T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
21. yüzyılı İslâm belirleyecek

Evet, 21. yüzyılı İslâm belirleyecek ve 22. yüzyıl, İslâm'ın yüzyılı olacak. Peki, bu bir temenni mi, boş bir iddia mı, boş ve hoş bir hayal mi?

O halde, tarih felsefesi yapmamız gerekiyor.

Bir tarih felsefesi denemesine girişebilmenin asgari şartı veya usûlü; asıl'la, aslî / kurucu dinamiklerle ilişki kurmaktan; yani toplumların, kültürlerin ve bunların kurucu aktörü insanın –Braudel'in deyişiyle– "uzun süre"li –en az birkaç yüzyıllık– serüvenini (=medeniyet tecrübesini) karşılaştırmalı olarak analiz etmek ve anlamlandırmaktan geçiyor.

Braudel, bu bağlamda yapılacak kısa ve orta vadeli analizlerin / okumaların, bizi yanlış sonuçlara götüreceğini söyler. Kaldı ki, küreselleşme çağında bir toplumun geleceğini kısa ölçekli, konjonktürel değişkenlere ve değişimlere bakarak okuyabilmek handiyse imkânsız hale gelmiştir.

O halde, bir toplumun imkânlarını ve zaaflarını iyi saptayabilmek ve geleceğini iyi okuyabilmek için, kolay değişmeyen, varlığını ve etkisini örtük şekillerde ama derinden sürdüren temel zihin kalıplarına, anlam haritalarına ve anlamlandırma dizgelerine yakından bakmak kaçınılmazdır. Kısa vadeli, konjonktürel değişimler veya değişkenler, bu uzun vadeli, derinden varlığını ve etkisini sürdüren, kollektif bilinçaltı veya kollektif hafızada gizlenen kurucu dinamikleri ve süreçleri yok edemezler. Bu kurucu dinamikler ve bunların ürettiği süreçler, her medeniyetin kök-paradigmaları tarafından belirlendiği ve hayatiyetlerini sürdürdükleri için sadece tezahürleri değişebilir bunların.

İnsanlık tarihi, bize, dinlerin bu "medeniyet tecrübesi" fenomeninin kimi zaman adı; ama her zaman "temel motoriği / kaynağı" olduğunu gösteriyor.

Bugün yeryüzünde üç temel medeniyet ekseni var: Batı medeniyeti, Doğu medeniyetleri ve İslam medeniyeti. Omurgasını Avrupa ve Amerika'nın oluşturduğu Batı medeniyeti, fizik gerçekliği eksene alan bir medeniyet. Budizm, Hinduizm, Taoizm, Şintoizm gibi Doğu dinlerinin oluşturduğu Doğu medeniyetleri ise, fizik-ötesi gerçekliği eksene alan medeniyetler. İslâm medeniyeti ise fizik gerçeklikle fizik-ötesi gerçekliği aynı anda mezceden bir medeniyet.

Buradan yola çıkarak İslâm'ın neden ve nasıl 21. yüzyılı belirleyebileceğini az-çok kestirebiliriz. Bunun için önce, sadece Batı toplumlarının değil, bütün insanlığın son 200 yılını belirleyen Batı medeniyetinin tarihsel serüvenini özetlememiz, dayandığı temel kök-paradigmaları açıklığa kavuşturmamız gerekiyor.

Batı medeniyetinin aslî / temel kurucu kök-paradigması, antik Yunan'dan bu yana fizik gerçekliği / bu dünyayı eksene alan insan-merkezciliktir. Batı medeniyetinin 2500 yıldan bu yana yaşadığı tüm dalgalanmalara / seyrüseferlere rağmen, insan-merkezcilik kök-paradigması belirleyiciliğini yitirmemiş, aksine her farklı durumla, her yeni dalgalanmayla birlikte pekişerek bugüne kadar varlığını ve etkisini sürdüregelmiştir. İnsan-merkezcilik kök-paradigması, Hıristiyanlığı da dönüştürmüştür: Hz. İsa, bir insan-peygamberken, İnsan-Tanrı olup çıkıvermiştir.

İnsan-merkezcilik paradigmasının, asıl büyük sonuçları 15. yüzyılda Rönesans ve Reformasyon tecrübeleriyle birlikte alınmaya başlanmıştır. M.S. 15. yüzyıl sadece Batı medeniyeti tarihi açısından değil, bütün bir insanlık tarihi açısından en büyük dönüm noktalarından, dönüşümlerden biridir. Peki nasıl bir dönüşüm bu?

M.Ö. 15. yy ile M.S. 15 yy, insanlık tarihindeki taban tabana zıt / asimetrik iki farklı tecrübenin yaşandığı "dönüşüm anları"dır. M.Ö. 15. yüzyılda Hint medeniyeti'nden yerli Amerika medeniyetleri'ne, Mezopotamya medeniyetlerinden Mısır medeniyeti'ne kadar bütün dünyadaki medeniyetler, gerçek anlamda medeniyetlerarası diyalog olarak adlandırabileceğimiz ortak bir tecrübe üretirler: Bu tecrübeyi tek bir cümleyle şöyle özetleyebiliriz: İnsan, doğa'ya ve kozmik dünyaya ait olan bir varlıktır; doğayla ve kozmik dünya ile harmonik bir ilişki içindedir. Bu tecrübe, Girit'te ortaya çıkan ve antik Yunan ve Roma tecrübelerinin tevarüs ettikleri Minos ve Miken Medeniyetleri hariç, üç bin yıl boyunca bütün insanlığın farklı şekillerde yaşadığı ortak tecrübedir.

İşte Rönesans ve Reformasyon, bu ortak insanlık tecrübesine öldürücü darbeyi vuran bir dönüşümün kes/k/in başlangıç noktasıdır: Artık insan, doğa'nın ve kozmik dünyanın bir parçası değil; hâkimidir: İnsan artık –Heidegger'in deyişiyle– kesinkes her şeyin merkezine yerleşmiş ve Tanrı rolünü oynamaya başlamıştır. İnsanın her şeyin merkezine yerleşmesi, elbette ki, insanın yetilerini ve yaratıcılığını sonuna kadar kullanmasını mümkün kılmıştır. Ama bu tecrübe aynı zamanda, insanın yıkıcılığını da beraberinde getirmiştir. Böylelikle Batılı insan, sadece doğaya ve kozmik dünyaya hakim olmakla kalmamış; Tanrı'ya, bizatihi kendisine, diğer insanlara ve toplumlara da hakim olmaya başlamıştır. Sömürgecilik deneyimi, bunun en ürkütücü ama kaçınılmaz sonucudur.

Özetle: İnsan-merkezcilik paradigması, Batılı insanın doğayı tahrip etmesine, Tanrı'yı hayattan kovmasına, diğer toplumları Batı'ya bağımlı hale getirme çabası içine girmesine ve dünyanın doğal kaynaklarını sadece kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için kontrol etmesine yol açan ben-merkezci patolojik bir tecrübe üretmesine yol açmıştır. Gücü, güç üreten araçları / silahları kontrol etme fobisi, Batılıların bu patolojik tecrübe ile dünya üzerinde hakimiyet kurmalarının yegane it/ici gücü olmuştur.

Bu patolojik tecrübe, ben-merkezci olduğu için, insanlığa adalet, barış, kardeşlik değil; yoksulluk, savaş, şiddet, adaletsizlikler, haksızlıklar ve hukuksuzluklar armağan etmiştir!

Bu yüzden Batı medeniyeti, insanlık tarihinde insanlığın ortak tecrübesinden kopan, marjinal bir tecrübedir. Bu tecrübe diğer medeniyetlere ancak kendisine itaat ettiği sürece hayat hakkı tanıyor. Ki, bu Batı medeniyetinin dışındaki diğer medeniyetlerin varlığının yok sayılması ve yok edilmesi anlamına gelmiştir.

Oysa bu, kabul edilebilecek bir şey değildir ve Baudrillard'ın deyişiyle "asıl şiddet, asıl terör, asıl çılgınlık budur."

Bugün bu çılgınlığa dur diyebilen ve insanlığa yeniden doğayla, kozmik dünyayla, Tanrı'yla harmonik, barışçıl bir ilişki kurmayı vadedebilen tek "gelenek" İslâm'dır. Doğu dinleri, direniş güçlerini yitirdiler; insan-merkezci ve şiddete, güce dayalı Batı medeniyetinin kodları tarafından hadım edilerek etkisiz hale getirildiler.

İnsanlığı kadim geleneklerle buluşturacak tek aktör İslâm olduğu için, bugün İslâm önce terörle, fundamentalizmle özdeşleştirilmekte; ardından da sekülerleştirilmeye / protestanlaştırılmaya çalışılmakta ve böylelikle İslâm'ın ilkin direnme; sonra da Özne olarak yeniden tarih sahnesine çıkma gücü ve dinamizmi kırılmaya çalışılmaktadır.

Ancak bu iki strateji de orta ve uzun vadede geri tepecek ve bugün insanlığın kadim geleneklerinin –yani ortak tecrübesinin– tek mirasçısı ve kendine özgü şekillerde yeniden üreticisi ve temsilcisi yegane aktör olan İslâm insanlığı yeniden kadim gelenekler ekseninde buluşturacak özgün, herkesi özneleştirici, kendileştirici nev-i şahsına münhasır ama evrensel iddia, söz ve dinamikleriyle yeniden tarih sahnesine Özne olarak çıkmayı ve 21. yüzyılı belirlemeyi başaracaktır.

Sonraki yazıda bu işin "nasıl"ını tartışalım.


20 Mart 2002
Çarşamba
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED