T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
Cumhuriyet'in 'lojman muhalefeti' hüzün verici...

Cumhuriyet gazetesi, AK Parti'nin "Meclis lojmanlarını" satma ve partili milletvekillerini "halkın arasında oturtma" girişimini muhtemelen "sempati yaratır" kaygısıyla gizlemişti. Gazete şimdi de işin "güvenlik" ve "kâr" yanından hareketle "lojman satışı"na muhalefet ediyor. Cumhuriyet, ya bu girişimin sembolik siyasi değerinin farkında değil ya da farkında ama o "değer"den hoşlanmıyor...

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) bütün milletvekillerinin ilk kez biraraya geldiği toplantıda, genel başkan Tayyip Erdoğan'ın "Meclis lojmanları"yla ilgili olarak milletvekillerinden aldığı "lojmanda oturmama" sözü... Bütün gazeteler, toplantıyı, bu "flaş" bölümü öne çıkararak, başlıklarını buradan vererek yansıtırken, Cumhuriyet'in (11 Kasım) üst başlığı ve başlığı şöyleydi:

"Siyasette yeni bir döneme girildiğini söyleyen Tayyip Erdoğan'dan milletvekillerine: ESAS YARIŞ ŞİMDİ BAŞLIYOR."

Kronik Medya'da (12 Kasım), Cumhuriyet'in, ideolojisiyle uyuşmadığı (olabilir) bir parti hakkında sempati yaratmama kaygısıyla haberi gizlediğini (olamaz) ve o gün gazetesini başlıklardan okuyan bir Cumhuriyet okurunun, "AK Parti milletvekillerinin milletvekili lojmanlarında oturmama kararı aldıklarını öğrenememiş olduğunu" yazmıştık...

Bir günlük gazetede, başlığın öncelikle haberi ve haberin en önemli kısmını taşıması gerektiğinde anlaşıyorsak, Cumhuriyet'teki meslektaşlarımızın bu tercihlerinin hatalı olduğunu kabul edeceklerini düşünüyoruz... O toplantıyı Tayyip Erdoğan'ın "Asıl yarış şimdi başlıyor"uyla anlatmanın gazetecilik açısından ne kadar hatalı olduğu, ertesi gün lojman meselesinin gazetelerin haber sayfalarında ve köşelerinde işgal ettiği yere bakarak dahi anlaşılabilir. (Bu gazetelere Cumhuriyet de dahil).

Fakat 13 Kasım tarihli Cumhuriyet'te yer alan "Tasarruf aldatmacası" başlıklı "lojman haberi" bizce bu ilk haberden de vahim...

Önce Cumhuriyet'in haberinin üst başlık, başlık ve spotunu aktararak gazetenin bu defa konuya nasıl yaklaştığına bakalım:

"AKP'nin lojmanları satıp kira yardımı yapma kararı devlete ek yük getirecek... TASARRUF ALDATMACASI... AKP'nin 576 milletvekili lojmanını 'tasarruf' gerekçesiyle satma planı, 'halka şirin görünme' çabası ola-rak yorumlanıyor. Lojman satışının bir yandan güvenlik sorunu yaratacağı dile getirilirken lojman yerine milletvekillerine 'kira yardımı' verilmesinin ekonomik olarak ülkeye bir katkı sağlamayacağına dikkat çekiliyor..."

Bir kere, lojman satışıyla "tasarruf" da edileceğini, bazı gazetelerde daha önce çıkan bazı haberlerden öğrendiğimizi baştan belirtelim... Hesaplara göre satıştan 2 katrilyon lira civarında bir gelir elde edilecek, buna karşılık 5 yıllık kira yardımının toplam bedeli en çok 40 trilyon lira olarak hesaplanıyor. (İsterseniz bu hesabı biz de yapalım: Milletvekili başına ayda 1 milyar lira kira yardımı yapılsa, bunun Hazine'ye toplam bedeli ayda 576 milyar, yılda da 7 trilyon ediyor. Onu da 5'le çarparsak eder 35 trilyon.)

Neyse, zaten mesele bu değil. Mesele, bu kararın sembolik siyasal anlamında... Ne demek istediğimizi, Sabah, Vatan ve Akşam'ın üç yazarından kısa alıntılarla ifade etmeye çalışalım:

NECATİ DOĞRU

(...) Bravo ona: AKP Başkanı Tayyip Erdoğan, benim ve benim gibi onlarca gazetecinin 10-15 yıldır zaman zaman aşırı doza bile kaçan 'keskin yazılarla' kıyasıya eleştirdiğimiz 'kirli oligarşik paketi' deliyor. (...) Şimdi bu 'kirli oligarşik yapının' ana paketindeTayyip Erdoğan; 'Milletvekillerimiz lojmanlarda oturmasın. Başbakan da, bakanlarımız da oturmasın. Bakanlar ve milletvekilleri halkın arasında otursun' diyerek tarihi bir delik açıyor. (...) Bu yapı bir pakettir. Milletvekilerinin halkın oturduğu semtlerde oturmayı beğenmeyip, lüks, bedava villa lojmanlarda yaşatılması bu paketin sadece küçük bir parçasıdır. (...) Tayyip pakete el attı! Önemlidir. Destek vermeliyiz.

GÜLAY GÖKTÜRK

(...) Mesele sadece para meselesi de değil. Bütün bu israf, sadece bütçedeki kara delikleri büyütmekle kalmadı, daha da önemlisi, kamu çalışanlarını toplumun diğer kesimlerinden koparıp neredeyse imtiyazlı bir kast haline getirdi. (...) Ama zaten zorluk da bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü, o kastın mensupları 'kamu hizmeti' yaptıkları için kutsal bir misyonu yerine getirdiklerini düşünüyor ve bu tür ayrıcalıkları doğal olarak hak ettiklerine inanıyorlar. Bu yüzden de bu ayrıcalıklara dokunmak, sadece siyasi güç değil, ideolojik bir kararlılık da gerektiriyor.

YALÇIN PEKŞEN

AKP'nin başlattığı hareket, herkesten önce Cumhuriyet Halk Partisi'nin halkçılığına yakışmaz mıydı? (..) 'Ucuz popülizm...' Hay, sizin halkçılığınıza...

Mesele anlaşılmıştır herhalde... Görüldüğü gibi "para"dan, "güvenlik"ten çok daha önemli, "yapı"ya ilişkin, "ideoloji"ye ilişkin bir sorunla karşı karşıyayız... Doğru, aslında gerçek bir sosyal demokrat partiye düşerdi böyle bir inisiyatif... Ve tabii, "emek"ten, "halk"tan yana olduğunu "savlayan" bir gazeteye hiç düşmezdi işin "güvenlik" yanını vurgulayıp kaygılanmak...

Yalçın Pekşen de boşuna hayıflanmasın; sanmasın ki CHP'liler akıl edemediği için kaptırdılar inisiyatifi... Bunu nereden mi çıkartıyoruz? Nereden olacak, Cumhuriyet'in haberinin bir CHP milletvekiline (Gaziantep milletvekili Mustafa Yılmaz) dayandırılmasından... (A.G.)

Yanılmışız, 'En Kahraman' bizmişiz!

Kronik Medya'nın dünkü sayfasında "'En kahraman' yine Sabah!" başlığı altında gazetenin başyazarı Erdal Şafak ve ünlü yazarlarından Hıncal Uluç'un AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'a başbakanlık yolunun açılması için ısrarla dile getirdikleri isteklerini aktarmıştık. Hatırlayanlar vardır; Şafak, "Bizce çıkış yolu şu basit gerçeği herkesin kabul etmesinden geçiyor: Halk AKP'ye ve onun adaylarına değil, Erdoğan'a oy verdi.(...) Başımızda onu görmek istiyoruz. Daha ne bekliyoruz" diye sabrı taşmış olarak sorarken, Uluç, "Yani RTE'nin başbakan olmasını sağlayacak değişiklikler, 'ille de hukuksuzluk' anlamına gelmez. (...) halkın tercihleri yönünde uygulanmasını sağlamak, aslında 'Hukuk'un ta kendisidir" diyordu. Gazeteleri biraz olsun izleyip, hafızasını hepten yitirmemiş okurlar açısından gerçekten gülünesi satırlardı... Başlığımız da hiç de fena olmamıştı; gerçekten de "'En kahraman' yine Sabah"tı! Ama dün kendi gazetemizi önümüze koyup da "109. madde hemen şimdi"(!) şeklinde "emir kipi"nde formüle edilmiş manşeti görünce, bir gün önce aceleci davrandığımızı "En kahraman" sıfatının aslında Yeni Şafak'ın hakkı olduğuna karar verdik! Söz konusu manşet, olmaması gereken bir biçimde, "el oğlu"nda görüp de hep eleştirdiğimiz bir biçimde bir köşe yazısından, Cengiz Çandar arkadaşımızın köşeyazından türetilmişti. Haksız mıyız? Çandar'ın haddinden fazla "öznel" niyetini gazetenin manşetine yerleştirmenin ne gereği var? Manşetin işaret ettiği yolu izleyip Çandar'ın yazısını okuyunca da doğrusu şaşırmadık değil. Herşeyden önce, epeydir bu derece yüksek hararette bir köşeyazısı okumamıştık... Mesela şu satırlar: "(Türkiye'nin) Tayyip Erdoğan'ın ergeç başbakanlık koltuğuna oturması kaçınılmaz ise, niye saçma sapan iç politika dalgalanmaları ve itiş kakışı içinde enerji tüketmesi gereksin?" Bu satırların yazarı da fazla sabırsız değil mi? Mesela şu satırlar: "Yani Türkiye halkı, Ak Parti'ye bu kadar büyük ve kesin bir yetki vermiştir. Yani demiştir ki, 'Ey, Ak Parti, eğer o tek kişi Tayyip Erdoğan ise, o kişiye özgü hukuki düzenlemeyi de yapabilirsin. Bu desteği sana zaten o düzenlemeyi yapman için, bile bile verdim.' Bu durumda, evvel emirde, hiç vakit yitirmeksizin, 109. maddeyi değiştirmek gerekli. Hatta zorunlu." Siz söyleyin, aranızda Türkiye halkının AKP'ye böyle bir yetki verdiğine şahit olan var mı? Bu öyle bir "yetki" ki, "o kişiye özgü düzenleme"nin de yapılmasını şart koşuyor. "Kişiye özgü" bir yetkiyi vermeye hiç kimse gibi halkın da yetkili olmadığını hatırlatmanın gereği var mı? Mesela şu satırlar: "Anayasalar ve yasaların maddeleri, Kutsal Kitap ayetleri değildir. Değişikliğe tâbidir. (...) Dahası, 1982 Anayasası, yazım özürlü, Türkçe özürlü, hukuk özürlü bir askeri darbe anayasasıdır ve bunun herhangi bir maddesinin değişmesi, suret-i kati'yede hukuka karşı girişilmiş bir eylem sayılmayacağı gibi, tam tersine, pekala anayasayı hukuka geri getirmek eylemi addedilebilir." Doğru, 1982 Anayasası, gerçekten de pekçok bakımdan "özürlü" bir askeri darbe anayasasıdır. Ama bu özürlü anayasanın -109. madde için önerildiği gibi- "herhangi bir maddesi"nin değiştirilmesi kesinkes bu anayasayı "hukuka geri getirme eylemi" olarak addedilebilir mi? Aslında Çandar'ın bu son sürat kaleme alınmış satırlarından belki şöyle makûl bir öneri üretmek de mümkün: Gerçekten de madem ki 1982 Anayasası başta hukuk olmak üzere her bakımdan özürlü bir anayasadır, o halde AKP ve CHP milletvekillerinden oluşan bu Meclis herşeyi bir yana bırakıp ortaya yeni bir Anayasa taslağı sürsün ve bu taslak makûl bir süre toplumca da tartışıldıktan sonra referanduma sunulsun. Yani başta özgürlükler meselesi olmak üzere, mevcut Anayasa'ya yönelik birçok eleştiriyi paylaşan iktidar ve muhalefet partilerine mensup milletvekillerinden oluşan bu Meclis, bir bakıma bir "Kurucu Meclis" görevini üstlendikten sonra yeni Anayasa ile seçimlere gidilsin.... Fena mı olur; siyasi yasakların hepten kalktığı, kuvvetlerin görevlerinin doğru dürüst tayin edildiği, bizi 12 Eylül rejimininden geç de olsa nihayet kesin bir biçimde kurtaran, AB'nin kapısını aralamaya çalışan yeni bir Türkiye için yeni bir Anayasa ile başlayan yeni bir siyasi hayat.... Söyleyin; bütün bu benzer olumlu gelişmeleri sadece 109. maddeye makyaj yaparak gerçekleştirmek mümkün mü? (K.B.)

Köşeler çok hararetli!

Cumhuriyet'ten (12 kasım) Toktamış Ateş'in "Hangi Atatürk..." başlıklı yazısından: "Atatürk'ü, 'demokrasi adına' eleştirenlere çok bozuluyorum. Hele sanki her şey bitmiş gibi ve seslerini titreterek, 'Ama Atatürk demokrasiyi getirememişti' (!) diye 'ahkâm kesenler'in suratlarına tükürmek istiyorum...."

Milliyet'ten (12 Kasım) Sami Kohen'in eski Fransa Cumhurbaşkanı Giscard d'Estaing'in Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan açıklamasını eleştirdiği "İt ürür kervar yürür..." başlıklı yazısından: "Türkiye ne mi yapmalı? Fransızların sıkça kullandığı 'Les chiens aboient, la caravane passe' deyimini tekrarlamalı. Türkçesi: 'İt ürür, kervan yürür'..."

Ne dersiniz, biraz ayıp olmuyor mu? (K.B.)

'Saddam'ın gazları' Milliyet'e vız geliyor!

  • Milli Savunma Bakanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri için, TÜBİTAK'ın buluşu olan NBC (nükleer, biyolojik, kimya) giysilerden 300 bin adet sipariş vermiş. Bir yetkilinin açıklamasına göre, ABD'nin Irak'a müdahalesi sonucu Türk ordusunun da savaşa girmesi söz konusu olursa, sipariş verilen giysi sayısı 1 milyona kadar çıkacakmış. Belli ki Milli Savunma Bakanlığı, Irak'ın elinde olduğu söylenen zehirli gazlara karşı önlem alıyor.

  • Peki ya bu haberi veren Milliyet'in kullandığı şu haber başlığına ne demeli: "Saddam'ın gazları ordumuza vız gelecek"(!)

  • Görüyorsunuz ne kadar "çocuksu" bir başlık... Türk ordusu Irak'a girdi, Saddam'ın gazlarıyla karşılaştı, ama TÜBİTAK'ın buluşu NBC giysileri sayesinde gazlar "vız" geliyor... Merak ediyoruz, acaba Milliyet'teki bu başlığı atan gazeteciler arasında bugüne kadar üzerindeki "NBC giysisi" sayesinde maruz kaldığı gazların "vız geldiği" kimse var mı?

  • Hatırlıyorsunuzdur; Sabahattin Eyüboğlu'nun söz "ölüm"den açılınca bol keseden atan muhatabına sonunda dayanamayıp "Arkadaş sen bugüne kadar hiç öldün mü?" dediğini hatırlıyorsunuzdur... İsterseniz buradan esinlenerek biz de Milliyet'in yaratıcı başlıkçılarına seslenelim: "Arkadaşlar siz bugüne kadar savaş alanında zehirli gazla karşılaştınız mı?" (K.B.)

  • 14 Kasım 2002
    Perşembe
     
    YÖNETENLER: Kürşat Bumin
    Alper Görmüş


    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED