T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Nazım Hikmet'le aynı sahnede alkışlanmak

Nazım Hikmet'le beni, aynı sahnede ve birlikte alkışladılar. Nazım Hikmet'i ve benim özgeçmişimi tanıyanlar, bu ifademe şaşıracaklardır. Diyeceklerdir ki, ayrı dünyaların adamı olan bu iki kişi, nasıl olur da birlikte alkışlanır?

Biz Nazım Hikmet'le sadece ayrı dünyaların adamı değil, aynı zamanda ayrı nesillerin insanıyız. Bu nasıl olmuştur?

1970'li yıllarda Avrupa Konseyi Başkan Vekiliyim. Aynı zamanda, Avrupa Konseyi, Çevre Komisyonu üyesiyim. Bu komisyon, çevreyi korumakta yaptığı başarılı çalışmaları dolayısıyla, İtalya'nın Varese şehrine Avrupa Konseyi Bayrağı Ödülü'nü verdi. Cevre Komisyonu da, bu ödülü, Varese Belediyesi'ne vermek üzere beni görevlendirdi.

Kararlaştırılan tarihte, trenle Varese'ye gittim. Trenden indiğim zaman gördüğüm manzara beni hayretlere düşürdü. Bütün şehir, en küçük sokaklara varıncaya kadar, bayraklarla donatılmıştı. Birlikte asılan üç bayrak vardı: İtalyan bayrağı, Avrupa Konseyi bayrağı ve Türk bayrağı.

Üç ayrı bayrağın birlikte asılmasıyla, şehir adeta kırmızı ve maviye boyanmıştı. Avrupa Konseyi'ni temsil eden, mavi bir zemin üzerindeki 12 sarı yıldızlı bayrak, bu şehre ödül veren kuruluşa duyulan bir saygıyı ifade ediyordu. Ödülü veren temsilci olarak Türk milletvekili olduğum için de, Türk bayrakları asılmıştı.

Şehrin her yanında, ödülün verilmesi sebebiyle yapılacak töreni anlatan afişler asılmıştı. Tören dolayısıyla yapılacak aktiviteler, dört güne yayılmıştı. Son gün ise bölge tiyatrosunda, Avrupa Birliği'ni öven, üye ülkelerin şairleri tarafından yazılmış, Avrupa İdeali'ni simgeleyen şiirlerin okunacağı bir gösteri tertiplenmişti.

Bu gösteride okunacak şiirler bir kitapta toplanmıştı. Bu kitaba Türkiye'den, Avrupa Şiiri olarak Nazım Hikmet'in, oğlu Mehmet için yazdığı bir şiir alınmıştı. O dönem ise, Nazım Hikmet'in, sadece vatan haini olarak etiketlendiği yıllardı.

Şiirler İtalyanca'ya tercüme edilmişti. Bu şiirler, İtalya'nın meşhur tiyatrosu Scala de Milano artistleri tarafından okunacaktı.

Törenin ilk üç günü, çeşitli etkinliklerle geçti. Sergiler açıldı, müsabakalar yapıldı, ziyafetler verildi. Son gün akşamı, Avrupa Şiirleri Gösterisi yapılıyordu. Bu gösteri, sahnede, bir kadın ve bir erkek artist tarafından, müzik eşliğinde, kitaba alınan şiirlerin okunması şeklinde tertiplenmişti. Şiirler teker teker okunuyor ve alkışlanıyordu.

Türkiye'yi temsilen kitaba alınan Nazım Hikmet'in şiirinin okunması en sona bırakılmıştı. Sıra Türkiye'ye geldi ve şiir iki artist tarafından, kıt'a kıt'a okundu. Şiir bittiği zaman, bir alkış fırtınası koptu. Salon coşmuş, herkes ayağa kalkmış, gösteriyi çılgınca alkışlıyordu.

Yan yana oturduğumuz belediye başkanı elimden tuttu ve beni sahneye çıkarttı. Alkışlar dakikalarca devam ediyordu. Ben şaşkın şaşkın düşünüyordum. Ben ve Nazım Hikmet, aynı sahnede ve birlikte alkışlanıyorduk. Hattı zatında alkışlanan ne sadece ben ve ne de sadece Nazım Hikmet'ti. Alkışlanan Türkiye idi.

Nazım Hikmet'i herkes tanır. Onu tanıyanların çoğu, onun Rusya'ya hizmet eden bir komünist olduğunu, senelerce hapiste yattığını ve affedildikten sonra Rusya'ya kaçtığını bilir. Çoğumuz tarafından ona yakıştırılan sıfat, bir vatan haini olduğudur.

Ben ise, muhafazakar ve milliyetçi bir partiye mensup bir parlamenterdim; muhafazakar eğilimli bir gazeteciydim. Talebelik ve gençlik yıllarım, miiliyetçi ve muhafazakar derneklerin kuruculuğu ve üyeliğiyle geçmişti. Bu iki kişinin aynı salonda, aynı törende alkışlanmasının, elbette çok büyük manası vardı.

Bu manayı, bizi alkışlayan İtalyanlar bilmiyorlardı. Fakat ben sahnede, hem alkışlayanları selamlıyor ve hem de içimden düşünüyordum. Alkışlanan biz değildik. Alkışlanan Türkiye idi.

Bu ülkede nerelerden geçerek bu günlere geldik. Bir devir geçirmiştik ki, Nazım Hikmet'ten bir şiir okuyan kimse hapse atılıyordu. Halkevi genel başkanlarından bir milletvekili, Halkevleri Genel Merkezi'nde bulunan, İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif'in resmini yere fırlatıyor ve üzerine basarak:

- Ben burada bulunduğum müddetçe , bu yobazın resmi duvara asılamaz, diye bağırıyordu.

Bir dönem gelmişti ki, Türk gençliği, İstiklal Marşı şairimizin ölüm yıldönümünü, Türk polisinin copları altında kutlayabilmişti. Sonra, Başbuğ Alparslan Türkeş'in Nazım Hikmet'in bir şiirini okuması, büyük bir olay sayılıyor ve gazetelerin manşetlerinden veriliyordu.

Bundan bir iki ay önce, İstanbul'da, aynı anda tertiplenen iki etkinlik vardı. Bunlardan birisi, büyük şairimiz Arif Nihat Asya'nın doğumunun 100. yılı için, diğeri ise, Nazım Hikmet'in 100. doğum günü için tertiplenmişti.

Bu törenlerden, Nazım Hikmet etkinliklerine katılmak isteyen ses sanatkarı Cem Karaca'nın bu isteği reddedilmişti. Çünkü Karaca, sağcıların ve bilhassa Fethullahçı diye etiketlenen bazı derneklerin toplantılarına katılmıştı.

İki toplantıya da katılamadım. Ancak gidebilseydim, eminim ki, göreceğim manzara şu idi: İki toplantının müdavimleri de bu ülkenin önde gelen düşünürleri idi... Ancak ayrı dünyaların insanları idi. Her iki toplantıyı da izleyen aynı kişiler değildi.

Öyle sanıyorum ki, o iki toplantıya gidenlerin müşterek yanı, şiire ve sanata olan düşkünlüklerinden ziyade, üzerlerinde taşıdıkları etiket veya kafalarındaki ideolojilerdi.

Bazıları bilmiyorlardı ki, yobaz diye resmini çiğnediğimiz İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif, komünist ve vatan haini dediğimiz Nazım Hikmet tarafından dahi takdir ediliyordu

Nazım Hikmet, Mehmet Akif için "Akif büyük insan... inanmış şair..." diyor ve fakat kafaların bir kısmı Nazım Hikmet'i, bir kısmı Mehmet Akif'i, Arif Nihat Asya'yı reddediyordu.

Dilerdim ki, Arif Nihat Asya'nın ve Nazım Hikmet'in, 100. doğum yıldönümü etkinlikleri birlikte yapılsın... Aynı ağızlar, bu iki büyük şairimizin şiirlerini birlikte okusunlar... Aynı eller, ikisini de birlikte alkışlasınlar... Bu suretle, ideolojik saplantılar değil şiir ve sanat alkışlansın...O şiirleri yazan kabiliyetler ve dehalar alkışlansın. Yani bu nadide insanların mensup olduğu Türklük alkışlansın...

Ben, Varese de, sahnede alkışlanırken bu hissi duydum. Bu bir mutluluktu... Mevlana'yı, Yunus Emre'yi, Pir Sultan Abdal'ı, Karacaoğlan'ı, Dede Korkut'u aynı potada eritmenin mutluğu. Dilerim ki, her Türk, bu mutluluğu duyabilsin...


4 Mart 2002
Pazartesi
 
CEVDET AKÇALI


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED