T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
21. Yüzyılı İslâm Belirleyecek (2)

İki hafta önce başlattığım tartışmaya kaldığım yerden ancak bugün devam edebiliyorum. Gerek yer'imin darlığı (haftada iki gün yazıyorum) gerekse hızla değişen ülke ve dünya gündemi ve İstanbul dışındaki programlarım nedeniyle bu tartışmayı ancak bugün devam ettirebildiğim için okuyuculardan özür diliyor ve anlayış bekliyorum.

İlk yazıda, "21. yüzyılı İslâm'ın belirleyeceğini" ve "22. yüzyılın İslâm'ın yüzyılı olacağını" söylemiş ve bu görüşümü kanıtlamak için kültürler ve medeniyetler tarihinde uzun soluklu ama özlü bir yolculuğa çıkarak bir tarih felsefesi denemesi yapmaya çalışmış ve vardığım sonuçları test edebilmek için "İslam'ın 21. yüzyılı nasıl belirleyebileceği" sorusu üzerinde durmamız gerektiğini belirtmiştim. Hem bu yazıda, hem de Çarşamba günkü yazıda bu sorunun cevaplarını araştırmaya çalışacağım.

Önce, –ilk yazıyı duyan ama okuyamayan okuyuculardan gelen yoğun talebi gözönünde bulundurarak– ilk yazıda vardığım sonuçları burada özetlemek istiyorum.

Batı medeniyeti, 15. yüzyılda gerçekleştirilen Rönesans ve Reformasyon tecrübeleriyle başlayan sürecin sonunda, insanlığın ortak tecrübesinden kopan, marjinal bir tecrübe üretmiştir. Bu tecrübe, diğer medeniyetlere, ancak kendisine itaat ettiği, kendi çıkarlarını korumaya katkıda bulunduğu sürece hayat hakkı tanıyor. Ki, bu, Batı medeniyetinin dışındaki diğer medeniyetlerin varlığının yok sayılması ve yok edilmesi anlamına gelmiştir. Sömürgecilik deneyimi, bunun en çarpıcı ve somut örneğidir.

Tarih felsefecisi Arnold Toynbee, insanlık tarihi boyunca saptadığı ve araştırdığı 26 medeniyetten 25'inin 20. yüzyılın başına gelindiğinde seküler Batı medeniyeti tarafından tarihten –kimilerinin tümüyle, kimilerinin ise kısmen– "silindiğini" söyler. (Bu medeniyetlerin tarihten tümüyle veya kısmen "silinmeleri"nin / çekilmelerinin tek nedeni, elbette ki yalnızca seküler Batı medeniyetinin kolonileştirici, güce ve şiddete dayalı ilişki biçimleri üretici saldırganlığı değildir. Bunun en önemli nedenlerinden birinin, bu medeniyetlerin Batı medeniyetinin ürettiği, gücü eksene alan, maddeci ve seküler meydan okuyuşu karşısında kendilerini, kendi paradigmaları doğrultusunda yenileyememeleri olduğu gerçeğini de elbette ki unutmamak gerekiyor).

Ama her şeye rağmen Batı medeniyetinin güce ve şiddete dayalı saldırgan yürüyüşü / meydan okuyuşu, karşımızda patolojik özellikleri baskın olan yepyeni bir aktör olduğu gerçeğini gözardı etmemiz gerektiğini gösteriyor bize. Bu aktör (=seküler Batı medeniyeti) ontolojik güvensizlik duygusu yaşayan, herşeyi ben-merkezli bir şekilde gören ve dünyaya ben-merkezci bir şekilde çeki düzen vermeye soyunan patolojik, kavgacı, çatışmacı, gerilim üretici bir tecrübe üretmiştir.

Bu patolojik tecrübe, ben-merkezci olduğu için, insanlığa adalet, barış, kardeşlik değil; büyük ölçüde yoksulluk, savaş, şiddet, adaletsizlikler, haksızlıklar ve hukuksuzluklar armağan etmiş; dolayısıyla kendisinin dışındaki medeniyetlere / kültürlere, kendileri olarak varolma –ve hayat– hakkı tanımayacağını göstermiş ve kanıtlamıştır.

Oysa bu, kabul edilebilecek bir şey değildir ve Baudrillard'ın deyişiyle "asıl şiddet, asıl terör, asıl çılgınlık budur".

Bugün bu çılgınlığa "dur" diyebilecek ve insanlığa yeniden doğayla, kozmik dünyayla, Tanrı'yla harmonik, barışçıl bir ilişki kurmayı vadedebilen tek "gelenek" ve "aktör"ün İslâm olduğu anlaşılmıştır. Batı medeniyetinin aktörlerinin, dünya üzerinde kurdukları haksız, hukuksuz, "iki yüzlü" (cynical) hegemonyayı deşifre ettirebilecek ve bu hegemonyaya direnebilecek yegâne aktör'ün İslâm olduğunu kabul ettiklerini ve o yüzden İslâm'ın direnme ve varolma dinamizmini kırmayı öncelikli strateji olarak benimsediklerini görüyoruz. Artık 1989 yılından bu yana İslâm medeniyetinin kalbi / merkezi demek olan "Osmanlı haritası"nın sıkı bir şekilde kontrol altına alınmaya çalışılması (önce Körfez'e, ardından –tarihsel olarak tampon bölge işlevi gören– Balkanlar'a ve Kafkaslara / Afganistan'a yerleşilmesi) bu stratejinin kaçınılmaz sonucudur.

Doğu dinleri, kendi olarak varoluş ve dolayısıyla direniş güçlerini yitirdiler; insan-merkezci / ben-merkezci ve güce, dolayısıyla şiddete dayalı Batı medeniyetinin kodları tarafından hadım edilerek etkisiz hale getirildiler.

Bugün, insanlığı, insan, doğa ve Tanrı arasında harmonik ilişkiyi esas alan insanlığın ortak tecrübesi kadim geleneklerle yeniden buluşturacak tek aktörün İslâm olduğu artık anlaşılmıştır. O yüzden, İslâm, ilkin terörle, fundamentalizmle özdeşleştirilmekte; sonra da sekülerleştirilmeye / protestanlaştırılmaya çalışılmakta ve böylelikle İslâm'ın önce direnme ve ardından da Özne olarak yeniden tarih sahnesine çıkma gücü ve dinamizmi kırılmaya çalışılmaktadır.

Ancak bu iki strateji de orta ve uzun vadede geri tepecek ve insanlığın kadim geleneklerinin (yani ortak tecrübesinin) tek mirasçısı ve kendine özgü şekillerde yeniden üreticisi ve temsilcisi yegane aktör olan İslâm, insanlığı yeniden kadim gelenekler ekseninde buluşturacak özgün, herkesi özneleştirici, kendileştirici nev-i şahsına münhasır ama evrensel iddia, söz ve dinamikleriyle yeniden tarih sahnesine Özne olarak çıkmayı ve 21. yüzyılı belirlemeyi başaracaktır.

Peki, bu nasıl gerçekleşecek? Bunun nasıl gerçekleşebileceğinin göstergeleri neler?

İslâm, 21. Yüzyılı Nasıl Belirleyecek?

İslâm, her şeyden önce, dışlayıcı (exclusivist), dolayısıyla insan-merkezci ve hele de ben-merkezci değildir; tam tersine kucaklayıcı / kuşatıcıdır (inclusivist): Bir yandan Hz. Adem'den bu yana ortaya konan vahyî birikimin mirasçısıdır; öte yandansa Hz. Adem'den bu yana ortaya konan beşerî birikimle yüzleşmeyi asla gözardı etmez: İslam'ın ilk 50-100 yıllık tarihi boyunca hızlı yükselişi sırasında karşılaştığı Bizans, Mısır, Hint, Çin, Pers ve Mezopotamya medeniyetleriyle yüzleşmeyi, bu medeniyetlerin birikimlerinden azamî ölçüde yararlanmayı başardığını görüyoruz. Dolayısıyla İslâm, şu an, insanlığın bugüne kadar geliştirdiği tüm diğer vahyî ve beşerî birikimi –Batılıların yaptığı gibi- öteki olarak konumlandırmak ve sonra da –asimilasyon / eritme ve eliminasyon'a / yok etme'ye başvurarak– ortadan kaldırmak veya yok saymak yerine, bir yandan olduğu gibi yaşatarak, öte yandansa bunlardan azami ölçüde yararlanabilmek için bu birikimleri kendi kök-paradigmaları doğrultusunda içselleştirerek yeniden canlandırabilecek ve tüm insanlığın hizmetine sunabilecek bir özgüvene / ontolojik güvenlik duygusuna ve bunun için gerekli "enstrüman"lara veya imkânlara sahip tek din ve dünya tasavurudur. Şu an yeryüzünde, İslâm dışında, bu potansiyele ve özgüvene sahip başka bir gelenek, din ve dünya tasavvuru kalmamıştır.

Bu teorik hakikatin, dün olduğu gibi bugün ve yarın da tahakkuk ettirilebilmesi, hayata geçirilebilmesi mümkün mü?

Çarşamba günkü yazıda bu sorunun cevabını araştırmaya çalışalım.


8 Nisan 2002
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED