T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
21. Yüzyılı İslâm Belirleyecek (3)

Müslüman toplumların en temel sorunu çağdaşlaşma/k sorunudur. Çağdaşlaşma/k, asla Batılılaşmak demek değildir. Bugüne kadar bize çağdaşlaşmayı Batılılaşmak olarak sunanların asla çağdaş olmadıklarını; dolayısıyla çağdaşlaşmanın ve Batılılaşmanın ne demek olduğunu asla kavrayamadıklarını henüz farkedebilmiş değiliz. Bugüne kadar çağdaşlaşmayı Batılılaşmak olarak algılayan / sunan kişiler, Batı'yı, Batı kültürünü, düşüncesini, sanatını belirleyen / tanımlayan paradigmaları kavrayabilecek analitik, eleştirel ve derinlikli bir donanıma / zihin yapısına sahip olamadılar hiçbir zaman.

Soruna birazcık yakından bakabilenler, çağdaşlaşmayı Batılılaşmak olarak algılayanların zihin kalıplarının Batılı zihin kalıplarıyla hiçbir ilgisi olmadığını kolaylıkla görebilirler: Çağdaşlaşmayı batılılaşmak olarak algılayanlar, Batı'yı, Batılı kavramları ve kurumları dinselleştirdiler; kutsadılar; putlaştırdılar. Örneğin laikliği laikçilik dini haline getirdiler. Böyle bir şeyi Batılı aydınların, düşünürlerin, siyaset adamlarının yapabileceğini düşünmek bile Batı'yı bilemediğimizi, algılayamadığımızı, kavrayamadığımızı gösterir.

Oysa çağdaşlaşmak, çağın içine girebilmek, çağın / zamanın ruhuna (zeitgeist) vakıf ve hakim olabilmek demektir. Çağın / zamanın ruhuna vakıf ve hakim olabilmek ise ancak aynı anda hem Kendi (Özne) olabilmemizle, yani kendi dinamiklerimizi, imkânlarımızı bilebiliyor, harekete ve hayata geçirebiliyor olabilmemizle; hem de farklı olanı temel özellikleriyle farkedebiliyor; kavrayabiliyor, anlamlandırabiliyor ve farklı olanın dünyasına nüfuz edebiliyor ve onunla yaratıcı ilişkiler kurabiliyor olabilmemizle mümkündür. Kendi olamayanlar da, farklı olanı, nüfuz edecek kadar farkedemiyor olanlar da asla çağdaş olamazlar; yani çağa Özne (tanımlayan, belirleyen, aksiyoner, üreten, yaratıcı) olarak müdahale edemez; yön ve çeki-düzen veremezler. Hep Nesne (tanımlanan, belirlenen, reaksiyoner, asalak, tüketen, taklitçi) olarak kalakalır ve donakalırlar.

Türkiye'nin Batıcıları / sekülerleri büyük ölçüde hem çağa vakıf ve hâkim değiller; hem de kendi ben'leri yok; üstüne üstlük kendi ben'leriyle (kültürel, düşünsel, tarihsel hafızalarıyla) bir nefret ilişkisi içindeler. Asla kavrayamadıkları Batı'ya ise platonik bir aşk ilişkisi ile bağlılar: Hem kendi'leriyle, hem de çağ'la tam anlamıyla barışık değiller: Dış görünüş itibariyle Batılı gibi görünüyorlar; ama "iç dünyaları" / zihniyetleri, iğdiş edilmiş bir doğu dünyası zihniyeti ile çerçevelenmiş durumda: Çağdaşlıkları da, Batılılıkları da, müslümanlıkları da –Baudrillard'ın deyişiyle– "simülatif" (=yapay, sahte, sanal, sığ, yüzeysel): Psikanalistlerin (örneğin Klein'ın) paranoid şizofreni olarak adlandırdıkları paramparça (geçmişini-şimdi'sini-geleceğini birbirine karıştıran, zihni ve zihinsel melekeleri tarumar veya duman) olmuş bir kişilik'le (patolojik bir vakayla) karşı karşıyayız. Bu kişilerin demokrasiyi bile militan demokrasi olarak algılamaları, sıradan müslümanları ise iğrenç / fanatik / kan emici olarak görmeleri kesinlikle doğaldır ama normal değildir.

Bugün modern Türkiye'de yapay / sahte bir laiklik-antilaiklik geriliminin, kavgasının, çatışmasının yaşanmasının temel nedeni, bu paranoid şizofren kişiliğin hem kendi'si ile hem de dünya / çağ ile sahih, sahici, derinlikli, analitik, eleştirel ve özgürleştirici ilişkiler kuramaması, dolayısıyla hem kendisi, hem de dünya ile barışık olamamasıdır.

Türkiye'deki İslâmî söylem sahiplerinin Batıcı / seküler paranoid şizofren kişilerin kişilik ve ruh yapılarından büsbütün farklı kişilik yapısına sahip olabilmeleri elbette zordur: Çünkü bu iki figür de en azından aynı "yer"de ama farklı dünyalarda yaşıyor.

Ancak burada İslâmî söylem sahiplerinin hiç olmazsa önemli bir avantajları olduğunu görmek gerekiyor: Bu coğrafyanın kültürel haritasının temel tanımlayıcı, yoğurucu ve şekillendirici aktörü olan kollektif ben'i / kollektif hafızası / kollektif bilinci ve bilinçaltı ile bir kurbiyyetleri var. Bu figürün en önemli zaafı, bu dünya / çağ ile yaratıcı bir ilişkisinin olmamasıdır. Tıpkı Batıcı / seküler figür gibi başka bir dünyada yaşıyor; dolayısıyla bu figür de problemli bir figür; ama Batıcı / seküler figür gibi kendinden nefret eden, kendini olumsuzlayan, ontolojik güvensizlik duygusu yaşayan, dolayısıyla ben'ini ve yön'ünü yitiren bir figür değil. Onun gerilimi büyük ölçüde sadece bu dünya (özellikle de Batı) ile sınırlı. Batıcı / seküler figür gibi ayrıca hem kendi ülkesinin, hem de dünyanın insanlarıyla değil.

Bu iki figür ekseninde çizmeye çalıştığım tablo, İslâm'ın neden özelde Türkiye'nin, genelde ise dünyanın geleceğini belirleyebileceğini kendiliğinden ele verebilecek önemli ipuçları içeriyor.

Türkiye'deki Batıcı / seküler figür, dünyada da, İslâm dünyasında da benzeri olmayan bir "tip". (O yüzden geleceği yok. Kendi olamayan'ın geleceği olabilir mi?) Burada bir abartı yok: İslam dünyasında da Batıcı / seküler figürler var; ama bu figürlerin hiçbiri bizdeki gibi "hilkat garibesi"ni andırmaz. Örneğin, Arap dünyasında sosyalizmin / milliyetçiliğin en önemli temsilcilerinden Michael Aflak, "İslâm'ı Arap milliyetçiliğinden çekip çıkardığınız zaman, ortada hiçbir şey kalmaz" demiştir. (Benzer görüşlere Batıdaki seküler, hatta ateist aydınların da sahip olduklarını daha önce zikretmiştim: Braudel, "Batı'daki ateistlerin bile Hıristiyan kanı ve ruhu taşıdıklarını"; ateist düşünür Zizekise "AB'nin ancak Yahudi-Hıristiyan geleneği üzerine inşa edilebileceğini" söyler!) Türkiye'deki Batıcı / sekülerlerse tam tersini söylerler: "İslâm'ı, Türk ulusçuluğundan / laikliğinden / Atatürkçülüğünden çekip çıkarmak zorunludur". Oysa bu, Türkiye'nin intiharı ve başkalarına teslim edilmesiyle sonuçlanacak son derecek anakronik (temelsiz, dayanaksız, köksüz, zamanını şaşırmış) bir figürle karşı karşıya olduğumuzu, Türkiye'nin yaşadığı şeyin neden trajedi (=ayıltan bir deneyim) değil de, traji-komedi (=bayıltan bir deneyim; çıkmaz sokak / fasit dâire) olduğunu gösterir bize.

Türkiye'deki seküler / Batıcı elitler, karşılığı olan bir kendi'leri olmadığı için Türkiye'yi sürgit yapay gerilimlerin içine sürüklemekten başka bir şey yapamıyorlar. Kendi'leri olamayanlar, hiçbir zaman Özne olamazlar; hep Nesne olarak kalakalmaya ve donakalmaya mahkum olurlar. Bu paranoid şizofren figür'ün başkalarıyla (dünya / çağ / zaman ile) diyalojik bir konuşma içine girebilmesi hayaldir. Bu figürün yapabileceği tek şey, monoloji üretmektir; yani "ben ne diyorsam odur, benden başkası cehennemdir" demektir. Türkiye'deki İslâmî söylemi eksene alan figür de, bu dünyada yaşamıyor; ama sığ / örtük de olsa bir kendi'si / ben-idraki olduğu için, potansiyel bir Özne'dir ve dünya / çağ / zaman ile yaratıcı ilişkiler kurabilme potansiyeli her zaman mevcuttur, bu figürün.

Müslümanlık, Batı kültürü gibi ben-merkezci değildir; kendisini Özne, ötekini Nesne olarak konumlandırmaz. Kendisini de, "öteki"ni de "özne" olarak konumlandırır: Avrupa'da barbarların uzunca bir süre birbirlerini kırıp geçirdikleri bir zaman diliminde Endülüs'te (İspanya'da) Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin kendileri olarak birarada ve barış içinde yaşamaları, yığınla örnekten sadece biridir. Şu an böylesi bir sürecin eşiğindeyiz. Tarihin müslümanlar lehine işlemeye başladığı bir dönüm noktasındayız. Müslüman toplumların yaşadıkları ürkütücü sorunlar, müslümanların bu tarihî dönüm noktasında olmalarından kaynaklanıyor. Batı ile İslâm arasındaki ilişkilerin bugün aldığı biçim, müslümanların Özne olarak konumlandırıldığını gösteriyor bize: Batılılar, önümüzdeki 25 yıllık döneme yönelik tüm projelerini ve stratejilerini, esas itibariyle haksız, hukuksuz, iki yüzlü, ben-merkezci Batı hegemonyasına direnebilen tek aktör olarak gördükleri, görünüşte "İslam fundamentalizmi" olarak yaftaladıkları şeyi (ama gerçekte Müslümanların Özneleşme süreçlerini ve dinamizmlerini yani direnme varolma biçimlerini) bertaraf etmek için belirlemiş durumdalar.

Wallerstein, önümüzdeki 25 yılda yaşanacak gelişmelerin, dünyamızın gelecek 500 yılını belirleyeceğini söylüyor.

Önümüzdeki mevcut değişkenler, dinamikler ve f/aktörler, Müslümanlığı ve Müslüman toplumları Özne olarak konumlandırmış durumda. Bu süreç ivme kazanarak devam edecek ve Müslümanların Özneleşme süreçleri zamanın ruhunu kavramalarını imkan dahiline girdirecek ve İslâm-Batı ilişkileri Müslümanların lehine olacak şekilde belirginleşmeye başlayacaktır. Bu tartışmayı sürdürmek niyetindeyim.



21. Yüzyılı İslâm Belirleyecek (1)
21. Yüzyılı İslâm Belirleyecek (2)


10 Nisan 2002
Çarşamba
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED