Trump AB için bir fırsat mı?

04:0020/01/2025, Pazartesi
G: 20/01/2025, Pazartesi
Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

ABD baskısı ortadan kalktığında Avrupa’nın, adeta bir Avrupa Birleşik Devletleri gibi siyasi ve askeri entegrasyon yolunda ilerleyebileceği düşüncesi bir illüzyondan ibarettir. Çünkü bu ülkelerin bir arada durabilmeleri, büyük ölçüde yoğun bir Amerikan baskısı sayesinde mümkün olmaktadır.

Dr. Muhammed Çağrı Bilir / TAV Araştırmacısı - SAVTEK Yazarı

Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump’ın ikinci kez başkanlığa seçilmesi Avrupa Birliği ülkelerinin güvenliği ve dolayısıyla Rus yayılmacılığı ile Ukrayna’da devam eden savaşa dair birçok soruyu beraberinde getirdi. Trump’ın ilk döneminde benimsediği izolasyonist tavır her ne kadar Obama veya Biden yönetimlerinden farklı olmasa da izlediği yöntemin aksi şekilde tek taraflı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı blokunun vitrin değerlerini ve hakim söylemini yıkacak şekilde kurgulanması burada endişelerin merkezinde yatıyor. Özellikle AB’nin önde gelen ülkeleri olan Almanya ve Fransa’yı alaya alan tehditkar tavrını, ABD lehine güncellemeyi vadettiği ticari iş birlikleri yahut Rus yayılmacılığına karşı AB’yi tek başına bırakmak istemesiyle desteklediğinde ortaya Avrupalılar için oldukça karamsar bir tablo çıkmaktadır.

Tam da bu sebeple 2022 yılından itibaren AB’yi yakın markaja alan birçok akademisyen ve uzman; çeşitli üniversiteler, enstitüler yahut düşünce kuruluşları çatısı altında AB üyesi hükümetlere hitaben uyarı niteliğinde çalışmalar yapmaktadır. Özellikle Trump’ın gelişinin birçok jeopolitik kırılmaya sebep olabileceği gibi AB için aynı zamanda bir fırsat penceresi olabileceği fikri bu noktada ekseriyetin benimsediği bir yaklaşım olarak dikkat çekiyor. Burada fırsattan kastettikleri, AB güvenlik mekanizmasının ortak tehdit etrafında çeşitli reformlar ile efektif hale gelebileceği ve bunun hem ABD’ye olan bağımlılığı azaltacağı hem de Rusya’ya karşı caydırıcılığı arttırabileceği düşüncesidir. Temel mantıkları ise Amerikan güvenlik şemsiyesi, Trump’ın gelişiyle Avrupa semalarından kaybolursa her bir üye ülkenin tehdit algısının merkezine Rus yayılmacılığının oturacağı ve doğal bir ihtiyaç olarak aralarında ittifak arayışının AB çatısı altında kurumsallaşabileceğidir. Peki bu ne kadar gerçekçi bir beklenti? AB’nin güvenlik ve dış politika konusunda reflekslerini hangi faktörler belirliyor?

AVRUPA ORDUSU KURULUR MU?

Bir Avrupa Ordusu kurmak söylemi aslında bugünün konusu değil. İlk olarak 1990’larda Yugoslavya’nın dağılma sürecinde paralize olan AB ülkelerinin bütün güvenlik ihtiyaçları hususunda sırtlarını dayadıkları ABD’nin bölgeyi etkileyen krizlere müdahil olmama durumlarına karşı hazırlıklı olmaları gerektiği gündeme gelmişti. Günümüzde ise bu gündemin başlangıç noktasının büyük oranda 2014 yılında Kırım’ın ilhak edilmesi olduğu söylenebilir. Aslında Arap Baharı ile Libya ve Suriye’de yaşanan iç savaşlara karşı AB üyelerinin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP) çatısı altında eşgüdümlü bir pozisyon alamamaları fitili ateşlemiş olsa da Kırım’ın ilhakı Avrupa’da 70 yıl sonra haritanın değişimi anlamına geliyordu ve doğrudan AB sınırlarına dayanan bir Rus saldırganlığıyla yüzleşiliyordu. Dolayısıyla 2016 yılında yani krizden iki sene sonra AB üyeleri dönemin yüksek temsilcisinin arabuluculuğu ile stratejik otonomi kavramı etrafında bir AB güvenlik stratejisini yayınladılar. Buna göre tıpkı 1990’larda yahut 2003’teki Avrupa Güvenlik Stratejisi’nde olduğu gibi Savunma, Güvenlik, Dış Politika, Ekonomi ve Teknoloji konusunda ABD ve Çin tedarik zincirlerine olan bağımlılığı azaltarak otonomilerini arttırmayı ve dolayısıyla bölgesel jeopolitikte yükselen tansiyona karşı caydırıcı bir pozisyon alabilme hedefi vurgulanmaktaydı. Ayrıca 2022 yılında bir yol haritası olarak ortaya koydukları Stratejik Pusula belgesi de kriz yönetimi, savunma yetkinlikleri, kabiliyet geliştirme ve diğer uluslararası aktörler ve kurumlarla ilişkiler gibi farklı başlıklarda yine AB’nin hangi yolları izleyeceğini ortaya koyuyordu. Buna göre bir AB hızlı müdahale gücünün oluşturulması fikri bile ortaya atılıyordu.

KOLEKTİF BİLİNÇ OLUŞTU MU?

Tabii ki AB bürokrasisinin bir noktada öncülüğünde gelişen onca strateji ve uygulamalar ne ölçüde gerçekleşebiliyor, bu bir soru işareti. Zaten tam da bu yüzden AB çevrelerinin daima acaba AB uyanıyor mu diye sorduklarına veya tıpkı bugün gibi uyanmanın tam vakti olduğu uyarılarına şahit oluyoruz. Her karşılaşılan kriz ortamında üye ülkelerin 2003 veya 2016’da olur verdikleri strateji ve hedeflere nihayet kollektif biçimde riayet edecekleri hayali bunun özünde yatan sebep. Neticede bu ülkeler aynı zamanda bu metinlerin altına imza atarken pratikte bir karşılığı olmadığı genelde görülüyor. Bu noktada AB üyelerinin davranış motiflerini anlamlandırmak için bir dönem İsveç’in AB daimi temsilciliği görevini yapan Katarina Engberg’in belirttiği bir ifade faydalı olacaktır. Engberg’e göre AB üyeleri bir kriz yahut bölgesel bir çatışma ile karşı karşıya kalıyorlar ise bunu ancak bir fırsat olarak tanımlarlarsa müdahil olmayı tercih ediyorlar. Yani kolektif bir eylem için kazancın mutlak ve maliyetlerin minimum olduğu dolayısıyla AB için bir meydan okumanın görülmemesi gerekmekte. Tam da bu sebeple güvenlik meselelerinde üye ülkelerin kolektif operasyonları yahut ortak misyonları ancak ve ancak üçüncü ülke müdahilinin sınırlı olduğu, uluslararasılaşamamış veya öyle olsa bile ABD’nin koruma kalkanının aktif olduğu dolayısıyla potansiyel bir çatışma ihtimalinin zor olduğu aksine AB açısından politik birer zafer ihtimalinin ve nüfuz artışının mutlak olduğu alanlarda mümkün olabilmiştir.

Peki ortak savunma sanayii projeleri yürütmek ve kollektif bir biçimde kapasite arttırmak mutlak bir kazanç ve nüfuz artışı anlamına gelmiyor mu? Bu doğal bir soru olarak karşımıza çıkıyor çünkü bugün AB artık uyanmalı tam vakti diyenlerin temelde 2016’da ortaya atılan stratejik otonomi veya sonrasındaki stratejik pusulanın hayata geçirilemediği ve artık bu durumun tersine çevrilmesi gerektiği vurgusu ortada bir başarısızlık olduğunu gösteriyor. Örneğin, stratejik düzeyde Avrupa’nın hava savunma sistemleri açısından ABD’nin Avrupa’daki füze savunma ağına (European Phased Adaptive Approach (EPAA)) halen mutlak olarak bağımlı olduğu görülüyor. Aegis gemileri, Romanya ve Polonya’daki kara konuşlu balistik füze savunma sistemleri yahut Türkiye’deki AN/TPY-2 radarları halen AB güvenliğinin de belkemiği noktasında. Ayrıca bu sistem İran’a karşı kurgulandığı için Rusya’ya karşı bir caydırıcılık üretmek konusunda yeterli olmadığı birçokları tarafından söyleniyor. Benzer sorunların AB’nin uzun menzilli saldırı yetenekleri açısından da söylenebilir veya hava destek kapasiteleri, komuta kontrol, istihbarat keşif-gözetleme ve hatta ABD desteği olmadan F-35’lerin bile efektif kullanımının mümkün olamayacağı gibi hususlarda eleştiriler sürekli dile getiriliyor. Dolayısıyla üye ülkelerin kollektif olarak kapasite artışında gerekli adımları atmadıkları yani bunu bir fırsat olarak görmedikleri anlaşılıyor.

DAHİYANE BİR OLUŞUM DEĞİL

Aslında bütün bu açmazın gerekçesini anlamak aynı zamanda Trump döneminde AB gerçekten uyanacak mı sorusuna cevap arayanlar için de gerekli doneleri araştırmacılara sağlar nitelikte. AB projesi bir barış ve istikrar adası oluşturmak için üye ülkelerin bir gecede yaşadıkları bir aydınlanma sonucunda artık savaşmamaya ve karşılıklı bağımlılık ile kazan/kazan formülüne adım attıkları dahiyane bir oluşum değil. Evet projenin sonucu muazzam refah artışının yaşandığı bir liberal demokrasi vitrininin oluşumuydu ancak bunu tetikleyen unsur bu ülkelerin dış politika yapma biçimlerini radikal olarak değiştirmeleri ile olmadı. Yani bugün de beklendiği gibi savaşın yıkıcı etkisi görülüp bir “uyanış” yaşandığı için Almanya ve Fransa’nın ortak pazar ve ortak kimlik anlatısını benimsedikleri söylenemez. Aksine bu durumun yegane tetikleyicisinin batı blokunda ABD’nin rekabet edilemeyecek düzeyde üstünlüğünün olduğunu belirtmek gerekmektedir. ABD güvenlik şemsiyesi altında adeta sınırlı bir hiyerarşik düzen içinde bir arada hareket etmek zorunda kalan bu ülkeler ancak ve ancak ABD’nin çizdiği sınırlar dahilinde sınırlı bir otonomi ile rekabet edebilir veya ortaklıklar kurabilir. Diğer bir deyişle AB üyelerinin ve doğrudan AB’nin bugün dış ve güvenlik politikalarının temel belirleyicisi olarak ABD dış politika tercihlerinin öne çıktığı söylenebilir. Bu noktada her bir Amerikan başkanının AB’ye yönelik yaklaşımları, AB üyelerinin de aslında hareket alanlarını ve dolayısıyla AB içinde de kollektif aksiyon alabilme kapasitesini etkilemektedir.

Ancak, AB çevrelerinde ortaya atılan, Trump gibi Amerikan güvenlik şemsiyesinin AB ülkelerini ne ölçüde koruyacağı konusunda belirsizlik yaratan liderlerin aynı zamanda AB üyeleri için bir fırsat sunduğu anlatısı bu noktada hatalıdır. AB üyeleri, sınırlı da olsa belirli bir otonomiyle hareket eden, görece egemen devletler olarak karşımıza çıkar. Bu ülkelerin tarih boyunca olduğu gibi bugün de çatışma ve gerilim yerine ekonomik iş birliği içinde hareket etmeleri, bazı çevrelerde bir illüzyon yaratmaktadır. Bu illüzyon, ABD baskısı ortadan kalktığında Avrupa’nın, adeta bir Avrupa Birleşik Devletleri gibi siyasi ve askeri entegrasyon yolunda ilerleyebileceği düşüncesine yol açmaktadır. Oysa bu ülkelerin bir arada durabilmeleri, büyük ölçüde yoğun bir Amerikan baskısı sayesinde mümkün olmaktadır.

AMERİKAN BASKISI

Hem İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem de günümüzde AB’nin ayakta kalması, Batı dünyasının ekonomik motoru olma ve küresel ölçekte cazip bir model sunma misyonuyla yani Amerikan çıkarlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla, teorik tartışmalara fazla girmeden ifade etmek gerekirse, AB üyeleri üzerindeki Amerikan baskısı —Bush dönemi gibi, Amerikan üstünlüğünün her an hissedildiği ve güvenlik şemsiyesinin aktif olduğu dönemlerde—artan bir şekilde kendini göstermektedir. Bu tür dönemlerde, uluslararası sistemin anarşik yapısının AB ülkeleri açısından bir tür hiyerarşiye dönüşme eğilimi, onların kolektif hareket etme yetisini de güçlendirmektedir. Nitekim, AB’nin güvenlik mekanizması açısından kritik önem taşıyan OGSP askeri operasyonlarının başladığı 2003 yılı aynı zamanda Bush’un Afganistan ve Irak’ta savaşlara giriştiği ve Avrupa’yı bu süreçte kendi çizgisine çektiği bir döneme denk gelmektedir.

Buna karşın, Obama, Biden ve Trump gibi liderlerin Rusya ve bölgedeki diğer krizlere karşı AB çıkarlarını korumak yerine daha izolasyoncu politikalar izlediği bilinmektedir. Amerika’nın kendi kıtasına çekildiği ve Avrupa’yı ilgilendiren konularda geri planda kaldığı dönemlerde, AB üzerindeki Amerikan baskısı azalmakta, bunun sonucunda artan otonomi, uluslararası ilişkilerin anarşik doğasını AB üyeleri arasında yeniden belirgin hale getirmektedir.

ULUSAL ÇIKARLAR KONUŞUR

Trump döneminde ABD’nin AB’yi korumuyor oluşu, ortak tehdit algılarının güçlenmesine yol açsa da asıl etkisi, her bir AB üyesinin daha otonom hareket edebileceği bir alanın oluşmasıdır. Bu noktada, İtalya, İspanya, Almanya ve Fransa’nın Rusya veya Türkiye ile ilişkilerde benzer tehditleri ya da fırsatları algılamaması doğaldır, çünkü bu ülkeler arasındaki anarşik koşullar, mutlak bir eşgüdümün sağlanmasını zorlaştırmaktadır. Örneğin, bir hava savunma sistemi projesinde ortak hareket eden iki Avrupa ülkesi, benzer öneme sahip başka bir savunma sanayi projesinde iş birliği yapmayı mantıklı bulmayabilir. Benzer şekilde, bir aktöre karşı birlikte hareket eden iki Avrupa ülkesi, farklı bir aktörle olan ilişkilerde ayrışabilir.

Sonuç itibarıyla, AB ülkeleri tüm alanlarda ortak hareket ettiklerinde, mevcut kapasitelerinin farklılıkları nedeniyle kolektif adımlardan asimetrik kazanç elde etmektedirler dolayısıyla aralarındaki güç farkı da devam etmektedir. Ancak anarşinin doğası gereği bu durum, otonomi arayışındaki AB ülkeleri için kabul edilebilir olmaktan çıkmakta ve Amerikan baskısının azalmasıyla birlikte farklı koalisyonlara ve ilişkiler ağlarına daha açık hale gelmektedirler. Örneğin, Ukrayna krizinde ABD’nin askeri destek sağlaması sayesinde büyük çaplı yardımlarda birleşen AB ülkelerinin, Trump’ın bu yardımları kesmesi halinde Rusya ile farklılaşan ilişkilere sahip olması şaşırtıcı olmayacaktır.

Bu nedenle, Trump dönemi, AB çevrelerinin beklentilerinin aksine, kolektif hareket etme fırsatından ziyade, her bir üyenin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda daha fazla otonomi kazanabileceği bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, Trump’ın dış politika anlayışı AB ülkeleri arasında bir eşgüdümü sağlamaz ve ortak hareket edecek mekanizmaları harekete geçiremez.



#ABD
#Trump
#Avrupa Birliği