsanlar, biz Musul ve Kerkük'e tezkere geçmediği için gidemiyoruz, diyor. Tezkere geçse bile girme diye bir konu yoktu. Bir aşamada konuşuldu ama ABD istemedi. Bu kabul edilse tezkere geçerdi." Özetle: Hürriyet'in ABD-Türkiye müzakerelerini "İş paraya kaldı" manşetleriyle yansıttığı günlerde, tam da bizim tahmin ettiğimiz gibi mesele "Kuzey Irak'a girme" meselesinde kilitlenmiş... O günlerde, Hürriyet'in bu manşetlerini, "Bir şeyleri gizlemeye çalışan ABD'nin servise koyduğu dezenformasyon malzemesinden kotarılmış haberler" diye nitelemiş, bu gazeteyi yayınlarını gözden geçirmeye çağırmıştık... Şimdi her şey anlaşılıyor: ABD o günlerde Türk tarafını "at pazarlığı" yapan bir konumda göstermeye çalışmış, böylece "siyasi" konulardaki (başta ABD askerlerinin Türk topraklarında konuşlandırılması ve Kuzey Irak) direncini kırmaya çalışmıştı. Bugün geri dönüp bakıldığında, "büyük gazete"nin o günlerdeki yayınlarının dezenformatif karakteri çok daha net görünüyor... (A. G.)
'Baltalı katiller'i gerçekten 'komiser' mi yakaladı?
15 Nisan tarihli gazetelerin hemen hepsinde yer alan bir haber. Antalya'nın en işlek caddelerinin birinde yüzlerce kişinin gözü önünde ellerinde balta ve satır bulunan üç kişi ortayaşlı dördüncü kişiyi parçalamakla meşgul... Olay cereyan ederken bir polis arabası olay yerinde. Saldırganlar olaya müdahale etmek isteyen polisleri de tehdit ediyorlar. Bir komiser saldırganları durdurmak için havaya ateş açıyor. Bu arada "Hadi vur" diyen saldırganlar kurbanlarına öldürücü darbeleri vurmaya devam ediyorlar. Olay yerinde toplanan halk polislere "Vur, vur!" diye seslenmekte. Nihayet polis bir biçimde müdahale ediyor ve saldırganları etkisiz hale getiriyor.... Olaya yer veren 15 Nisan tarihli gazetelerin hemen hepsinde benzer ifadeler: Hürriyet: "Polisler caddede baltalı dehşeti yine seyretti". Vatan: "Yine müdahale edemediler!" Milliyet: "Polis, baltalı vahşeti izledi". Sabah: "Batmanlı kardeşler (...) yüzlerce kişinin gözleri önünde balta ve satırla paramparça ettiler". Zaten gazetelerde yer alan fotoğraflardan da belli ki, polis görevini yapmıyor. Ama 15 Nisan tarihli gazeteler içinde bir tanesi var ki, hiç mi hiç bu fikirde değil... Bu gazete Tercüman (Ilıcaklar). Bakın bu gazete büyük bir şehrimizin en işlek bir caddesinde aralarında polis memurlarının da bulurduğu yüzlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşen bu dehşet anına okurlarına nasıl aktarıyor: "Baltalı katilleri komiser yakaladı / Antalya'da sokak ortasında bir kişiyi baltalarla öldüren üç kardeş, genç komiserden kaçamadı"(!) Sanırsınız ki, gözleri önünde bir cinayete tanık olan polislerin görevi iş bitene kadar müdahale etmemek ama iş bittikten sonra katilin kaçmamasını sağlamaktan ibarettir... Tercüman okurlarına ne anlatmak istiyor bilemiyoruz; ama şurası muhakkak ki, piyasada bir "Polis Gazetesi" olsaydı olayın hikayesi orada da farklı anlatılmazdı herhalde! (K.B.)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |