İlk kitabı Belki de Muhteşem Ötüken Yayınları’ndan çıkan Ahsen Dalca Korkutan kitabını ilk eline aldığı anı anlatırken, “Benim değilmiş gibi öykü başlıklarına, cümlelere, paragraflara baktım. İzlemekti bu, okumadan izlemek. Bu yabancılık, sahiplenme duygusunu getirdi. Benim olduğuna inanmaya ondan sonra başladım” diyor.
Yayınlanacağını birkaç kişi biliyordu. Yayınlandıktan sonraysa bir süre bunu kendi içimde sindirmeye çalıştım. Sevincin dışında başka, tarifsiz duygular da vardı. Şu an düşündüğümde kendime, bundan sonra ne yapacaksın, sorusunu sıkça sorduğumu hatırlıyorum. Ardından bütün ailemi karşıma alıp söylemeye karar verdim. Söyleyemedim. Eşim yardımcı oldu. Herkesin mutluluğunu yüzlerinde görünce, annemle babamın gözlerindeki yaşa şahit olunca ben de bu haberi onlarla ilk kez o anda almış gibi oldum, ellerim soğudu, titremeye başladım. İnsan ne acayip. Sonra karanlık bir odaya geçtim. Tıpkı doğum sonrasında o müthiş rahatlama ve sahiplenme duygusuyla çocuklarımın kucağıma verildiği anda olduğu gibi ağlamaya başladım.
Benim değilmiş gibi öykü başlıklarına, cümlelere, paragraflara baktım. İzlemekti bu, okumadan izlemek. Bu yabancılık, sahiplenme duygusunu getirdi. Benim olduğuna inanmaya ondan sonra başladım. n Kitabınızı ilk kime imzaladınız? Yanımda ilk, iş arkadaşım kitabımı teslim alanlardandı. Odada titreyen ellerimle onunkini imzaladım.
YAZDIKLARIMI SAKLADIM
Bunu sesli olarak söyleyemediğim yılları saymazsak yirmili yaşlarımın ortası. Utangaç mizacım ve ne kadar istesem de yazmaktan ayrı ilerleyen hayatımla böyle bir şeye cüret edemem sanıyordum, yazıyorum, demekten bahsediyorum. Ortaokul yıllarımda babamın kitaplığında sayfaların arasında not kağıtları bulurdum. Ona ait satırlar. Babama hiç bilmediğim yönden bakardım. Özenip ben de notlar tutmaya başladım. Fakat onunkileri bulup nasıl okuduysam bir başkası da benimkileri okuyacak diye aklım çıkardı. Cüzdan içlerinde, çanta diplerinde defalarca katlanmış sayfalar saklamaya başladım. Sonra sonra yazmanın belki bana da bahşedilmiş bir şey olduğuna inanmaya başladım. Bakın, tıpkı kitap ismimde olduğu gibi belki, diyorum. Hâlâ cüretkârlıktan korkuyorum.
SESE, IŞIĞA, SAATE BIR DUYARLILIĞIM YOK
En doğru zaman hangisi, bunun için kendi kendimi yediğim yıllarım oldu. Hayatım yazmama engel olabilecek bir tempoda. Çocuklarımı uyuturken, sonrasında parmak uçlarımda odalarından çıkıp uykusuz hâlimle, işte öğle aralarında, yürüyüşlerde banklarda soluklanırken ilk fırsatta telefona sarılıyorum. Sese, ışığa, saate bir duyarlılığım yok. Yalnızca beni o an kendi hâlime bıraksınlar yeter. Mesela bakıyorum, gece birden uyanmışım, telefondan dosyamı açmışım, aklıma geliveren o şey yahut gördüğüm bir rüya ellerimin arasında şekil almaya başlamış. Sonra odaya günün ışığı dolmaya başlıyor, çocuklar uyanıyor, okula, işe gideceğiz. Kapatıyorum ekranı. Hayatı durdurduğum yerden yaşamaya devam ediyorum. Artık diyorum ki meğer en doğru zaman vakit bulabildiğim anlarmış.
Defter mi, bilgisayar mı? Hiçbiri. Telefon. İlk kurguyu telefonda yapıp düzenleme sürecine bilgisayarda devam ediyorum. Yaşamın hızı, mesleğim icabı kalemden çok klavyeyle hemhal olmak alışkanlıklarıma yön verdi. Aklımın ritmi ancak parmak vuruşlarıma güdümlü.