Eğer Türk tasavvuf tarihini bütün zenginliğiyle; yani musıkîsiyle, mimarisiyle, edebiyatıyla, hüsn-i hattıyla, yazılmış hatıralarıyla ve çekilmiş cefalarıyla öğrenmek istiyorsak bizler için bir büyük nimet de Mustafa Kara hocadır.
Zor zamanlarda aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu zinde tutmak için kadim mirastan yararlanmak bu coğrafyada yaşayan bizler için büyük nimet. Sadece zor zamanlarda değil elbette, gönül safası bulmak için de keza yine aynı mirasın sandıklarını açıyoruz, açmalıyız.
İnsanı bu yola çıkaranın muhabbet olduğuna inanıyoruz. Felsefeyi eğer derinleşmek olarak kabul edecekse, tasavvuf da bir din felsefesidir ve tasavvuf yolunun incelikleri tek başına öğrenilecek basitlikte değildir. Her ne kadar mütevazılığın, sadeliğin, zarafetin yayıldığı bir iklimden bahsediyorsak da insanız ve hata yapmak fırsatını Adem’den beri üzerimizde taşıyoruz. Düşe kalka yürüyoruz, bunu da kabul ediyoruz. Ancak bir el tutmak, bir ışığın ardında yürümek bambaşka bir zevk.
İLK TANIŞIKLIK İLK KİTAP
Eğer Türk tasavvuf tarihini bütün zenginliğiyle; yani musıkîsiyle, mimarisiyle, edebiyatıyla, hüsn-i hattıyla, yazılmış hatıralarıyla ve çekilmiş cefalarıyla öğrenmek istiyorsak bizler için bir büyük nimet de Mustafa Kara hocadır. Şahsi hikâyemi teferruatıyla dökmek istemem ama Şehremini Lisesi’nde okuduğum yıllarda, evimizin hemen çaprazında bulunan Seyyid Seyfullah’ın kabrini ziyaret etmek fakire hayatında bambaşka bir sayfa açmıştı. Kaybolmamak için nereden başlamalıyım diye düşünmeme gerek kalmadan, Mustafa Kara’nın Tekkeler ve Zaviyeler kitabını bulmuş ve böylece kendisinin “uzaktan öğrencisi” olmakla tabiri caizse safa bulmuştum. Hikâye bu kadar değil elbette ama şu kadarını söylemeliyim: Merkezinde muhabbetin olduğu bir iklimden bahsediyoruz tasavvuf diyerek. Yollar nasıl ki muhabbetle kurulmuş vaktiyle, muhabbetle de yürünmeli öyleyse. Bunun için de düşünceye, insana, kitaba, mekânlara, sanatlara olan inançtan, muhabbetten asla vazgeçmemek gerekiyor.
2023 yılının sonlarına doğru Mustafa Kara hocanın iki kitabı selamladı meraklıları. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, Dergâh Yayınları’nın neşrettiği kitapların ilkiydi. Kitabın isminin öyküsü şöyle:
Abdürrahîm Merzifonî (v.1446) Mısır’da tanıştığı Sühreverdiyye tarikatının Zeyniyye kolunun pîri Zeynüddin Hâfî’ye intisap eder ve seyr u sülûnu tamamlar. Daha sonra mürşidiyle birlikte Horasan’a gider ve burada birkaç yıl kalır. Hâfî, bu esaslı dervişini “Bir aşk kütüğü yaktık, Rûm üzerine attık” diyerek Anadolu’ya gönderir. Hazret böylece doğduğu Merzifon’a geri döner ve vefatına kadar burada halkı irşad eder. Şiirlerinde Rûmî mahlasını kullanır ve “Tövbe yâ rabbi hatâ râhına gittiklerime / Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime” beyti, 15. yüzyıldan bu yana pek çok levhada kendine yer bulur. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, İstanbul’u ve İstanbullu gönül tabiplerini, Bursa’yı ve Bursalı gönül tabiplerini bir araya getiriyor. İstanbul’un Kocamustafapaşa’sında doğmuş bir Bursalı olarak sayfalar arasında ne kadar zevkle gezindiğimi keşke anlatabilsem. Hocanın peşi sıra çıkan ikinci kitabının adıysa Yedi İklim Dört Köşe idi. Dört bir yanda uyanmış gönül ocaklarını kucaklayan bu çalışma, hocanın “bugünkü dünyaya İslâm’ın sesi sadası daha çok onların yolunda olanların eserleri ile ulaşıyor” dediği İbn Arabî ve Mevlanâ Celâleddin Rumî nezdinde yeni pencereler açıyor. Hocanın da vurguladığı gibi bazı Müslüman yazarlar bu ‘ulaşma’nın önünü kesmek için ellerinden geleni yapsalar da bu tarih boyunca görülmüş hadiseden geriye her zaman diri olan muhabbet kalmıştır. Kitabın kadın dervişleri ele alan son bölümüne dair hocanın aktardığı hatıra pek güzel: “Yıllar önce Bursa’nın bir köyünde, İzmir’den gelen şeyh efendinin sohbetinde bulunmuştum. Dinleyenlerin bir kısmı da o köyün kadınları, kızları idi. Herkes pür dikkat dinliyordu. Soru cevap faslında bir dinleyici konuyu ısrarla başka alanlara çekmeye, kafasındaki çarpık/çağdaş sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Sohbet eden kişi de yumuşak üslubuyla muhatabını kırmadan tatmin etmeye dikkat ediyordu. İş uzayınca hanımlar arasında bulunan yaşlı bir teyzeden olgun ve doygun bir ses tonuyla cevap geldi: “Geç ak ile karadan”. Her şey anlaşıldı… İşte dedim içimden Râbiâtü’l-Adeviyye… İşte Bâcıyân-ı Rum…”
BİR VEFA KİTABI
Bu iki güzide kitabın ardından 2024’ün şubatında bir Mustafa Kara kitabı daha talib-i irfanın imdadına koştu. İsmini, Yahya Kemal’in Rindlerin Akşamı şiirindeki bir dizeden alıyor: Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm. Hoca, önsözünde bizi hüzünle karşılıyor. “Son yıllarda kaleme aldığım yazılar tek cilt halinde yayınlansaydı esere bu ismin verilmesini düşünüyordum. Çünkü ‘aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor’. Yarım yüzyılı geçen bir zamandan beri Osmanlı coğrafyasının tasavvuf ve tarikatlar tarihiyle ilgili yazı yazan bir kişinin artık bu ifadeyi kullanma hakkı vardır diye düşünüyorum.”
Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm’ü, bir vefa kitabı olarak kabul etmek mümkün. Mehmed Âkif’e ithaf olunan, Nurettin Topçu ve dostlarının çevresinde açılan, cumhuriyet devrinde tasavvuf kültürüne, neşvesine katkı sunmuş muhterem zevatı tanıtan, tasavvufun son 100 yıllık seyri içinde nereden (ne olduğundan) nereye (ne olmadığına) geldiğini hatırlatan bu çalışmanın özü, belki de şu cümlede saklı: “Büyükleri anlamak kendimizi anlamaya doğru giden yolun ilk adımıdır.”
Aralık 1925 tarihi itibariyle cismen kapatılan ama ruhen kapatılması mümkün olmayan tekkelerin işlevi bir yana; insanların gönül dünyasında asırlarca karşılık bulmuş bu zenginlik, şimdi yerini koca bir boşluğa mı bıraktı yoksa? Sorunun cevabı belki bu yazının başlığında, ama en çok da kitabının sayfaları arasında. Hatta belki de hocanın o şahit olduğumuz inceliğiyle, zarafetiyle seçtiği kitap ayracında…