1979-1984 yılları PKK için teorik aydınlanmacılığa daha çok efor harcanan, saha hakimiyeti için keşif, gözlem ve organizasyon çabalarını kapsayan dönemdir. “Bağımsız Kürdistan” ideali, kökleri yaklaşık yüzyıllık geçmişe sahip ulusçuluk akımlarının gecikmiş bir yankısı gibi görünse de, “sosyalizm” başlığı ile piyasaya sürülmesi nispeten yeni bir trend olarak okunabiliyordu. Sosyalizmin hedef kitle olarak belirlediği "işçi sınıfı" ise var olmamakla birlikte “iş” dediğimiz şey de var sayılamazdı. Kurguyu yapan bu gerçeği yadsımayı seçti. Bağımsız Kürdistan düşüncesi "zoraki sosyalist" yapılanma olacaktı. Stratejik bir kırılma yaşanmadan hedef kitle "Kürt köylüsü" olarak belirlendi.
1984-1993 dönemi ise PKK’nın “Maoist gerilla” örgütlenmesinin Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleye başladığı ve çatışmayı yoğunlaştırdığı dönem oldu. Kürt hak ve hukukunun insan hakları ve demokrasi temelinde değerlendirildiğinde neredeyse tamamen yok sayıldığı Suriye ve Irak devletlerinin arka çıktığı “gerillacılık” pratiği, PKK öncüleri arasında şiddetli fikir ayrılıklarına sebep oldu. Sadece Türkiye ile savaşan bir örgütün bağımsızlık ideali hangi tanıma sığdırılacaktı? Aykırı seslerin neredeyse tamamı zaman içerisinde ajan, hain, satılmış yahut "devrim şehidi" etiketleri ile yok edildi. “Apoizm” tek şemsiye olarak kaldı. Bu şemsiyenin altına hangi unsurlar sığdırılmaya çalışıldı birlikte bakalım.
Öcalan’ın tezlerini paylaştığı yazılı ve görsel materyallerin bir derlemesi yapılsa “kadın” kelimesi açık ara önde çıkacaktır. “Kadın” üzerine yoğunlaşmasının sebebi ise; kendisine atfettiği "yeniden yaratma" kabiliyetine, peygamberliği bile elinin tersi ile itip "tanrı kral” mottosuna hapsolmuş düşünce sistematiğine, yayınladığı kitapları, görüşme notları ve savunma tezlerine bakılarak gayet tabi çözülebilir. Öcalan kadını, insanı ve doğal olarak toplumu şekillendiren kaynak olarak görür. Kürt toplumunun dönüşümünü de bundan dolayı kadının dönüşümüne endeksler.
Öcalan kadını; giyiminden, kendini ifade etme biçimine, toplumdaki yerinden çocuk ve erkekle olan ilişkisine kadar birçok alanda detaylı bir şekilde mercek altına alır. Birtakım çözümlemelere ulaşarak bunu kadın militanlara dayatır. Odağın özünde kadının, anne figürü ile arasına ciddi mesafeler koyması, hatta reddetmesi vardır. Daha da ileri giderek "özgür kadını kendisinin yaratacağını" iddia eder. Kadın ile anneliğin ayrıştırılma derecesini, kadının özgürleşme derecesi ile doğru orantılı hale getirmeye çalışır. Erkek-kadın ilişkisinde söylemler, kadının kendini tanıması ve egemen erkeğe karşı var olma çabası üzerinden aktarılırken, bunun nasıl yapılacağına ilişkin cevapların neredeyse tamamı aile olmayı reddeden yöntemlerle sunulur.
Ataerkil düzen her ne kadar erkeği görünür kılsa da, Öcalan’ın iddia ettiği gibi, kadının toplumu şekillendiren öncül olduğu tespiti, nispeten doğrudur. Fakat Öcalan’ın merkeze aldığı ve savaştığı kadın figürünü salt kadın olarak kabul edersek hata yapmış oluruz. Öcalan’ın kadın tanımlaması ile hedefe aldığı şey "annedir". Anne ise dolaylı yollarla aile, aşiret ve toplumun tamamına ulaşacak anahtardır.
Özünde aşiret dediğimiz şey tam olarak bir aileler birliğidir. Akrabalık bağı olan insanların bir arada yaşamaları ve kendi iç dinamikleri ile hayata tutunma çabalarıdır. Komünal şekilde yaşayan insanların ihtiyaçlarına binaen ortaya çıkan, bütün mekanizmaları doğal şartlar altında organik olarak hayat bulan yapılardır. Öcalan için aile formunun bu derece ilerlediği bir sosyal düzen, elbette sorun teşkil edecekti. Bireyi merkeze alan ve aidiyet bağlarından arındırılmış kişiyi “özgür yurttaş” tanımlaması ile yalnızlaştırmanın öncü adımı aşiret yapısını dağıtmaktı. Doğrudan aşirete yönelik bu tavır; “kadının özgürleştirilmesi” bağlamında ele alınıp, ailenin reddi, aşiretin dağıtılması, istişare ve karar mekanizmalarının çökmesi ve nihayetinde sözde “özgürleşmiş” bireylerin sığınacağı büyük konfederal yapıyı simgeleyen PKK şemsiyesi altına alınması olarak devam edecekti. Örgüt tezlerinde, aşiret yapısı ya da akrabalık bağları dediğimiz şeyin ilkel mikro milliyetçilik tanımlarına hapsedilmesi, dışlanması, reddedilmesi, lağvedilmesi bu minvalde değerlendirilebilir.
Halkın din ile olan yoğun ilişkisi PKK için büyük bir problemdi. Zira felsefesini dayandırdığı komünizm, dini “halkların afyonu” olarak tanımlamaktaydı ve ilk dönem PKK zihniyeti bu mottoyu bire bir kabul ederek dindar halka karşı Stalinist bir yaklaşımı kabul etmekteydi. İslam’ın Kürt mahallesinden söküm işinin oldukça zahmetli olacağı belliydi. Nitekim bu konuda fikri anlamda ikna edici argümanlar olmayınca Kürtlerin İslam’dan cebren uzaklaştırılması, yöntem olarak benimsendi. Din adamlarına, dindar Kürtlere ve dini akım mensuplarına karşı saldırılara başlandı; sekülarist yaşam tarzı dayatılarak, din düşmanlığı ile sahada alan açmaya çalışıldı.
Humeyni’nin İslam devrimi, yetmişlerin İslami hareketlerinde büyük heyecan yaratmıştı. PKK’nın başlarda “Humeyniciler” olarak tanımladığı, sonra birçoğu “Hizbullah” adı altında örgütlenecek kesim ise PKK için doğal düşman pozisyonundaydı. Hizbullah, PKK’nın sahada fiziki bir bariyere çarpmasına neden olmaktaydı. Tek tip Kürt olmayacağı gerçeği doksanlı yılların ilk yarısında PKK ve Hizbullah çatışmaları ile iyice ayyuka çıktı. Üstüne kırsalda yerleşik sayısız medrese, talebe yetiştiren kurum, kuruluş, melalar ve tasavvuf ağları eklenince PKK, amacına ulaşamayacağı gerçeğini acı ile tecrübe etti.
Edebiyat ve tarihin de PKK’nın çıkarlarına göre yeniden tasarlanması gerekmekteydi. Kürt edebiyatı dediğimiz eserlerin kahir ekseriyeti ise İslam mutasavvıflarının ürünleridir. Haliyle Kürt tarihini İslam tarihinden ayrıştırarak anlatmak neredeyse imkansızdı. Küba’dan, Bolivya’dan, Çin’den, Bolşevik tarihinden karakterler ödünç alınıp, Kürt makyajlı yerel kahramanlar üretildi. İslam tarihinin üzerinden atlayıp, Zerdüştlükten, mecusilikten, Pers mitolojisinden efsaneler ithal edildi. Demirci Kawa ile Prometheus üzerine anlatılan hikayeler, PKK mitleri ile harmanlanınca ortaya çıkan anlatılar epik edebiyatın sınırlarını zorlamaktaydı. “Gerilla” olarak iğdiş edilecek her gencin zihin dünyası, tarihin derinliklerinde çırpınan efsanevi karakter ve olaylara bulanıp, modern sosyalist figürlerle dolduruldu.
Oysa yarım asır öncesine dönülüp bakıldığında bile, Kürde şahdamarından daha yakın konumlanan, dualarında ve beddualarında ilk cümlelerde yer edinen; Şeyhlerin, Melaların mücadelesini, eserlerini, anlatılarını göreceklerdi. Fakat bu değerleri üreten ana akımın bizzat İslam olduğu gerçeği ile yüzleştiklerinde, reçete diye sundukları bütün tezlerin çürüyeceğini biliyorlardı.
Elbette söz konusu gençler olduğunda sinema-tiyatro gibi araçların yanında müzik sektörü de boş bırakılamazdı. PKK Kürtçe müziği, sosyalist jargona hapsolmuş sloganlara boğarken, Kürtçe ezgileri de bu minvalde yeniden yorumlatmaya başladı. Sanatçılar arasında da örgütün propagandasına hizmet etmeyenleri ayrıştırıp kitlenin gözünde küçük düşürdü. Kürtçenin yüzlerce yıldır doğal seslerle günümüze kadar taşınan folkloru, üçüncü sınıf sosyalizm sloganlarının altında ezildi.
Kürtçe dili üzerinde ise gazete ve televizyon gibi yayın araçları kullanılarak egemenlik kurma çabaları gerçekleşti. 1995 yılı Med TV yayını bu çabaların zirve noktasını teşkil ediyordu. Dil yapay kelimelerle öylesine yabancılaştırıldı ki sıradan insanların anlaması neredeyse imkansız hale geldi. Örgüt jargonu ağır bir biçimde dilde vücut bulmuştu. Örgüt diğer her şeyde olduğu gibi Kürtçeyi de, “örgüt Kürtçesi” ise benimser hale gelmişti. Dil, ayrıştırmanın temel öğesi haline geldi. Bugün PKK kontrolünde yirmi civarında televizyon ve radyo kanalı bulunmakta. Bu mecralar dilin organik formundan uzaklaştırılıp, yapay bir örgüt jargonuna dönüşmesinde katalizör etkisi göstermektedir.
Ailesinden, akrabalarından, mensup olduğu toplumsal değerlerden, dininden, kültüründen, müziğinden, dilinden, geçmişinden, tarihinden soyutlanarak tamamen çıplak kalan bireye giydirilecek yeni elbise; Öcalan’ın biçtiği yeni kaftan olacaktı. Kendisini Kürt olarak var eden her unsura birebir müdahale edilerek tasarlanmış bu yeni kılıf bireye, kendisini dönüştüren gücün çekim alanına girmekten başka seçenek bırakmayacaktı.
Doksanlı yılların ikinci yarısından 1999’da Öcalan’ın yakalanmasına kadar olan süreçte PKK, Kürtleri kriminalize etmenin çeşitli yollarını üretti. Devletle sorunu olan Kürdün doğal taraftar olacağı tezi Öcalan’ın "her evden en az bir gerilla olmalı" talebine dayanıyordu. Terör örgütü güdümündeki siyasi partilerden, görsel-işitsel basılı medya araçlarına kadar bütün enstrümanlar kullanılarak Kürtlerin, PKK ile ilişkilendirilmesi amaçlandı. Her fikri düzeye hitap edebilen, her yaş grubuna, her cinsiyet ve dünya görüşüne göre çeşitlendirilmiş bir ağ kuruldu. Gazeteler, dergiler, televizyonlar, siyasi partiler, dernekler, fikir kulüpleri, öğrenci inisiyatif grupları, kültür merkezleri, müzik firmaları, ajanslar, sinema - tiyatro gruplarına kadar yüzlerce yapı organize edildi. Kurulan bütün yapılar sürekli ve tekrarlı bir şekilde ideolojik iğdiş merkezlerine dönüştü. Günün sonunda ise bu yapılar, dağ kadrosunu besleyen unsurlar olmanın ötesine geçemedi. Amaç ise en başından beri dağ kadrosunu aktif bir şekilde tutmak ve ihtiyaç olan insan kaynağını sürekli kılmaktı.
Milenyum öncesi yoğun çatışma süreci, toplumsal değerleri acımasızca hedef alarak Kürtleri dönüştürme eğilimi göstermiştir. Toplumsal dinamiklerle PKK arasında cereyan eden bu süreç, ortada "dönüşümünü tamamlamamış" yeni bir jenerasyon doğurmuştur. İletişim çağının hızlandığı 2000 sonrası dönemde, 1970’li yılların toplumsal mühendislik araçlarının yetersiz kalması neticesinde, PKK tabanını temsil eden kitle, gelişimini tamamlayamayan bir "ara form" olarak ortada kalmıştır. Öcalan bu açığı en erken fark edenlerden olacak ki, İmralı sürecinden sonra PKK’nın varlık felsefesinde ciddi değişimlere neden olacak “Birey merkezli demokratik konfederalizm” tezini gündeme almıştır. “Özgürleşen ve demokratikleşen Kürt bireyin, Ortadoğu başta olmak üzere bütün dünyayı özgürleştireceği” gibi gerçekle en ufak teması olmayan alt metinlere sahip bu tez, “ara form” olarak ortada duran, temel yapısı bozulmuş modern Kürt jenerasyonunu daha da hastalıklı hale getirmiştir. Bugün dahi anlaşılması ve pratiğe geçilmesinde kronik sorunlara neden olan bu görüş, günümüz HDP-YSP çizgisinde siyaset yapan insanların ciddi siyasi bunalımlara girmesi ile sonuçlanmıştır.
Anlaşılır olması için bu tezin detaylarına inecek olursak; demokratik dönüşümün temeli olarak mahalle örgütlenmeleri, mahallelerin birleşerek şehir kasaba örgütlenmeleri, daha da büyüyüp kantonlara, daha da ileri aşamalarda ise kantonların birleştiği konfederal yapılara dönüşen; özerkliğin merkeze alındığı, yatay bir demokrasi inşasının öne sürüldüğü görülmektedir. Alt başlıklarda, doğadaki hayvanlardan bitkilere kadar, insan ve doğa ilişkisini düzenleyecek ekolojik birey tanımlamasına, cinsiyet eşitliğine, ifade özgürlüğü ve bilimum hak hukuk metaforuna boğulan, net sınırları olmayan, bulanıklığı ve kaosu Newton mekanik anlayışının terki ve Kuantum düşünce sistematiğinin belirsizliği üzerinden yorumlayan, inceledikçe ve gerçek hayatla karşılaştırdıkça oldukça ütopik kaçan, ultra bir fantezi ürünü olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır.
Hülasa Öcalan’nın ve genel anlamda PKK’nın, yarım asra yaklaşan bir süre zarfında çabaladığı şeyin "kendine has bir Kürt inşası" olduğu açıktır. Bir “kimlik ve varolma" mücadelesi olarak başlayan hikaye, “kimliksizleştirme ve yok olma” neticesine doğru hızla yol almaktadır. Kürdün reel pratiğinde asla yer almayan sosyalizm paradigması yine Kürdün olağan hayat akışında tanımsız noktalarda duran “demokratik-ekolojik-birey merkezli” yönetim önermeleri, destekçilerinin fikir dünyasını daha da mat bir hale gelmiştir. Bugün google’a girip “Kurdish Woman” olarak görsellerde arama yaptığımızda karşımıza çıkan onlarca sayfa YPG / PKK'nın kadın militanlarıdır. Müslüman, başı örtülü, rengarenk fistanlı, doğa, din ve aileyi görünüşünde harmanlayıp, antik çağlardan beri Mezopotamya’nın bereketini simgeleyen Kürt kadın imajı; eli silahlı, seküler imajlı, ölümü kutsayan bir metaforla temsil edilmektedir.
Öcalan, PKK felsefesini genel geçer bütün felsefi akımların ve ideolojik fraksiyonların çok ötesinde bir yerde konumlandırır. “Üstün insan” gibi uçuk ütopyalara savrulmaya teşne bu düşünce setinin gerçek hayatta karşılık bulamaması şaşırtıcı gelmezken, Öcalan’ın fikri eleğinden geçen herhangi bir söz ya da emrin; “ifade özgürlüğü”, ”demokrasi”, ”eleştiri”, “eşitlik” gibi kavramları dillerinden düşürmeyen örgüt yönetici ve mensuplarınca kutsallık atfedilerek kabul edilmesi oldukça enteresandır. İçinde İslami unsur bulunan her yapıyı yobazlıkla bütünleştirme gayretinde olan üstünlükçü örgüt pratiği, şeyh-mürit ilişkisini ise sıkı bir şekilde muhafaza eder. Liderliği, genel geçer sosyalist teşkilatlarındaki sekreterlik nispetinde değil, “Önderlik” tanımlaması ile piramidin en üstüne yerleştirir. Sorgu ve eleştiri mekanizmaları, müritlerin kendi arasında yaptığı bir uygulamadır. Avama ait bir uğraştır. “Önderliğin” eleştirilmesi söz konusu dahi değildir.
PKK şeması ve altında kümelenen medya yapılanmaları, basın yayın kurumları, dernekler, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, sermaye çevreleri, saha örgütlenmeleri “Önderlik” mevzusunu içselleştirerek saflardaki yerini alır. Dolayısı ile Öcalan’ın altında sıralanan bütün yapılar da Öcalan için birer kullanışlı aparata dönüşür. İmralı sürecine kadar bu gücü cebren elde edebilmesi ona, sorgulama yetisini yitirmiş insan yığınlarını yönlendirme imkanı vermiştir.
Ne var ki Öcalan’ın hayata geçirdiği siyasa günün sonunda tam da bu eleştirilere çanak tutacak şekilde “Kürt iradesi” diye tanımladıkları oyları, 14 Mayıs seçimlerinde karşılıksız olarak, Kürt sorunun oluşumunda aslan payı sahibi CHP’ye peşkeş çekmiştir. Geçmiş pratiklerine göz atacak olursak; söylemlerinin, eylemleriyle tutarlılık sergilememesi öngörülemez şeyler değildir fakat kabul etmek gerekir ki özellikle son Cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya konan siyasi kısırlık ve basiretsizliğin politika literatüründe tanımı henüz yapılmamıştır.
Özünü hakikatten almayan bu ideolojik zehirler maalesef kayda değer oranda Kürt nüfusunun damarlarına zerk etmiştir. Örgütün fikirsel kodlarını aldığı Öcalan'ın tezleri, gerçek hayattan ne kadar uzaksa, PKK'nın silahlı ve siyasi kanadının da, Kürtler ya da kendi tabirleriyle "halklar" adına değer üreteceğini düşünmek de hakikatten o kadar uzaktır. Son dönem HDP-YSP-Demirtaş siyaseti irdelendiğinde karşımıza çıkan muazzam çelişkiler yumağının ana kaynağı bu ideolojik alt zemindir.
Bağımsız Sosyalist Kürdistan ütopyası - federasyon - otonomi - öz yönetim - demokratik konfederalizm - Türkiye'nin demokratikleştirilmesi - Türkiyelileşme gibi evrimsel aşamalardan geçerek, yarım asra yaklaşan bir sürecin sonunda; “Erdoğan gitsin” söylemine hapsolmak, tam anlamıyla bir ideolojik iflastır. Daha önce öne sürülen tezler gibi, sosyolojik realitenin duvarlarına çarpan “Erdoğan gitsin” söyleminin de çürümeye mahkum olduğu aşikardır.
Tarihi bağlarından, ait olduğu kodlardan soyutlanarak oluşturulmaya çalışılan “Kürt”, demokrasi pazarında Türk Solu’nun eskilerini satmakla uğraşadururken, kitlesinin ilerici ve aydın olduğunu, geri kalan Kürtlerin cahil olduklarını iddia edip; sorgusuz sualsiz, “hatır gönül siyaseti” ile tercihlerini, Kürtlere en büyük zulümleri yapan bir siyasi partinin liderine yönlendirmesi; en katı feodal düzendeki en katı yapılanmalarda dahi karşılaşılamayacak bir siyasi iradesizlik değil de nedir?
Kaynağını hayattan almayan her düşünce hakikat ile karşılaşınca nihayetinde etkisizleşmiştir fakat temas ettiği gerçek üzerinde hasar bırakabilmiştir. Milletlerin varoluşsal vasıflarından bazıları, yüzyıllara yayılan etkileşim neticesinde başkalaşıma uğrayabilirler. Bu dönüşüm bir amaç dahilinde dış etkenlerle “hızlandırılmak” istendiğinde o biyolojik yapı, tıpkı canlı formlar gibi mutasyona uğrar. Millet unsurunun maruz kaldığı doğal olmayan her müdahale mutasyon ile sonuçlanır…