|
|
21.yüzyılın da 'aktör'ü İslam olacak
ABD'nin iki Bush arasındaki Başkan'ı Clinton'ın TBMM'de söylediği şu iki cümleyi hala hatırlıyorsunuzdur umarım: "20. yüzyılı Osmanlı'nın çöküşü belirledi. 21. yüzyılı ise Türkiye belirleyebilir." Clinton, bu bir çift lafı laf olsun diye söylememişti. Clinton, elbette ki, ne dediğini çok iyi biliyordu. Ama Clinton'ın bu bir çift lafı, Türkiye'de hiç anlaşılamadı. Bu sözleri NTV'de yayınlanan bir program dolayısıyla hatırladım ve hatırlattım. Sözünü ettiğim program, meşhuriyetini ve meşruiyetini İslam uzmanlığına borçlu olan Ruşen Çakır'ın hazırladığı İslam Dünyası konulu belge(siz)sel'i. "Belgesiz seli" diyorum çünkü Ruşen Çakır, ele aldığı konuyla ilgili çok sayıda uzmanı, kişiyi konuşturdu ama sonuçta Amerikalı veya İsrailli muhbir kurumlarının İslam'a, İslam dünyasına ilişkin hazırlattıkları, bu kişilerin İslam fobisini veya paranoyasını yansıtan raporlarda dile getirilen şeyleri har vurup harman savurarak Türk kamuoyuna sunmaktan başka bir şey ortaya koyamadı. Türk medyatörleri, iş İslam'a, İslami hareketlere ve söylemlere gelince mubirlikle muhabiriliği, muhabere ile muharebeyi birbirine karıştırmakta yani sopayı (medyayı), bir "görev/li" bilinci, aşkı ve şevki ile kullanmakta, aynı ilkel, kurmaca görüntüleri üç kez, beş kez, on kez üstüste izleyicinin suratına çarpmakta ve "vurun abalıya" mesajları üretmekte son derece mahirler. Elbette Ruşen Çakır, bu kişilerin düzeysizliğine hiçbir zaman düşmedi. Ama Ruşen Çakır'ın İslam konusunda, İslami hareketler ve söylemler konusunda kendince üzerine aldığı vazifeyi çok kötü yaptığını kimse söyleyemez. Yine Çakır'ın durumdan vazife çıkarma heveslisi işgüzarlara iyi "iş" çıkarmadığını da kimse söyleyemez. Ruşen Çakır'ın muhbirlikle muhabirliği birbirine karıştırdığını söylemiyorum. Ama çıkardığı işin ulusal ve uluslararası muhaberat ve muharebatçıların (irtica, fundamentalizm veya terörizmle savaşı/lı/yor numarası / "sinik"liği ile İslam'la savaş tamtamcılığı yapanların) işine fena halde yardımcı olduğunu ben görüyorum; fakat Ruşen Çakır, görmüyorsa ne diyebilirim ki? Mesela programın bölümlerinden birinde önce İslam dünyasındaki belli başlı ülkelerin rejimlerinin teker teker nasıl baskıcı, otoriter veya totaliter rejimler olduğu ortaya kondu ve ardından da programın final sahnesinde aynen şöyle bir şey söylendi (metnini Çakır'ın hazırladığı) sunucunun ağzından: "Bu tablo da gösteriyor ki, İslam'ın demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmadığı sorunu, çözümlenmeyi bekleyen bir sorun olarak karşımızda duruyor." Çakır'a sormak gerekiyor: İslam dünyasında, baskıcı, otoriter ve totaliter rejimlerle İslam'ın ne alakası var? Bu rejimler, varlıklarını İslam'la verdikleri mücadeleye (İslam'ın otorite, hegemonya ve meşruiyet kaynaklarını belirlememesi) ve İslam'ın kamusal (siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel) hayattan uzaklaştırılması mücadelesine borçlu olan rejimler değil mi? Yine bu rejimler, müslüman toplumların kendi kaderlerini kendi iradeleri doğrultusunda belirleme taleplerini kimi zaman son derece vahşi, ilkel ve barbarca yöntemlere başvurarak önlemeye çalışmaktan çekinmeyen rejimler değil mi? Bu rejimler, meşruiyetlerini İslam'dan mı alıyorlar, yoksa sömürgecilik-sonrası dönemde Batı'dan ithal edilen veya Batılılar tarafından kendi çıkarlarını korumak ve garanti altına almak amacıyla ihraç edilen seküler-totaliter projelerden mi alıyorlar? İslam dünyasında meşruiyetlerini Batılı-seküler projelerden değil, İslam'dan alan ülkelerin asla varolmamasını (örneğin kısmen de olsa İran türü bir deneyimin yaşanmasını) Batılı hegemonik güçlerin asla istemediklerini ve böylesi bir şeye asla izin verilmek istenmediğini tüm Batılı ve Batı yörüngesindeki (seküler) ülkeler, politikacılar, stratejistler söylüyor ve biliyorken, Çakır'ın tüm bunları bilmiyor olması mümkün olabilir mi? O halde soru şu: Müslüman toplumların dün olduğu gibi bugün ve yarın da kendi kaderlerini kendi (=İslami) dünya tasavvurları doğrultusunda belirleme taleplerini her türlü şiddeti meşru görecek şekilde önlemeye çalışanların mı demokrasi sorunu var; yoksa bu taleplerinin her ne suretle olursa olsun yok sayılmasına itiraz eden geniş müslüman kitlelerin ve dolayısıyla İslam'ın mı? Buradan gelmek istediğim nokta şu: Batılılar, İslam'la, İslami taleplerle nasıl başa çıkabileceklerine henüz karar verebilmiş değiller. Batılı hegemonik güçlerin en büyük derdi şu: İslam'ın siyasi, kültürel, toplumsal ve entelektüel bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkmasını her ne suretle olursa olsun önlemek. Çünkü İslam'ın kurucu bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkması ve müslümanların yeni bir medeniyet sıçraması geliştirmesi, müslüman toplumların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi ve dolayısıyla Batılıların İslam dünyasındaki çıkarlarının alt üst olması demek. Bu nedenlerle, İslam dünyasında demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin, hukukun üstünlüğünün hakim olmasını önleyenler Batılılar ve onların uzantıları olan seküler-otoriter sistemler değil mi? Clinton, "Osmanlı'nın çökmesi 20.yüzyılı belirledi" derken, "Osmanlı'nın temsil ettiği İslam medeniyeti tarihten çekildi, böylelikle İslam, bir aktör olarak tarih sahnesinden fiilen uzaklaş(tırıl)mış oldu" demek istiyordu. Sonuç şu: İslam'ın yeniden bir aktör olarak tarih sahnesine çıkmasını önleme konusunda verilen mücadeleler 20. yüzyılın tarihinin şekillenmesinde kilit bir rol oynadı. Şu an, müslüman toplumların kendi kaderlerini kendi talepleri ve çıkarları doğrultusunda belirlemelerini sağlayabilecek tek iddianın, tek kurucu iradenin ve aktör'ün müslümanlık olduğu net bir şekilde ortaya çıkmış durumda. İslam'ın önce fundamentalizmle, sonra da terörle özdeşleştirilmesinin nedeni bu. Böylelikle canavar / cani suretinde yeni bir düşman icat edilmiş ve bu düşmanın bertaraf edilmesi, küresel strateji olarak belirlenmiş oluyor. Bu stratejinin başarıya ulaşması için hedeflenen en önemli proje, İslamı sekülerleştirme / protestanlaştırma projesidir. Yani İslam, ya sadece bireysel bir inanç meselesi haline getirilecek ya da İslam'a dayalı tüm siyasi, ekonomik, toplumsal ve zihinsel projeleri dillendiren ülkeler, hareketler ve söylemler resmen ve alenen yok edilecek veya bitirilecek. İslam'ın yeniden tarih sahnesine kurucu bir aktör olarak çıkma taleplerini önlemek konusunda geliştirilecek yeni politika, proje ve stratejiler 21. yüzyılda da sadece İslam dünyasının değil, dolayısıyla aynı zamanda dünyanın nasıl bir şekil alacağını da belirleyecek. İslam bir süre daha hem doğrudan, hem de dolaylı bir aktör olma rolünü sürdürmeye devam edecek. Öte yandan Hıristiyanlık diye bir şey kalmadı; Lewis Mumford'ın deyişiyle "protestanlaştırılarak (sekülerleştirilerek) piçleştirildi". Doğu dinleri ise kolaylıkla dünya sistemine eklemlenip tüketilebiliyor ve posası çıkarılarak etkisiz hale getirilebiliyor. Tüm bunlar, İslam'ın ne denli esaslı bir dinamizme sahip olduğunun Batılılar tarafından çok iyi anlaşıldığını; bu nedenle İslam'ın bu dinamizminin tüketilmesi için yapılacak çok şeyin olduğunu gösteriyor. Müslümanlar İslam'ın imkanlarını ve dinamizmini hayatlarına ne kadar aktif bir şekilde yansıtmayı sürdürürlerse, Batılılar, kafalarını o kadar çok kaşımayı sürdürecekler.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |