|
|
Türk Modeli, "28 Şubat" mı, "Osmanlı Misyonu" mu? (1)
11 Eylül numarası'ndan sonra Batı'da, özellikle de Amerika'daki Yahudi kökenli stratejistler, muhbirler ve Amerikan çıkarlarının medyadaki sözcülüğünü yapan muhbir-muhabirler tarafından bir proje açıkça telaffuz edilmeye başlandı: "Seküler İslâm" ya da "İslam'ı protestanlaştırma" projesi. Bu projenin adına "Türk modeli" dendi. Ve Türkiye'nin entelektüel melekeleri donmuş, bakışları sakatlanmış, analitik ve eleştirel yetileri sırra kadem başmış entelijensiyası tarafından mal bulmuş mağribi gibi sahiplenildi bu proje. Peki, "Türk modeli"nden kastedilen şey ne? Şu: İslâm'ı, kişi ile Allah arasında kalan bir mesele olarak görmek; yani özel alan'a hapsetmek; ve kamusal (siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal) alandan ve iddialarından uzaklaştırmak. Peki, bu mümkün mü? Mümkün değil. Çünkü İslâm, Hıristiyanlık gibi özel alan'a hapsedilebilecek bir din değildir. İslâm, kamusal alana, yani siyasi, kültürel, ekonomik ve toplumsal hayata (üstelik de ulusal sınırları aşacak ve küresel boyutlara ulaşacak şekilde) doğrudan müdahale eden bir din, bir dünya tasavvurudur. Bu proje, 1989 yılından itibaren Cezayir'den Malezya'ya kadar hayata geçirilmeye; 11 Eylül'den itibaren ise küresel bir proje olarak hızlandırılarak veya ivme kazandırılarak bütün İslâm dünyasında uygulamaya konulmaya çalışılıyor. "Türk modeli" meselesi de, 28 Şubat'ta fiilen tecrübe edildikten sonra 11 Eylül numarası'dan sonra hem Avrupalılar, hem de özellikle de Amerikalılar tarafından ortaya atılmış ve küresel bir proje olarak pazarlanmaya başlanmıştır. Avrupa Birliği'nin Refah'ın kapatılmasını onaylaması (ama HADEP'in kapatılmasına şiddetle karşı çıkması), İslâm'ın kamusal hayattan uzaklaştırılması projesiyle ilintili bir meseledir. Türkiye'de ve Batı'da uzun vadede Müslüman Türkiye'nin önünü kesmeye çalışan mahfillerde "Türk modeli" olarak adlandırılan bu küresel projenin temel hedefi, İslâm'ı özel alan'a hapsederek, laikleştirmeye / protestanlaştırmaya çalışmak; böylelikle İslâm'ın siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel ve küresel iddialarını iptal etmek ve sonuçta İslâm'ın küresel bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkmasını önlemeye çalışmaktır. Peki, böyle bir projeye neden ihtiyaç duyuluyor? Şunun için: Osmanlı'nın tarihe karışmasından sonra İslâm'ın siyasi, ekonomik ve kültürel bir aktör olarak tarih sahnesinden çekildiği düşünülüyordu. Ayrıca modernleşme, sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin İslâm'ın etki ve nüfûz alanını daraltacağı hatta sıfırlayacağı tahmin ediliyordu. Ancak bu beklentilerin ikisi de gerçekleşmedi; üstelik tam tersi gerçekleşti. Modernleşme, sanayileşme ve kentleşme süreçleri, Müslüman toplumların önce köklü bir kimlik krizi yaşadıklarını farketmelerine; ardından da bu kimlik krizini aşabilecek yegane kaynağın İslâm olduğunu keşfetmelerine yol açtı. Bu kimlik krizinin farkediliş ve Müslüman kimliğinin keşfediliş sürecinde iki önemli fenomen belirleyici olmuştu: Birincisi, İslam dünyasında uygulanan ve hepsi de esas itibariyle seküler / totaliter / bölücü olan milliyetçi, sosyalist ve liberal projeler, tutmadı; başarısızlıkla, hatta fiyaskoyla sonuçlandı: Bu projeler bir yandan elitlerle toplum arasındaki gerilimi tırmandırdı; öte yandan da Müslüman toplumları siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan Batılı hegemonik güçlere daha fazla bağımlı hale getirdi. Sonuçta seküler sistemler, İslam dünyasının kaynaklarının Batılılar tarafından kullanılmasını, sömürülmesini önleyemediler; çünkü bu sistemler, meşruiyetlerini Batılı modellerden ve dolayısıyla Batılı güçlerden alıyordu. İkincisi de, seküler projeler / ideolojiler, Müslümanlık kadar güçlü, derinlikli ve kuşatıcı bir dünya tasavvuru sunmaktan uzaktı ve müslümanlık gibi insanın hem iç, hem de dış dünyasını anlamlandıran, anlamlı kılan anlam haritalarından ve anlamlandırma pratiklerinden yoksundu. İşte bu iki fenomen, yani bir yandan seküler projelerin başarısızlıkla sonuçlanması (örneğin 28 Şubat sonrası Türkiye'nin her bakımdan batmış, hastalıklı bir ülke görünümü arzetmesi), öte yandan da seküler projelerin müslümanlık karşısında tutunamayacak kadar zayıf ve şiddetle, kaba güçle ayakta durabilen bir özelliğe sahip (ve müslüman toplumları kamplara ayırıcı, bölücü, gerilim yaratıcı, baskıcı ve kavgacı) olması, kaçınılmaz olarak İslâm'ın siyasi, kültürel, ekonomik, entelektüel ve küresel bir güç, bir aktör, bir alternatif olarak yeniden tarih sahnesine çıkabilecek bir potansiyele sahip olduğunun anlaşılmasına, böyle bir konuma gelmesine zemin hazırladı. O halde acilen yapılması gereken tek şey vardı: İslâm, özel alan'a hapsedilmeli; siyasi, toplumsal, kültürel ve küresel iddialarından arındırılmalı; yani laikleştirilmeli / protestanlaştırılmalıydı. Aksi takdirde, İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve kültürel bağımsızlığını kazanmasını; kaynaklarının Batılılar tarafından kullanılmasına son verilmesini ve uzun vadede Batı hegemonyasının büyük sarsılmasını önleyebilmek imkansızlaşabilirdi. Sözün özü, "Türk modeli" olarak pazarlanan şey, İslâm'ın sekülerleştirilerek hadım edilmesini hedefleyen; dolayısıyla yeniden tarih sahnesine çıkmasını önlemeye çalışan küresel bir projedir. Bu proje, Türkiye'nin projesi olamaz. Olursa ne olur? Türkiye, tarihten silinir! Türkiye'nin projesi, ancak "Osmanlı misyonu" olabilir. "Osmanlı misyonu", Türkiye'nin yeniden bölgesel bir güç / aktör haline gelmesini sağlayacak bir projedir. Türkiye'de bu projeyi, kısmen Menderes ve Özal; ama büyük ölçüde de Erbakan üstlenmişti. O yüzden üçü de lanetlendi ve cezalandırıldı. "Türkiye'nin Osmanlı misyonu" meselesini Çarşamba günkü yazıda tartışalım.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |