Geçtiğimiz günlerde iki günlüğüne gittiğim Konya’da gezilecek yerler listesinde yer alan Kelebekler Vadisi’ni de ziyaret ettim. Dünyadan pek çok türün yer aldığı bu kelebek bahçesini benimle birlikte gezenler rengarenk kelebeklerin dansına şahitlik edip onlarla fotoğraf çektirme yarışına girdi. Gruba ayak uydursam da kelebeklerle ilgili detaylı bilgilerin yer aldığı bu bahçede yeterince vakit geçiremediğim için içten içe üzüldüm. Tam da bu yolculuktan döndüğümde Böcekleri Seven Kadın romanıyla karşılaştım. Finli yazar Selja Ahava’nın kaleme aldığı kitap, larvanın tırtıla tırtılın kelebeğe evrilmesi üzerinden kendi özgürlüğünün peşinden koşan Maria’nın hikayesini anlatıyor. 1600’lü yıllardan bugüne uzanan bu masalsı roman, böcek araştırmalarına önemli katkı sunan Alman böcek bilimci Maria Sibylla Merian’in gerçek hayat hikayesinden ilham alıyor.
Böcekleri Seven Kadın’ın kahramanı Maria, 1600’lü yıllarda dünyaya gelmiş ve çocukluğundan beri resimle ve böceklerle iç içe yaşamış biri olarak karşımıza çıkıyor. Maria’nın böceklere olan tutkusu ailesi ve çevresi tarafından şiddetli bir şekilde kınansa da genç kız kıyıda köşede böcekleri gözlemeye ve onların resimlerini çizip gizli çekmecelerde saklamaya devam ediyor. Yaratılan tüm canlıların Tanrının yansımaları olduğunu düşünen Maria, resme ve böceklere olan tutkusunu kitap boyunca farklı şekillerde ifade ediyor;
“Yaratılış Kitabı’nın bize söylediği gibi, Tanrı bize her şeyin yolunda olduğu güzel bir dünya verdi. “Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü.” Bu sözlerden mutluluk duyuyorum, kalbim Tanrı’yı sevdiği gibi böcekleri de seviyor. Böcek resmi yaparken Tanrı’yı düşünüyorum, bir kelebeğin kanatlarını incelediğimde Tanrı benimle konuşuyor. Tembel bir arkadaş, kararsız bir kadın olsam da resim yapabilirim. Ve kalemim şükranla dolu.”
Maria’nın tutkuları yaşadığı dönemde anlaşılmamakla kalmıyor toplum genç kızdan ona düşen rolleri yerine getirmesini bekliyor. Böylece Maria şimdilerde çocuk diyebileceğimiz bir yaşta Johann’la evlendirilip “normal” sınırlarının içine çekilmeye çalışılıyor. Eşi de ressam olan Maria zaman geçse de onunla ortak bir dil kuramıyor. Tek kızı olan Thea’yı doğurduktan sonra ise hayata ve doğaya bakışı değişiyor.
Johann’ın seyahatleri nedeniyle ondan iyice uzaklaşan Maria, kendi tutkularının peşinden koşmaya başlıyor ve çizdiği çiçek aranjmanlarını bastırmak için harekete geçiyor. Bu arada çocukluğundan beri tuttuğu onlarca defterin sayfaları kutularda sakladığı böceklerin ve larvaların resimleriyle doluyor. Bu resimlerde ne olduğunu anlatan metinler ise sadece resmi anlatmakla kalmıyor Maria’nın iç seslerini de içine alıyor. Kocasıyla bağlarını koparan Maria kızını da yanına alarak Nürnberg’den ayrılıyor ve bir süre dini bir tarikat olan labadistlerin yanına taşınıyor. Maria, dünya ile bağlarının koptuğu bu dönemde tarikatin sade yaşamının içinde kısa bir süre mutlu oluyor olmasına ancak burada da aradığını tam olarak bulamıyor ve yeni maceralara yelken açıyor.
Kızıyla yolları ayrıldığında kendini ilk defa kozasından çıkan bir kelebek kadar özgür hisseden Maria, böceklerle ilgili araştırmalarına devam etmek için Japonya’ya gidiyor. Günlerini balta girmemiş ormanlarda araştırmalarına adayan Maria için bu seyahat oldukça dönüştürücü oluyor. Büyük depremi yaşayan, ormanın yuttuğu köylerde yaşamla ölüm arasında gidip gelen, daha önce görmediği farklı türleri yerinde gözleyen Maria, hayatın anlamını sorgulamaya devam ediyor;
“Böceklerin zamanı tek tip değildir. Yusufçuk larvası yıllarca göletin dibinde yaşar, ancak kanatlarını açtıktan sonra ömrü yalnızca bir an sürer… Böcek yaşamının bu son aşaması olan kelebek ve uğur böceğine odaklandıklarında insanları her zaman anlaşılmaz bulmuşumdur, aslında yaşamın çoğu bir larva olarak gerçekleşir. Şaşırtıcı olan her şey, kanatlardan önceki zamanda saklıdır. Ama belki de yanılmıştım. Belki de bir şeyin değeri ve önemi süresiyle ölçülemez. Belki de hayat bu kısa uçuşa doğru bir yolculuktur.”
Selja Ahava, Hollanda’dan Japonya’ya, Japonya’dan Berlin’e uzanan bir yolculuğun kahramanı olan Maria’nın larvasından çıkarak kelebeğe dönüşümünü anlatıyor Böcekleri Seven Kadın’da. Güçlü bir kadın hikayesi olan roman, insanın doğayla olan ilişkisindeki çarpık anlayışı kibar bir dille eleştiriyor;
“Birçok kişi böceklerin küçük, gereksiz ve çirkin görünüşlü olduğunu, yiyecekleri bozduklarını, etraflarında kir ve dışkı toplandığını düşünür. Bazı insanlar onların Tanrı tarafından yaratıldığına bile inanmıyor. Kırsal kesimde böcek görünce şeytandan bahsedenlere hâlâ rastlıyorsunuz. Yusufçukların pullarına büyüteçle baksalar bir an bile şüphe etmezlerdi! Kilisenin vitrayları bile küçük bir yaratığın sırtında taşıdığı kanatlardan daha güzel ve daha şaşırtıcı detaylara sahip değil. Üstelik Yaratıcı’nın dünyada yarattığı ve kendine has şekil verdiği tüm canlılara nispeten böcekleri özellikle sevdiğini bile düşünebilirsiniz. O kadar farklı formları var ki, o kadar güzel ve özel ayrıntılarla dolular ki.”
Böcekleri Seven Kadın, sadece hikayesiyle değil bakış açısı, dili ve üslubuyla da öne çıkıyor. Tek solukta okunan roman aslında böceklerin böceklerden fazlası olduğunu söylüyor.